Kudüs’te yayımlanan “Challenge” adlı dergiden aktarma

Rüzgar eken...

İsrail, Amerika ve Savaş

Roni Ben Efrat

George W.Bush, Irak’a karşı açılacak olan savaş için İsrail’den koşulsuz destek görüyor. Filistin sorununda güvercin rolünü oynayanlar dahi şahine dönüşmüşler. İsrail halkının yaklaşık yüzde kırkı, Irak’ın kimyasal ya da biolojik silahlarla saldırması durumunda – bunlar devletin varlığını tehdit etmese dahi – İsrail’in nükleer silahlarla karşılık vermesini destekliyorlar. İsrailliler gaz maskelerini almak için itaakâr bir biçimde sıraya giriyorlar. Savaşın gerekliliği üzerine öylesine bir uzlaşma var ki, ne Kneset’te ne de kabinede savaş üzerine tartışma dahi yapılmıyor. Savaş durumunda, Irak’ın şiddetli gazabını ilk hissedecek olan ülke İsrail. Buna rağmen İsrailliler Bush’un savaşını Amerikalılardan daha çok destekliyorlar. Bu, konu Amerika dahil dünyanın diğer ülkelerinde hararetli tartışmalara yol açmışken, özellikle dikkat çekmekte.

ABD vatandaşlarının yaklaşık yarısı savaşı destekliyor, ama bu sayı Haziran’a oranla yüzde 17 daha azalmış durumda. 26 Ekim’de yüzellibin Amerikalı savaşa karşı sokağa döküldü. Londra’da 28 Eylül’de üçyüzellibin insan protestolara katıldı. Guardian gazetesine göre, Britanyalıların sadece üçte biri savaşı destekliyor. İtalya’da bir milyon insan Berlusconi hükümetinin savaş taraftarı tutumunı ve ekonomi politikasını protesto etti.

Peki, İsrail’deki muhalefet? Çıt yok. Muhalefetin parlementer lideri Yossi Sarid, Knesset açılışında bir konuşma yaptı. Konuşmasında ne Irak’a ne de Filistinlilere değindi ve sadece İsrail’deki yoksullukla konuşmasını sınırladı. İsrail’in sosyal faciası, Filistinlilerle ve tüm Arap dünyası ile arasındaki ihtilafının giderek kötüleşen siyasi tavırlarının bir sonucudur. Irak’a karşı açılacak olan savaş, ülkeyi bu ihtilafın içerisine daha çok çekecektir.

Mesihî Cunta

İsrail geleneksel olarak Amerikan taraftarıdır. Buna rağmen İsrailliler, Bush hükümetinin, seleflerine gösterilen sadakata layık olup olmadığını sorgulamak zorundadırlar. Bu sorunun yanıtı hayır! dır. Dünya günümüzde, Amerikan – Irak ihtilafının ötesinde yeni (ama eski) bir fenomenle karşı karşıyadır. Tartışmalı bir seçimden sonra Beyaz Saray’da yönetimi sağcı bir cunta ele geçirmiştir.

Bu mesihî konseptin laik karşıtını ise, Bush’un etrafındakilerin tarih yorumlarında bulmak olanaklı: Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice ve yardımcıları Paul Wolfowitz ve Richard Perle. Bu kişilere göre, Reagan döneminde Cumhuriyetçi bir hükümetin “Şer İmparatorluğunu” yıkarak, Amerika’nın dünyadaki tek güç olarak kalmasını sağladı. Baba Bush yeni durumu kendi lehine kullandı ve Irak’a karşı dünya çapında bir girişim başlattı. Ardından bir tökezleme geldi: Amerikalılar, bazı basit ekonomik detaylar yüzünden William Clinton’u seçtiler. Clinton, “ulusu” dünyanın hakimi olma yazgısına götürmesi yerine, “barışçıl kârlar” peşine düştü. Ancak sonunda Reagan – Bush – Ekibi tekrar geri döndü ve bu ekip, ABD’yı dünya hakimi yapacak.

