Avrupa'ya Truva atını almayalım

JOHN CASEY

Bu hafta AB'nin genişlemesi için yapılan Kopenhag zirvesi, eski Sovyet imparatorluğuna dahil olan ekonomik bakımdan geri ülkelerin kabulüyle birlikte gündeme gelecek olan sorunları çözmek durumunda kalacak. Fakat tüm bunlar, gerçekten ciddi bir sorun olan, 'Türkiye konusunda ne yapacağız?' sorusunun karşısında hiçbir şeydir. Dünkü vaazında Oxford Papazı, Türkiye'nin Hıristiyan topraklarına kabulü konusunu tartıştı. Bu mesele hakkında kuşkulara sahip olmak siyaseten yanlış mı?

Elbette Valery Giscard d'Estaing'in görüşlerine katılıyor değiliz. Geçenlerde nihayet, "Türkiye asla Avrupa Birliği'nin bir üyesi olmamalıdır" demişti. Sorun Türkiye'nin siyasi kültürünü Avrupa'ya uydurması, ekonomik ve yasal uyum sağlaması açısından bir zaman sorunu değildir. Giscard'a göre, asla demek asla demektir, çünkü Türkiye bir Avrupa ülkesi değildir. Bu devasa Müslüman ve Avrupalı olmayan ülkeyi üyeliğe kabul etmek, Avrupa Birliği'nin sonu anlamına gelecektir.

Aslında Giscard, Almanya'dan Erich Stoiber'in de dahil olduğu pek çok Avrupalı liderin düşüncelerini yüksek sesle dile getirmişti. Türkiye'nin başvurusuyla ilgili sürekli bir karmaşa, bahane üretme ve bir kötü niyet havası oldu; politikacılar, kimsenin ilkesel düzeyde karşı çıkışı olmaksızın bazı işlerin ters gitmesini ve başvurunun kendiliğinden düşmesini umageldi. Çok açık konuşmak AB'nin tarzı değildi. Ama Giscard'ın çıkışının pek çoğunun düşüncesini yansıttığına eminim.

Tabii hepsinin değil. Guardian'da yazan Peter Preston, Türkiye hakkında konulan gizli çekincelere son derece iyi bir tartışmayla karşı çıkmıştı. Onun da belirttiği gibi, Türkiye'de eski hükümetteki tüm partileri baraj altında bırakan, yeni ve denenmemiş, ılımlı İslamcı unsurları barındıran bir hükümeti başa getirmiş bir demokrasi var. İdam cezası kaldırıldı. Baskıcı yasalardan vazgeçildi. Kürtler üzerindeki siyasi ve kültürel baskılar sona erdirildi.

Preston ayrıca, hoşnutsuz bir Türkiye'nin Kıbrıs'ın kuzeyini ilhak edebileceğini, Irak'a karşı herhangi bir saldırıda önemli bir müttefik olduğunu, AB'nin olumsuz yanıtının orduyu yeni İslamcı hükümete karşı bir darbe için cesaretlendirebileceğini ve Amerikalıların AB'nin Türkiye konusundaki titizlenmesine karşı çıktığını ekliyordu. Vardığı sonuç, Giscard'ın Türkiye'ye karşı muhalefetin gerçek motivasyonlarını, yani 'Beyaz ve Hıristiyan' Avrupa tercihinin 'kültürel bağnazlığını ve ırkçılığını' dillendirdiğiydi.

AB'nin doğasına dair böylesine temel bir sorun, Irak konusundan ya da Türkiye'nin iç meselelerinden kaynaklı etkilerden muaf tartışılmalı. Türkiye'nin Avrupalı ülkelere benzer tarzda bir siyasi evrim geçirdiği de ortadadır. Bu gerçekten yaşanmışsa, Giscard'ın ortaya attığı soruyla hesaplaşmak durumundayız: Avrupalı olmayan Müslüman bir devlet AB'nin parçası olabilir mi?

Türkiye'nin geçirdiği evrimin kalıcı ya da kesin olup olmadığı konusunda pek çok tartışma yapılabilir. Türkiye'deki 'laik'lerin çoğu İslamcı hükümetin 'ılımlılığı'nın bir maskeden ibaret olduğunu ve ilk fırsatta çıkarılıp atılacağını söylüyor. Ordunun, canı istediğinde hükümetleri görevden kovmaktan vazgeçtiğine dair bir gösterge de yok. Eski başbakanlardan Adnan Menderes'i yeterince laik bulmadıkları için astılar ve iki hükümeti de aynı gerekçeyle görevden ayrılmaya zorladılar.

Bu gerekçeler Türkiye'nin niçin asla tam üye olamayacağını açıklamıyor. Ben en azından kendi ömrüm süresince bugün AB üyesi olan Almanya, İtalya, İspanya ve Portekiz'in üstelik birisi Avrupa'da benzeri görülmemiş olan diktatörlükle yönetildiğine şahit oldum.

Öyleyse niçin Türkiye'nin de zaman içinde üyelik kriterlerini yerine getirmesi mümkün olmasın? Korkarım ki burada tek neden var -ki bu da Valery Giscard D'Estaing tarafından dile getirildi: Türkiye Avrupalı değil. Bu gerçeği ciddiye almakla illa ki kendimizi kültürel şovenizme ya da ırkçılığa kaptırmış olmuyoruz. Türkiye geleneksel olarak Orta Asya ve Ortadoğu'nun çekim alanı içinde. Türkiye'yi içine alan bir AB'nin sınırları İran ve Irak'a dayanacak.

Türkiye meselesi asıl uzun vadede çok daha sıkı sıkıya bütünleşmiş bir Avrupa hayali kuranların uykularını kaçıracak nitelikte. Buna göre AB'nin önemli ve büyük üyelerinden birisi olan İngiltere'nin siyasi ve hukuki gelenekleri diğer üyelerden böylesine farklıyken, ortak bir dil yokken ve bu denli büyük bir kültürel çeşitlilik içinde nasıl olur da vatandaşlarının tümünün bağlılık içinde hissedeceği birleşik ve tek bir Avrupa devleti kurulabilir.

Avrupacı idealistler bu noktada kötümserlerin önüne iki argümanla çıkıyor.

Büyük çoğunluğumuz gerçek anlamda inanmış olup olmayalım, Avrupa'nın tümü iki binyıla ulaşan bir sürede şekillenen Hıristiyanlık kültüründen geliyor. Bunun bizim kimliğimiz üzerinde ne denli derinden etkili olduğunun görmemek ancak ortak kültürümüzün bize dışa dönük kimi farklılıklara rağmen nasıl bir ortak Avrupalılık kimliği verdiğini anlayamamakla açıklanabilir.

AB'nin mimarlarının çoğu Almanya ve Fransa'yı uzlaştırarak Avrupa'nın dünya arenasında kaybettiği gücünü yeniden tesis etmeyi amaçlayan Hıristiyan Demokratlardı. Bu, tarihsel ve müşterek deneyimlere dayanan yerinde bir idealdi. Eğer üyelik kirterlerini değerlendiriken ideallerdan kopup sadece demokrasi ve azınlık hakları gibi evrensel değerler üzerinde

yoğunlaşılırsa günün birinde İsrail, Mısır ve kim bilir belki de hür bir Irak dahi tam üye olabilir. Ancak böyle Avrupa'nın ahenk içinde gerçek bir toplum olma olasılığını ortadan kaldırmış olursunuz.

Türklere saygım var, islama hayranım, ancak kesinlikle duvarları kaldırarak bu Truva atını içeri almamamız gerektiğini düşünüyorum.

(13 Aralık 2002/Radikal)

Başa dön
Nach oben