Almanya’da Türkiye Sinemasi
Tuncay Kulaoğlu
Hersey bir Kürt eskiyanin öyküsüyle basladi. Titanic’in Türkiye’de bir kez daha battigi 1997 yilinda. Batmaz sanilan o geminin buzlu sulara gömülen kaderinin beyazperdeye uyarlanan son öyküsü, gezegendeki tüm sinema giselerini istisnasiz kasip kavururken, Türkiye’de sert bir kayaya carpti. Ayni dönemde vizyona giren yerli ”Eskiya”, o güne kadar hicbir Türkiye yapimi filme nasip olmayan amerikanvari bir promosyon kampanyasiyla, Hollywood’u da epeyce kizdirarak, Türkiye sinema tarihinin en cok gise yapan filmi oldu. Yerli ve yabanci sektör uzmanlari bu istisnai durumun nedenleri üzerine kafa yorarken, Almanya’nin en büyük dagitim sirketlerinden biri olan Constantin’in yöneticileri, ”nasil oluyor da böyle oluyor?” sorusuna ekonomik anlamda en karli yaniti vererek, filmi Almanya’da gösterime soktular. ”Eskiya” sadece Constantin’in ve filmin yapimcilarinin yüzünü güldürmekle kalmadi, ayni zamanda kendisinden sonra vizyona giren hicbir Türk filminin yakalayamadigi 250 bin dolayinda bir izleyici kitlesine de ulasarak bir miladin simgesi oldu. Almanya’da yasayan her on Türkiyeli’den biri ”Eskiya”yi izlemisti. Peki o her on Türkiyeli’den acaba kaci Uzelli’yi taniyordu?
Video icad oldu ve mertlik bozuldu
Seksenli yillarin basinda yapilan kamuoyu arastirmalari Türkiye kökenli tüketicilerin dayanikli ürünlere gösterdigi ragbetin, cogunluk topluma oranla daha yüksek oldugu sonuclarini cikarip durmustur hep. Bunun nedeni sadece borc harc alinan Mercedes’ler degildir. O yillarda görece pahali olan video göstericilerinin satislari da Türkiyeli tüketicilerin bilincli alisveris aliskanliklarina kanit olarak gösterilmistir hep. Bunun nedeni ise bilincli bir tüketimden öte, birinci kusagin sinema özlemidir. Ezici cogunlugu son kez altmisli yillarin siyah beyaz Yesilcam filmlerini izlemistir bir sinemada. Türkiye sinemasinin yilda 200 film ürettigi o dönem, yetmisli yillarin ortalarinda yerini seks furyasina birakmis ve ardindan da generaller, herseyde oldugu gibi sinema sanatina da el koymustur. Seksenli yillarin basinda cekilen film sayisi bir elin parmaklari kadar azalirken, Uzelli gibi sirketler, daha önce müzik kasetlerinde oldugu gibi, 15 yillik film üretiminin posasini bile satmaya baslamislardir. Cumartesi günleri exportcular dükkani kapamadan önce siraya giren insanlar, kucak dolusu video kasetiyle döndükleri evlerinde ”anavatan”a kilitlenmislerdir. Ayni olgu, doksanli yillarda bu kez videosuz tekrarlanacaktir. Aradaki terk fark araya konan reklamlardir.
