|
Not: Bu Tebliğ, ODTÜ(Ortadoğu Teknik Üniversite) Uluslararsı İlişkiler Bölümünün 3-5 Temmuz 2002 tarihlerinde düzenlediği Uluslararası Konferansta sunulmuştur.
Giriş
Son yıllara kadar, özellikle Türkiye’de ve genelde dünyada uluslararası ilişkiler disiplinine ilişkin çalışmaların realist akımın hegemonyası altında olduğunu söylemek abartılı bir saptama olmasa gerekir. Bu akım çerçevesinde, uluslararası ilişkiler; devletler, devletlerin egemen-eşit olduğu ilkesi üzerine kurulu bir ilişkiler bütünü ve bu bütün içerisindeki devletler arası ilişkiler, dış politika, savaş ve barış, ittifaklar, diplomasi ve uluslararası örgütler gibi alt başlıklar içerisinde ele alınıp irdelemiştir. Uluslararası ilişkiler disiplininde, bu yaklaşımının temel hareket noktası, egemen ulus-devleti ya da bu ulus devletlerden oluşan uluslararası sistemi, evrensel olarak tanımlanmış doğal bir düzenin parçasıymış gibi kabul etmesidir. Bir başka ifadeyle, 1648 Vestefalya Barışı ile kurulan egemen devlet ve modern devlet sistemi, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal ilişkilerin sonucu ortaya çıkan bir olgu değilmiş gibi sunulmakta ve tanımlanmaktadır. (Olson, W. C., Groom, A.J.R., 1991: 8) Bu tanım, mekana ilişkin bir sınırlandırma getirerek, bu sınırlar içerisinde siyasi iktidarın mutlak egemenliğini öngörmüştür. Birbirinden sınırlarla ayrılan bu mekanların -ulus-devletlerin- aralarındaki ilişkileri incelenmesi ve sonuçta mekan içerisinde tam egemen, dışarıda ise uluslararası ilişkilerin anarşik mantığı içersinde ve güç dengesine göre hareket eden devlet ayrıştırması, disiplini ciddi bir biçimde etkilemiştir.
Bu durumun birkaç boyutu yansıtır;
• Mekansal olarak sınırlandırılmış bir alanda kendisinden başka hiçbir siyasi iktidara varlık hakkı tanımayan tam egemen ve meşru bir iktidar ve;
• Bu sınırlar dışarısındaki mekanda ise varlıkları yasal eşitlik ilkesi üzerine kurulmuş bir sistem içerisinde tanımlanabilen ve siyasal iktidarın varlığı/kabulüne dayanan ve onaylanan bir devlet sistemi. Bu ise devletin iki ayrı mekanda farklı biçimlerde tanımlanması anlamına gelmektedir.
• İçeride devlet-sivil toplum, siyasal-ekonomik alan, kamusal-özel alan kutuplaşmaları üzerine kurulu ve toplumsal alandan özerkleştirilmiş bir siyasi iktidar ve;
• Bu iktidarın, dışarıdaki eylemlerinin, içerideki sosyo-ekonomik yapı, toplumsal sınıflar ve katmanlar ile bunların (en azından bir bölümünün) farklı mekanlardaki benzerleri arasındaki ilişkileri yadsıyan bir biçimde ele alınması ve böylece de modern devletin, üzerine kurulduğu mekanda tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal bir dinamiğin ürünü olarak değil, soyut, olgusal bir kavrama indirgenmesi;
Bir sonuç olarak bu yaklaşımın Uluslararası ilişkiler alanındaki ifadesi ise;
• Gerçekte eşitsiz ve farklı gelişmiş ancak “egemen” olarak kabul edilen devletlerin, uluslararası mekanda eşit birer olgu olarak kavranması anlamına gelmektedir.
“Egemen” devletin tanımlandığı bu durumda, iki unsur daha bu tanımın kapsamında doğal olarak yer almaktadır; Siyasi iktidar ve vatandaş. Çünkü, devletin egemenliği ilkesi aynı zamanda siyasi iktidarın vatandaşlarına karşı ve vatandaşların devlete karşı birtakım hak ve yükümlülükleri olduğunu tanımlar.
Hak ve yükümlülüklere dayanan bu kurgu ise uluslararası ilişkiler alanının da kapsayacak biçimde, devletin meşru olarak içeriye ve gerektiğinde dışarıya karşı güç kullanma tekelini elinde bulundurması anlamına da gelir. Çünkü “egemen”liği tanımlanmış ve kabul görmüş bir devletin sürekliliğini sağlamak için güç kullanma erki kaçınılmaz bir zorunluluk olarak doğmakta olup, bu gücü kullanmanın temel gerekçesi ise her düzeydeki ȁhakların” koruması zorunluluğu olmaktadır.
Egemenlik ilkesinin bir başka boyutu ise, bir “ulus” kurgusu çerçevesinde, devletin sınırları içerisindeki bireyin, dışarıda kalanlarla ilişkisini de devlet aracılığıyla sürdürmek zorunda kalmasıdır. Bu durum, Linkleter’ın da belirttiği gibi egemen devletin oluşmasından önce yükümlülükleri birbirine karşı olan bireylerin, egemen devletin kurulmasından sonra sadece ulusun bir öğesi olarak, vatandaşlık çerçevesindeki bir yükümlülük boyutuna indirgenmesi ile de anlam kazanmaktadır. “İnsanlık görevleri” olarak adlandırılan bu görevler, modern devletin ortaya çıkışıyla birlikte dışarıdakilere karşı devlet aracılığıyla sürdürülecektir (Linkleter, A., 1990: 23-24). Çünkü, “Ulusal çıkarların” ve nihai olarak vatandaş çıkarlarının en üst düzeyde gerçekleştirmesi gerekliliği devletin, diğer “eşit” devletlerle doğal olarak rekabetini de zorunlu kılmaktadır.