Bu yaklaşım “Rebuilding America’s Defenses” başlıklı uzun bir belge ile vurgulanmakta. Belge, Amerikan Başkanlık Seçimlerinin öncesinde, kendilerini “The Project for the New American Century” olarak tanıtan muhafazakâr bir grup tarafından Eylül 2000’de yayınladı. Belgeyi kaleme alanlar genel olarak projenin, Cheney’in Baba Bush hükümeti döneminde Savunma Bakanı olarak hazırladığı Savunma Stratejisine dayandığını belirtiyorlar. 1992 yılının ilk aylarında konsipe edilen Defense Policy Guidance (DPG) adlı savunma yönetmeliği, Birleşik Devletlerin öncülük konumunu korumasını nasıl sağlayacağını açıklayan bir planı içermekteydi.

“Rebuilding America’s Defenses”, George W. Bush’un dış politikasının temeli haline geldi. Belge, Birleşik Devletlerin askerî gücünün, tek süper güç olma konumunun tartışmasız hale gelebilmesi için genişletilmesii hedeflemekte. Bu amaç için Amerika’nın savunma giderlerini artırması, nükleer gücünü geliştirmesi ve atom silahı denemelerini tekrar başlatması gerektiği iddia edilmekte. Bu belgenin Bush Hükümeti üzerinde ne denli etkili olduğu, Amerika’nın Uluslararası Silah Kontrolleri Antlaşmasını bloke etmesiyle görüldü.

“Rebuilding America’s Defenses” adlı belge, 11 Eylül 2001 tarihindeki saldırılardan çok önce hazırlandı. Bu saldırıların, Amerika’nın küresel kontrolü elinde tutma istemini doğruladığını başka bir belge de göstermekte: 20 Eylül 2002 tarihinde Bush Hükümeti “The National Security Strategy of the United States” adlı belgeyi açıkladı. Artık “Bush Doktrini” olarak tnımlanan ve ulusal güvenlikle ilgili olan bu yeni belge şunlara vurgu yapmakta: “Ulusumuzun karşı karşıya kaldığı en önemli tehlike, radikalizm ile teknolojinin kesişme noktasıdır”. Amerika’nın harekete geçme kararlılığını göstermesi gerekmetedir. “Dolaysız hedefimiz, küresel çapta harekete geçebilen terörist örgütler ve her terörist veya terörizmi destekleyen ve kitlesel imha silahlarını ele geçirip, kullanmak isteyen ülkeler olacaktır... Birleşik Devletler hiç bıkmadan uluslararası birliğin desteğini istemesine rağmen, savunma hakkımızı gerektiğinde önleyici bir saldırı ile tek başımıza kullanmaktan da geri durmayacağız... Uluslararası hukuk yüzyıllardan beridir ulusların kendilerini tehlike arz eden güçlere karşı savunmak için illa saldırıya uğramaları beklemeden harekete geçmelerini bir hak olarak tanımaktadır”. Buradan çıkan sonuç da belli: Anlaşılan Amerikalılar, Sam Amcanın dünyanın Big Brother’i olmadan kendilerini güvende hissetmeyecekler.

26 Eylül 2002 tarihli New York Rewiew of Books’da Frances Fitzgerald, Baba Bush’un, oğlunun aksine dış politikada ne yapılması gerektiğini bildiğini yazıyordu. Baba Bush’un baş danışmanları arasında sadece Savunma Bakanı Cheney şahinleri temsil ediyordu. Bugünkü Beyaz Saray’da ise Bush Junior tamamen danışmanlarına bağımlı. Başkan Yardımcısı Cheney eski arkadaşı ve destekleyeni ola ve Savunma Yönetmeliğini Paul Wolfowitz ile yazan sağcı Donald Rumsfeld ile buluşmuş durumda. Rumsfeld ise Wolfowitz’in Pentagon’daki görevini, Reagan Hükümetinin önde gelen şahinlerinden olan Richard Perle’nin gözdesi Douglas Feith’a verdi. Perle ise şu a Pentagon’un danışmanı. Böylelikle Baba Bush döneminin azınlığı olan savaş kışkırtıcıları, kara cahil oğlunun baş danışmanları olmuş durumdalar.