Star icad oldu ve mertlik bozuldu
Seksenli yillarin sonuna dogru bütün göcmen uzmanlar ve uzman göcmenler, “yerlestik” saptamasinda hemfikirdirler. Sonra neoliberalizmin Türkiye patentli babasi Özal sayesinde birbiri ardinda acilan özel televizyon kanallari ile Türkiyeli göcmen toplulugu, bir yandan “yerlesirken”, diger yandan Türkiye’ye göbeginden baglanmaya devam etmistir. 40 yillik “basin” da o dönemlerde “medya” olarak anilmaya baslamistir artik. Zaman ve mekan kavrami sulanmistir. Sadece görsel olarak degil. Kapikule’den Avrupa’ya dogru yola koyulan izinci “gurbetcilerin” arabalarindaki kavun, peynir tenekesi ve kuru patlican orani da giderek düsmektedir. Türkiye’de hicbir gelisme yoktur ki “bizi izlemeye devam edin” cagrisiyla, Almanya’da sayilari iki milyona dayanan Türkiyeli göcmenlerin evine girmesin. Artik Telekom’un da hakli olarak dedigi gibi “Hamburg-Erzurum sadece 39 fenik”tir. Bu arada TRT INT’in Güneydogu’daki savasin en sicak yasandigi dönemde düzenledigi “Mehmetcik” kampanyalari gibi olgular, ilk kez göcmen olmayan uzmanlari da “sevgili Türk hemsehrileri”nin halet-i ruhiyesi konusunda dikkat kesilmelerine yolacmistir. Dünya gercekten kücülmektedir. 40 yildir bu ülkede yasayan azinlik bir toplulugun “aniden” bilincine varan ve uzmanliklari kendilerinden menkul piyasa arastirmacilari “ethno-marketing” gibi kavramlar üzerinde kafa patlatmaya baslamislardir. Bugün, boyali basindaki “her eve bir bilgisayar” reklamlariyla doruga ulasan bu gercekliktir ki, Constantin dagitim sirketinin uzakgörüslü yöneticilerinin “Eskiya”ya kanca takmalarina yolacmistir. Ve de iyi olmustur. Cünkü ön kapisindan alamadiklari ama arka kapisindan durmadan girdigimiz Avrupa Birligi gibi, Türkiye sinemasi da ön kapisindan giremedigi Almanya pazarina arka kapisindan girmistir. Hem de ne giris! Sinema isletmecileri bile artik her pazartesi sabahi “wieviele Zuschauer hat der letzte Türke?” diye merakla haftasonu bilancolarina bakmaktadir. Burada kastettikleri “Türke” ise, vizyondaki son Türkiye yapimi filmdir. Ayni isletmeciler, benzeri ifadeleri Italyan, Ispanyol ya da Amerikan sinemasi icin kullanmazlar. Cünkü o filmlere sadece Türkler “girmez”. Ve bu nokta, dananin kuyrugunun feci bir sekilde koptugu yerdir.
Etnisite bulundu ve mertlik bozuldu
“Susuz Yaz” 1952’de Berlin Film Festivali’nde büyük ödülü kazandiginda, dünya sinemasi ilk kez gözlerini Türkiye’ye cevirmistir. Aradan yillar gececektir ve Türkiye sinemasi denince akla ilk ve son gelen hep Yilmaz Güney olacaktir. Güney’i hak ettigi yere koyup, onun ötesinde farkli birseyleri kavramaya ve buna yönelik stratejiler gelistirmeye hazir ve yetenegi olmayan yerli anlayis da Türkiye sinemasinin uluslararasi platformda bugün geldigi durumdan sorumludur. 2000 yilinda Uluslararasi Berlin Film Festivali’nde yarisan ve ödül kazanan “Mayis Sikintisi” Almanya’da bir dagitimci bulamamistir. Ondan bir yil önce yine ayni festivalde ödül kazanan Yesim Ustaoglu’nun “Günese Yolculuk”u ise, Almanya capinda sadece 10 bin dolayinda bir izleyici kitlesine ulasmistir. Oysa ayni dönemde Türkiye yapimi bircok ticari film Almanya’da yüzbinlerce Türkiyeli’ye ulasmistir. O zaman hata nerededir?
