Mösyö Meddeb, Ramazan ayı yeni bitti. Oruç tuttunuz mu?
Hayır, hiç.
Camiiye gidiyor musunuz?
Hayır, artık gitmiyorum. Ama çocukken çokca giderdim. Tunus’da doğdum orada 9. Y.Y.’dan kalan çok nefis bir camii var. Bir şahaser, İslam’ın en güzel camiilerinden biri. Babam İlahiyat Doktoruydu ve orada ders verirdi. En çok geceleri dua etmeyi severdim. Ramazan ayında her gece bir saat kurandan okunur, ta ki İslam’ın en çok kutsal saydığı son geceye kadar: İşte bu gece kuran gökten peygambere inmiş. Bu geceleri severek hatırlarım. Hem çok değerli, hem de namaz kılmanın bütün hareketlerinin yapılması gerektiğinden yorucu oluyordu. İmamı dinlerken genellikle rüyalara dalardım. İmam, amcamdı.
Çocukluğunuzun dinî dünyasından ne zaman koptunuz?
16 yaşındaydım. Başlangıçta bir suçluluk duygusu vardı içimde, daha sonra kendimi özgürleştirme arzusu daha güçlendi. O zamanlar şöyle düşünüyorduk: Din, ihtiyarların işidir. Biz gençler ender namaz kılardık. Ama bunun altmışlı yıllarda olduğunu bilmelisiniz. O dönemler gerici İslam’ın bugün olduğu gibi bir etkisi yoktu. Çağ, çağdaş bir Başkan olan Bourguiba’nın çağıydı.
Yani bir nevî Tunus’un Atatürk’ü.
Kesinlikle. Bourguiba’da laik bir devlet adamıydı. Bir Ramazan günüde televizyona çıktığında, bir bardak su aldı ve içti. Orucu bozduğunu gösteren bu tavrı teatral bir jestti. Bourguiba ardından: “Asıl Cihad budur. Gâvurlara karşı verilen savaş değil, geri kalmışlığa verilen savaş gerçek Cihaddır. Oruç tutan gücünü kaybeder ve doğru düzgün çalışamaz. O zaman devletin bütünü durur ve asıl kötü budur” Provoke etmek istiyordu ve Cihadın iki ilkesine değindiğinde haklıydı. Hadislere göre sıradan savaş küçük Cihaddır. Asıl Cihad ise, insanın kendi kendisiyle verdiği mükemmelleşme mücadelesidir.
Sizi asıl Cihad mı İslam’dan uzaklaştırdı?
Okulda Sartre’yi, Simone de Beauvoir’i, Heidegger’i, Nietzsche’yi okuyorduk. Bizler de okuduğumuz yazarlar kadar akıllı ve bilge olmak istiyorduk. Tabii ki bizler de mükemmelliği hedefliyorduk, ama bunu İslam ile ilişkilendirmeden.
Anneniz ailede hangi rolü oynuyordu?
Geleneksel anne rolünü. Tunus’un büyük ailelerindendi, bir aristokrattı ve büyük bir konakta büyümüştü. Çok kültürlü bir kadındı. Konuştuğu zaman şık bir dil kullanırdı gündelik hayatın basit Arapçasını değil. Yazı yazarken de, dil geleneği korunabilir, eğer insan kendi stilini bulursa. Kullanılan lisana nefes alma ile uyumlu bir müzik verilebilir. Bu yaklaşımı anneme borçluyum. Güçlü bir dili vardı.
Örtülü müydü?
Evet. Kızkardeşlerim de. Ta Bourguiba Tunus’un kadınlarını açana kadar. Bu konuda özellikle ablamı hatırlarım: Ablam, liseye gitmesine müsaade edilen üç kızdan biriydi. Ve aile içerisinde, bütün kuzenleri başlarını açtıklarından, hep tartışıyorduk. Babam ise, en fazla direnenler arasındaydı.
Ablanız neden başını açmak istedi?
Diğer kızlardan farklı olmaya dayanamadığından bunu istedi. Yani normal olmak istiyordu, çünkü o zamanlar Tunus’ta onun yaşında olup başını örten kız sayısı azdı. Ve lise diplomasını aldığında mükâfat olarak babamdan başını açma iznini aldı.
Bugün ise türban İslam dünyasının önemli bir bölümüne geri geldi.
