Bugün, Alman barış hareketinin geleneksel eylem gününün 50. yıldönümü. Bir çoğumuzun Dünya Barış Günü olarak tanıdığı 1 Eylül, Federal Almanya’da Hitler ordularının 1 Eylül 1939 sabahı Polonya’ya saldırısıyla başlayan 2. Dünya Savaşı’nın yıldönümü vesilesiyle, 1957’den bu yana »Antikriegstag«, yani antisavaş günü olarak anılmakta.
Toplumun tarih hafızası unutkan olduğundan, hatırlatmada yarar var: İlk Dünya Barış Günü girişimlerini 1845’lerde İngiltere’deki pasifist din adamları başlatmışlardı. Daha sonraları, 22 Şubat 1896’da İngiliz ressam Felix Mascheles’in atölyesinde bir araya gelen Bernhard Shaw gibi pasifistler, adada büyük bir dalgaya neden olmuşlardı. 22 Şubat 1906’da Britanya’nın yaklaşık 600 kentinde mitingler gerçekleştirilmiş ve savaşlar lânetlenmişti.
Almanya’da da, 1918/1919 »Kasım Devrimi«nden sonra Karl Liebknecht ve Rosa Lüksemburg’un antimilitarist düşüncelerinden etkilenen Bertha von Suttner’in girişimiyle ve sonraları sosyaldemokratlar ile sendikaların da katılımıyla, 1. Dünya Savaşı’nın başlangıç günü olan 1 Ağustos »Bir daha savaş, asla!« şiarı altında antisavaş günü olarak anılmaya başlandı. 1921’de Almanya’nın 250 kentinde yarım milyonu aşkın insanın katıldığı mitinglerle antisavaş günü kitlesel bir hareket haline geldi. Ancak bu kitlesel hareket, özellikle Almanya’nın yeniden silahlanmasının başladığı 1928’den sonra Nazilerin iktidara yürüyüşünü engelleyemedi.
2. Dünya Savaşı’ndan sonra gençlik örgütlerinin oluşturduğu »Antimilitarist Aksiyon«un girişimi ve Alman Sendikalar Birliği DGB’nin sahiplenmesiyle, 1 Eylül antisavaş günü olarak gelenekselleşti. Dönem dönem yüzbinlerce savaş karşıtını sokağa dökebilen bu eylem günü, bugün 50. yılında.
Yıldönümünü vesile sayarak başlara, yani 1845’lere dönüp bugüne kadar geçen süreye baktığımızda, kitleselleşen, hatta Irak Savaşı’na karşı olduğu gibi en güçlü dönemlerinde dünya çapında milyonları bile sokağa dökebilen barış hareketlerinin önemli bir handikabı ile karşılaşmaktayız: Salt savaşa karşı olmak, savaşları engelleyememektedir. Antisavaş gününün 50. yılında da dünyamızda barış değil, savaş hüküm sürmektedir.
Bu, barış hareketlerinin başarısız veya savaşa karşı yapılan yürüyüşlerin gereksiz olduğu anlamına gelmiyor elbette. Tam aksine, barış hareketleri, toplumların farklı kesimlerinin savaşa karşı olan kaygılarını artırmış, hatta birbirlerine düşman olan ülkelerin 1945 sonrası Avrupa bütünleşmesi düşüncesini ilk başlarda »kıtamızda savaş olmamalı« ilkesinin çerçevesinde biçimlendirmelerine katkı sunmuşlardır.
Amma velâkin, savaşların gerçek nedenlerini dikkate almayan bir savaş karşıtlığı, bunun ötesine gidememekte ve savaşları engellemede etkin olamamaktadır. Almanya örneğinde bunun sorumluluğunu ilk başta sendikalarda aramak gereklidir. Yani hem dünyanın her tarafına silah satarak kan ve yıkım üzerinden kâr yapan silah tekellerinin varlığını »işyerlerinin korunması« gerekçesiyle savunacaksın, hem de savaşa karşı çıkacaksın. Bu ne kadar inandırıcı olabilir ki? Ya da, emperyalist yayılmacılığın yarattığı zenginlikten pay alarak, görece refahını sağlayan Batı Avrupa toplumlarını neoliberalizmin kıskacına sokan uluslararası malî piyasaların dayatmaları ile »önleyici savaşlar« arasındaki bağlantıyı görmeden, barışı savunacak, ama aynı zamanda da sözde »teröre karşı verilen savaşı« destekleyeceksin. Ardından da defalarca barbarlığa dönüşmüş olan Batı modernizminin değerlerini evrenselleştireceksin. Neyin barışı olabilir ki bu?
Ya da Türkiye örneğine bakalım: savaş karşıtları olarak son derece haklı bir biçimde dünyanın çeşitli ülkelerinde süregiden savaşlara karşı kitlesel olarak sokaklara döküleceksin, ama kendi kapının önünde yürütülen kirli savaşa, imha ve inkâra kayıtsız kalacaksın. İşte, daha bir kaç gün öncesinde hemen yanıbaşında, Şırnak’ın Uludere ilçesinde paramparça edilen bedenler gördün. Silahlı mücadeleye karşı çıkabilir, pasifist olabilirsin. Ama bugün 1 Eylül Dünya Savaş Günü’nü hatırlatmak için çıktığın Türkiye sokaklarında bu vahşete nasıl tepki vereceksin?
Mesele işte burada. Salt savaşa karşı olmak yeterli değil. Sömürüye, ezilmeye, yayılmacılığa, kısacası kapitalizme karşı olmayan savaş karşıtlığı, barışı sağlamıyor. Savaşın da, faşizmin de yeşerdiği toprak kapitalist sömürü olduğundan, barış ancak antikapitalist mücadeleyle savunulabilir. Sizleri bilemiyorum, ama 1 Eylül’ün bana yeniden hatırlattığı bu gerçektir.