“Kahpe Bizans”, “kahpe” düzen…
Eskiden “Tagesschau” izlemek isteyenler birinci kanali actiklarinda yaklasik 15 saniye boyunca, 20.00’a dogru ilerleyen saniye göstergesiyle basbasa kaliyorlardi. Bu 15 saniyelik “bos” bir andi. Sadece saniyenin tiklarinin duyuldugu ve görüldügü bir süre. Bugün ise son bir dakika icine üc reklam sikistirilmis durumda. “Haberlere” bile reklam seridi koyan kanallara oranla “insani” olan bu “rentabilite” mantigi, bütün yasamin piyasaya göre uyarlandiginin en carpici göstergelerinden biri. Ve Constantin’in “Eskiya”ya kanca takmasinin nedeni. “Mayis Sikintisi”nin dagitimci bulamamasinin sorumlusu. Insani ilgilendiren bütün yasam alanlarinin kar mantigiyla altüst edilmesi. Ama diger yandan, zaten “tarihin sonu” geldi diye degistirilmesi bazen zorla bazen güzellikle engellenen bir düzende yasamaktansa, “Hemso”yu seyretmek daha eglenceliydi… Ve öyle de oldu.
Herseyden önce yigidin hakkini teslim etmek gerekiyor. “Propaganda”, “Vizontele”, “Deliyürek” gibi filmler, yillar sonra, sadece Türkiye’de degil, Almanya’da da insanlari tekrar sinema salonlarina cekmeyi basardi. Bu, bütün dünyayi Hollywood köyüne dönüstüren anlayisa karsi bir yandan bir direnis, diger yandan da oyunu o köyün kurallarina göre oynamak anlamina geliyor. Ama Türkiye’deki TV reklamlarinda bile sari sacli, mavi gözlü protiplerden olusan bir ”halk” ile efsunlanan cogunluk acisindan, “bizim” öykülerimizin en azindan gisede basarili olmasi üzülecek birsey degil. Herseyden önce yeniden yasanmaya baslanan “sinema kültürü”, sinema salonlarinda durmadan calan cep telefonlarina, artik kovayla satilan popcorn ve cola tüketimine ragmen, ciddi bir potansiyelin varligina isaret ediyor. Bu noktada sinemanin sanayilesmis tek sanat dali oldugunu, dolayisiyla istisnalar disinda bütünüyle piyasa terörünün kurbani olmak zorunda kaldigini unutmamak gerekiyor. Her Hollywood filminin altinda ABD kökenli “kültür emperyalizmi”nin ayakoyunlarini arayip bunun toptan karsisinda duran, sinema sanatinin ayni zamanda evrensel bir dile sahip oldugunu unutan kestirme bakis acisi ise, dünya capinda milyonlarca insanin “Titanic”i izlemesini kavrayamiyor. Ask, ihanet, seks, sevgi, dostluk, fedakarlik, intikam hala Hollywood’un tekelinde degil. Hollywood’un tekelinde olan, insana ait olan bu temel duygulari, onyillarin birikimiyle en “evrensel” sekilde anlatmasi, insanlari “büyülemesi”, adi üzerinde dünyanin tek “rüya fabrikasi” olmasi. Burada sözkonusu olan yigide hakkinin verilmesi degil, varolan bir gecekligi bütün ciplakligiyla göstermek. “Eskiya”nin yaratacilarinin asil basarisi, hicbir zaman tekellesemeyecek olan insani duygulari, icinden ciktiklari ülkenin renkleriyle anlatabilmeleridir. Aski, ihaneti, dostlugu, intikami... Bu nedenledir ki Almanya’da yasayan, Julia Roberts ve Tom Cruise hayrani Türkiye kökenli izleyici kitlesi, giderek genclesen, iki dilli, görece kozmopolit yapisi ve maruz kaldigi toplumsal dislanmaya ve ayrimci uygulamalara karsi bir tür direnme sekli olarak kökenlerine sarilarak Hülya Avsar ve Mehmet Ali Erbil’i de idol olarak kabul edebilmektedir. Ve bu kitle bütün dünyada oldugu gibi herseyden önce “eglence” aramaktadir. “Eskiya”dan sonra Almanya’da yüzbinlerce insana ulasan Türkiye yapimi filmlerin ezici cogunlugunun kolay hazmedilir, yüzeysel öykülerle bezenmis, insani günlük sorunlarindan iki saatligine de olsa “uzaklastiran” filmler olmasi tesadüf degildir.
Sinema foyerleri: Toplumsal mevzi kazanma savasinin alanlari.