Bu çerçevede İsrail ile de bir bağlantı bulunmakta. Fitzgerald’e göre, Perle ve Feith 1996 yılında İsrail’in yeni Başbakanı Benjamin Netanjahu’ya, Oslo Barış Sürecini kesinkes terk etmeyi ve Westbank ve Gaza bölgelerini tekrar İsrail kontrolü altına almayı önerdiler. Netanjahu bu tavsiyeye uymak istemeyince, Feith bir yazı kaleme alarak “Ödenecek bedel çok kanlı olabilir, ancak bu Oslo ağından kurtulmak, yani zehiri temizlemek için gerekli bir yol olabilir” diyordu.

Perle ve Feith’ın bu önerisi, Bush’un savaşı kazandıktan sonra Orta Doğu’yu yeniden düzenleyerek İsrail’i işgal ettiği bölgelerden geri çekilmek zorunda bırakacağı saçma umudu ile Irak’a karşı verilecek olan savaşı destekleyen, İsrail solunun Oslo savunucularını ilgilendirmeli. Ancak bilinmesi gereken gerçek şu ki: bugün Bağdat yolunu açmak isteyenler, İsrail’in Westbank ve Gaza’yı tamamen işgal etmesini isteyenlerle aynı kişilerdir.

“Rebuilding America’s Defenses” neden Bush Juniorun Irak’la savaşmak istediğini geniş bir çerçevede açıklıyor: “Birleşik Devletler gerçekten de on yıllardan beridir Körfez Bölgesinin güvenliği konusunda değişmez bir rol oynamak için uğraş verdiler. Irak ile olan ve daha çözülmemiş ihtilaf dolaysız olarak gerekçeyi vermekle birlikte, Amerikan silahlı kuvvetlerinin Körfez’de konuşlanmalarının gerekliliği, Saddam Hüseyin iktidarından daha da öte bir konudur”. Demek ki Amerika’nın Körfez’deki askerî üsleri, sadece Saddam Hüseyin’in komşularını korumak için kurulmuş değil. “Amerikan bakış açısından bu üsler, Saddam devrildikten sonra da önem taşımaktadır. Uzun vadede İran’da aynı Irak gibi ABD çıkarları için bir tehdit haline gelebilir. Ve İran – ABD ilişkileri düzelse dahi, bölgeye konuşlandırılmış güçler Amerikan Güvenlik Stratejisinin bir parçası olmaya devam edecktir”. Bu nedenle, silah kontrolörlerinin ulaşacakları sonuçlar ile, Bush’un savaşa girme kararı arasında sıkı bi bağlantı olmasını beklememeliyiz.

Belgenin açıklığı olağanüstü ve korkutucudur: hakimîyet hedefleri için ABD tek başına hareket etmeye ve hepimizi kaosa sokmaya hazır. Halkın çoğunluğunun iyi ve kötünün savaşı üzerine verilen mesihî safsataları sevinçle karşıladığı İsrail’deki reaksiyonlar da daha az korkutucu değildir.

Savaş sonrasını mı bekliyorlar?

İsrail’deki kör Amerikan pohpohculuğunun ardında belirli bir dünya görüşü yatmaktadır. 199 yılındaki Körfez Savaşı, ilk İntifadanın kalan artıklarını Filistin Ulusal Hareketi ile birlikte yok etmişti. Bir çok Filistinli gerilla savaşçısı, teknokrata dönüştü. Üniformaları bırakmayanlar ise, Filistin Otonomi Dairesinde (PA), CIA kontrolünde kaldılar. Ancak 1993 ile 2000 arasındaki Oslo yıllarında, işgal bölgelerindeki durum kötüleşti ve Filistin kamuoyunun İsrail’e ve PA’ya karşı olan hoşnutsuzluğu arttı. Patlama ise ikin İntifada ile ortaya çıktı.