Günün birinde Paris’te gezinirken türban ile karşılaştım. O zaman şoke olmuştum. Müslüman kadınlar kendi kimliklerini vurgulamak için türban taşısalar bile, benim için türban, esaretlerinden haberleri olmayan esirlerin simgesidir. Kadınların horlanmasının, ezilmesinin ve değersiz sayılmasının göstergesidir. Bundan hiç kuşkum yok.
Türban için dinî bir gerekçe var mı?
Evet. Kadının yabancı birisine güzelliğini göstermemesini emreden kuran sureleri var. Cinsiyet ayrımına ve kadınların kapatılmasına ilişkin kesin kurallar bunlara dayandırılmaktadır. Aslında, kadınlar için örtünmesyi emreden sure hayli ilginçtir. Verilen mesaj kadınlara ve erkeklere, inananlara ve inanmayanlaradır ve çeşitli talepleri tekrarlamaktadır: namuslu olun, cinsiyetinizi örtün, sadece yasal seksüel ilişkide bulunun ve sonunda sadece kadınlara yönelik bir kural var: örtünme kuralı. Örtünme ile eşitsizlik başlamaktadır. Bu o çağ için, yani 7.YY için ilerici bir adımdı her iki cinsten müminlere yönelikti. Yani keramet sadece erkekler için değildi. Kuranla birlikte kadınlar ilk defa hukukun subjeleri olabildiler. Öncesinde ise hiç bir hakları yoktu. Ama kuranın bir çok şeyde ileri olduğu konu gibi, bu da gericiliğe dönüştü.
Bugün hiç kimse İslam’ı kadın dostu veya duysal bir din olarak tanımlamayı aklına getirmez.
Ama önceleri bu böyleydi. 17.YY’dan beri Şark’ı özgürlük, duyumsallık ve suç duygusu olmaya sevgi olarak keşfeden Avrupalıları düşünüyorum. Bu gezginler İslam’da, Hıristiyan eğitimin tam aksine olan bir vizyonu, zevkten duyulan keyfi buluyorlardı. Avrupa tutucuydu, İslam ise özgür. Ve bugün işte bu tam tersine döndü.
Fransız skandal romancısı Michel Houellebecq kısa bir süre önce bir mahkemeden, İslam’ı “en aptal din” olarak tanımlama hakkını elde etti.
Mahkeme önünde Michel Houellebecq lehine beyan vermekten çekinmezdim. Bir yazar olarak başka bir yazarı desteklerdim. Hatta daha da ileri gidiyorum: Bizde, Avrupa’da kutsal olan artık dinî değil. Kutsallık, kendisini sembolik şekillere geliştirdi. Ben kutsallığı şiirde, edebiyatta buluyorum. Kutsal olan nedir? Bir yaşamı, alınan bir karar gereği tüm radikalliği ile sürdürme gerçeği. Ne olursa olsun sadece yazmak ve kabul göreceğini bilmeden bir metinle bunu yapmak, bu yola sadık kalmak. Bu çok zor bir imtihandır. Bu nedenle yazarlığı - aynı cümlenin mutlak özgürlüğü gibi imtiyazlı kılmaktayım.
Ama Houellebecq içeriksel bir tanımda da bulundu. Siz ne diyor sunuz? İslam, diğer dinlerden daha mı aptalca?
Köktendinci İslam, insanlık tarihinin en aptal dinidir. Bunun altını çizerim. Ve ardından şu soruyu soruyorum kendime: Nasıl oluyor da, hadisinde yeki ve sevece olan bir din, suçlu ve tiksindirici denlebilecek bir dine dönüştü? Suçlu ve tiksindirici tanımlaması, aptallığın edebî şeklidir. Bir bardak fazla içince “aptalca” denir.
Kitabınızda “İslam hasta” diyorsunuz.
Hastalık mecazı edebiyatta hayli yaygındır. Bunu yazarken, fanatizmi ve hoşgörüsüzlüğü Katolisizmin hastalığı olarak teşhis eden Voltaire’i düşündüm. Ve “Doktor Faustus” ile bağlantılı olarak Nazizmi Alman hastalığı olarak teşhis eden Thomas Mann’ı düşündüm. İşte bu nedenle: köktendincilik, İslam’ın hastalığıdır diyebilirim.
|