Tüketim araclarina ulasmak artik cok kolaylasmistir. Video modasinda oldugu gibi, kapali devre isleyen alanlar yerine, artik icinde yasanilan toplumun tüketim kalelerinde boy göstermek mümkündür. Bu hem tüketici kitlenin özgüvenini yülseltmekte hem de cogunluk toplumla karmasik bir bagimlilik iliskisine girmesine yolacmaktadir. Jackie Chan’in son filminin prömiyerinde boy gösteren Türkiyeli gencler, bilet gisesi önünde, global köyün siradan birer üyeleri olarak sira beklerken, “Deliyürek”in prömiyerinde “bizim” starlarimizin önlerine serilen kirmizi halilarla bezenmis dev sinemalari doldurarak, egolarini tatmin edebilmektedirler. Ilginin odaginda yüzmekte, hergün televizyonlarda izledikleri idollerini bir anligina da olsa gercek yasamda görme sansina kavusmaktadirlar. Birbiri ardina vizyona giren Türkiye yapimi filmler sayesinde, sinema foyerlerinde sürekli Türk filmi afisi görmek olanaklidir, hatta sinemalar artik Türkce el ilani dagitmaktadir. Insanlarin kendilerini “evlerinde” hissetmeleri icin bütün altyapi mekanizmasi kusursuz islemektedir. Sinema foyerinde insan yerine konuldugunu bilmektedir Türkiyeli izleyici. Pasaportunu uzatmak icin gittigi Yabancilar Dairesi’nde bulamadigi bir “sicaklik” ile karsi karsiyadir. Iki saatligine asik suratli Alman bir memurla bogusmak yerine, “memleketi”nden gelen bir öyküyle büyülenmektedir sinema salonunda.
“Oglum, minder vermiyor musunuz?”
Türkiye yapimi filmler Alman pazarina girmeden önce bircok kentte düzenlenen Türkiye Sinema Günleri, insanlarin yeni filmleri izleme sansina sahip olduklari tek alandi. 1994 yilinda Nürnberg’de düzenlenen “Türkiye Sinema Günleri” kapsaminda gösterilen “Sahmaran” filmini izlemek icin yüz kilometre uzaktaki bir sehirden arabaya dolusup filmi ve yönetmeni Zülfü Livaneli’yi görmeye gelen ailenin büyükannesi, büyük izdiham icinde biletini almanin verdigi mutlulukla, insanlarin yerlerde oturdugu salona girerken kapida duran festival görevlisine “oglum, minder vermiyor musunuz?” diye sormustu. Birinci kusak bu kadin gayet ciddiydi sorusunu sorarken. Genc festival görevlisinin yaniti ne oldu bilmiyorum ama kitaplari dolduracak bu sorudan cikan ilk ve en önemli sonuc, büyükannenin belki de onyillarini gecirdigi Almanya’da ilk kez sinemaya geldigiydi. Son sinema macerasi ise büyük bir olasilikla, Türkiye’de minderlerin kiralandigi yazlik sinemalardan birisiydi herhalde. Peki bu olayin üzerinden gecen sekiz yil icinde Türkiyeli izleyicinin profilinde ne gibi degisiklikler oldu? Alman sinema piyasasi ne gibi degisimlere ugradi? Dini icerikli filmleri sinema salonu kiralayarak gösteren camiler, izleyicilerini, salonlari haremlik ve selamlik seklinde ayirarak oturtmaya devam ediyor mu? Neden politik icerikli belgeseller hala radikal sol örgütler üzerinden binlerce Türkiyeli’ye seslenebiliyor ama vizyona giremiyor? Nicin dünya tekeli Warner Bros. sirketinin Almanya’da gösterime soktugu Türk filmlerinin oynadigi salonlarin isletmecileri hala reklam malzemesi olarak birkac afis disinda birsey alamadiklarindan sikayet ediyorlar? Ve hepsinden önemlisi: Türkiye yapimi filmlerin ve izleyicilerinin nesi eksik? Ya da nesi fazla?
|
|