Bugün İsrail’in Solu ve Sağı, Saddam Hüseyin’in alacağı yeni bir yenilginin aynı ilkinde olduğu gibi, yeni İntifada’yı da durduracağını ummaktalar. Bu kuramın iki varyasyonu var: Basiti, Saddam Hüseyin’i devirme girişimini, İsrail’in Yaser Arafat’ı devirme girişimi ile bağlandırmakta. İkinci ve daha ciddi değerlendirme ise İsrail gizli servislerinden geliyor. İsrail servisleri, İsrail’in Filistin terörüyle yalnız başa çıkabileceğine, ancak siyasî çözüme ulaşmak için Orta Doğu’daki stratejinin tamamen değişmesi gerektiğine inanmaktalar. Bu değişimin ise dışarıdan gelmesi gerektiğini düşünüyorlar. Sadece Amerika’nın bölgeyi, İsrail’in jeopolitik çıkarlarına uygun bir biçimde ele geçirebileceği inancındalar. Bu pozisyon basında defalarca okunabiliyord: “Irak sorununa karşımamamız rica edildiğimizden beri, hükümetim gerçek görevi ‘savaş sonrası günde’ ortaya çıkabilecek olumlu olanaklara yoğunlaşmak olmalıdır” (7.10.2002 tarihli Yediot Aharonot gazetesinde Yael Gvirtz’in beyanı). 10 Ekim 2002 tarihli Ha’aretz gazetesindeki yazısında Aluf Benn aynı pozisyonu savunuyor: “İsrail’in mesajı şöyle de anlaşılabilir: Irak’taki kriz, Filistinlilere, İntifada’yı bitirecek son merhamet vuruşunu vurmak ve Saddam’ın yok edilmesinden sonra yapılacak görüşmelere İsrail’in daha iyi bir pozisyonda katılabilmesi için iyi bir fırsat demektir”.

Irak’ta iktidara getirilecek olan bir kukla rejimin, işgal bölgelerinde de kukla rejime yol açacak umudunun temeli yoktur. Rejimleri değiştirme veya destabilize etme çabalar, ABD politikalarının uzun zamandan beridir bir parçasıdır. Bu çabalar başarıya ulaşmaktan çok, Güneydoğu Asya’da, Latin Amerika’da, Orta Doğu’da ve Afganistan’da olduğu gibi, Budh Hükümetinin şimdi şikâyet ettiği kaos ortamına yol açtılar. İsrail’de aynı şekilde kendine uygun Arap liderlerini iktidara getirme çabalarında başarıya ulaşamadı.

Lübnan Macerası

Ronald Reagan’ın Başkanlığı sırasında, 1982 yılında Menachem Begin İsrail Başbakanı idi. Dönemin Savunma Bakanı Ariel Scharon, Orta Doğu’nun haritasını değiştirmek için, Lübnan’da başlayan büyük bir askerî harekâta girişti. Hedef, FKÖ’nün ülkedeki gücünü sıfırlayıp, Hıristiyan Milislerinin lideri Bashir Gemayel’in kontrolü ele geçirip, Lübnan Parlamentosu tarafından Başkan seçilmesiydi. Ardından, Gemayel’in İsrail’e olan borcunu bir barış antlaşmasıyla ödemesi bekleniyordu. İsrail ayrıca, Arafat’ı Lübnan’da yendikten sonra, demoralize olmuş Westbank ve Gaza bölgelerindeki halka kendi iradesini dikte ettirecekti. Tarihçi Howard Sachar’a göre, Scharon Ürdün Kralı Hüseyin’i alaşağı etmeyi, Ürdün’ü bir Filistin devletine dönüştürmeyi ve işgal bölgelerini anekte etmeyi düşünüyordu.

Scharon’un ordusu FKÖ’yü sonuçta Beyrut’tan çıkardı ve Bashir Gemayel 23 Ağustos 1982 tarihinde Başkan seçildi. Ancak, bir kaç hafta sonra öldürülünce, kaos ortaya çıktı. Scharon, Genelkurmay Başkanına “düzeni tekrar sağlamak” emrini verdi ve Hıritiyan Falanjistleri, Filistin Göçmen Kampları soktu. Sabra ve Şatila katliamları bunun sonucuydu. Aynı atrihte ABD’liler, aynı “düzeni tekrar sağlama” hedefiyle Lübnan’a döndüler – ancak 1983 Ekim’inde bir canlı bombanın saldırısı sonucu 241 ABD askeri öldü. Amerikalılar geriye çekildi ve İsrail ordusu hızla Güneye indi.

Scharon’un müthiş planından geriye kalan sadece İsrail’in kuzey sınırındaki dar bir “güvenlik alanı” oldu. Bu alan ise, Başbakan Ehud Barak’ın alanı terk etmesinden önce yüzlerce İsrail’linin ve binlerce Filistinlinin yaşamına mal oldu. Lübnan, Begin, Scharon ve hatta Ronald Reagan’ın hayal ettiği gibi bir “Hıristiyan Demokrasi” olamadı. Gerçi İsrail’in işgali FKÖ’yü ülkeden çıkardı, ancak İsrail toplumunun bölünmesine, dünya çapında kötü ün yapmasına, Hizbullah’ın gelişmesine ve yeni bir gerilla taktiği olan canlı bombaların gündeme gelmesine neden oldu.

FKÖ’nün Lübnan’dan çıkarılması, Filistin direnişinin merkezinin işgal bölgelerine kaymasını sağladı. Bunun sonucu ise 1987 yılındaki ilk İntifada’dır. İsrail’in reaksiyonu ise farklı bir işgal yönetimi oldu. 70’li ve 80’li yıllarda Filistinlilerin yönetim pozisyonlarına işbirlikçileri yerleştirmeye çalışmış, ancak başarılı olamamışlardı. Şimdiki yeni düşünce ise, FKÖ’yü İsrail kontrolünde olan bir taşerona dönüştürmeti. İsrail politikası ile yarattığı hilkat garibesi ve yolsuzlukların başı olan Filistin Otonomi Dairesi’nin birlikteliği ikinci İntifada’nın kaosuna yol açtı. Oslo kartına oynayan İşçi Partisi 2000 Ekim’inde ortaksız ve programsız kaldı. Kendisini belirleyen herşeyi kaybettikten sonra, Likud’un yayına geçti. 20 a sonra ise ortaklık bitti. İntifada ise İsrail’in ekonomisini çökertti ve ülkeyi tekrar Amerika’nın “şefkatine” bağımlı kıldı.

Derin Ekonomik Kriz

Ancak bu sefer Amerka’nın kendisi bir ekonomik kriz yaşamakta. 13 Eylül 2002 tarihli The Nation gazetesinde William Greider şunları yazıyordu: “ABD ekonomisinin yurtdışı borçlanması – son yirmi yılın artan ticaret açıklarının toplamı – bu yıl Birleşik Devletlerin GSMH’nın yüzde yirmibeşine, yani yaklaşık 2,5 bilyon Dolar’a ulaşacak. 15 yıl öncesinde ise neredeyse sıfırdı... Amerikan zayıflığının hayaleti, insanların devam eden ekonomik gelişme zamanlarında gördükleri ve hissettikleri ile çelişmekte... Ancak, bataklık gerçek ve biz dizlerimize kadar içindeyiz”.

İkinci Körfez Savaşının ABD’si, birincisinden çok farklı. On yıl öncesinde Wall Street, dünya piyasalarının Amerikan şirketlerine açıklacağı umudunu taşıyordu; Sovyetlerin yıkılmasının avantajlarını yakalayacaklarını sanıyorlardı. Ancak yıkılan İkiz Kuleler, Amerika’yı depreme uğrattı. Mutlaka girmek istedikleri Irak savaşı konusunda Avrupa ve “Üçüncü Dünya”, aklı başında olan herkes direnmekte. Sadece İsrail hükümeti ve İsrailliler ABD’nin yanında. İsrailliler intihar saldırıları ile dolu dolu geçen iki yıl sonrasında, hiddetin kaosu yönetmesine gözleri kapamış durumdalar. Şimdi ise, solcusu ve sağcısı ile, sonucu bu hiddetin eksponsiyonel artışı anlamına gelen bir seferi desteklemekteler. Evet, rüzgâr eken, fırtına biçer. Ama, fırtına ekenler – onlar ne biçecek?

Bu makale Kasım/Aralık 76 nolu Challenge gazetesinde yayınlanan yazının kısaltılmış çevirisidir. Gazeteye www.hanitzotz.com/challenge adresinden ulaşılabilir. Yazının Almanca çevirisi, 21 Kasım 2002 tarihli “junge Welt” gazetesinde yayınlanmıştır.

(Çeviri:M.Çakır)
Başa dön
Nach oben