Tüm bu tartışmalardan da izlenebileceği gibi modern devletin bir olgusu olarak gereksinim duyulan “vatandaş” tanımının temel öznesi olan insana (ya da dönemin gereksinimlerine uygun ifade ile) bireye de, geçmişten farklı bir yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Bu çerçeve içinde birey, sınırları belirlenmiş bir mekanda yaşayan; mekandaki diğer bireylere ve devlete karşı vatandaşlık bağından dolayı sorumlu ve yükümlü olan; bir toplum sözleşmesi olarak biçimlenmiş bireysel hak ve özgürlüklerini devrettiği siyasi iktidarın egemen tek güç olduğunu kabul eden; bu hak ve özgürlüklerin aynı siyasal iktidar tarafından korunup, geliştirip, gerçekleştirileceğini onaylayan; uymak zorunda olduğu yasalar kapsamında özel alanda/sivil toplumda kendisini/kendisi “eşit ve özgür” kabul eden/edilen; dışarıdakiler ile ilişkisini ise vatandaşlık ile bağlı olduğu egemen devlet üzerinden kurabilen; unsur olarak tanımlanabilir. Bu yaklaşımın ekonomik alan boyutundaki gerekçelendirmesinin özünde ise kapitalizm yatar. Feodalizme özgü siyasal iktidar örgütlenmesinden egemen-eşit-bağımsız devlete geçişte, kapitalizm referans olarak gösterilir. İster “tek bir iş bölümü, ama siyasal ve kültürel çeşitlilik” (Wallerstein, I.; 1974: 390) olarak tanımlansın, ister ticaretin, para ilişkilerinin ve değişiminin yaygınlaşması (Weber, M., 1978: Smith, A., 1976), ya da ulusal bir pazarın ortaya çıkması ve gelişmesi olarak adlandırılsın (Braudel, F., 1985: 204), egemen bağımsız modern devletin ortaya çıkışı ve yaygınlaşması kapitalist üretim ilişkileri ve kapitalist ekonomik sistem ile ilişkilendirilmektedir.
İleriki bölümlerde yapılacak tartışma için dayanak oluşturacak yukarıdaki değerlendirmeyi kısaca özetlemek gerekir ise, sınırları keskin bir biçimde çizilmiş mekanlar; bu mekanlar içerisinde bir ulusun özneleri kabul edilen vatandaşlar; bu vatandaşlar arasında yapılmış toplumsal bir sözleşmeye dayalı toplumsal sınıf, katman ve gruplardan bağımsız-özerk ve dolayısıyla nötr bir egemen bir devlet; ve ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek üzere hareket eden ve dolayısıyla her birinin bir diğerine karşı rekabet halinde bulunduğu egemen devletlerden oluşan bir uluslararası sistem. Böylece, özne olarak sunulan modern devlet ve buna bağlı süreçlerin ortaya çıkışının, tarihsel ve toplumsal bağlarından kopartılarak soyuta indirgenmesinin ağırlık kazandığı bir disipliner yaklaşımdan söz edilebilir.
Bu noktada, uluslararası ilişkiler çalışmaları içerisinde, devleti kendi kendini kapsayan, yalıtılmış ve tarihsel olmayan bir çerçeveye oturtan yaklaşımlara geçmişten beri eleştiriler yöneltildiği bir kere daha hatırlatılmalıdır (Wallerstein, I., 1974; Anderson, P., 1974; Rosenberg, J., 1994) Bu eleştirilerde yer alan devlet ve sivil toplum kutuplaşması ve bunun üzerinden ortaya çıkan devlet ve uluslararası sisteme ilişkin tanımlamalar, yukarda sunulan konunun tartışılması açısından bugün daha da önem kazanmaktadır.
Toplumsal güçlerin yeniden örgütlenişinin bir sonucu olarak ortaya çıkan “egemen devlet” kavramı, bir yandan halk-ulusun temsilciğini kapsarken, bu temsiliyetin ekonomik ilişkileri dışladığını ve bu alanın kendi iç dinamikleri içerisinde rekabete dayalı bir biçimde işlediğini belirler, öte yandan ise eşit ve özgür bireyler arasında gerçekleşen ilişkilerin (sivil toplumun) düzenli yürümesi için gerekli yasal düzenlemeleri yapmakla yükümlü olduğunun varsayılmasını bekler. Böylece toplumsal yaşamın kamusal alan dışında kaldığı varsayılan kısmı, siyasi olarak tanımlanmamış bir özel alan tarafından yürütülür(Rosenberg, J., 1994).Bu ayrışma uluslararası ilişkiler alanında, bir başka ülkenin yasama alanı içinde bulunan topraklardaki doğal kaynakların ve üretken iş gücünün kullanımının, siyasi erkin hakimiyeti aracılığıyla değil, “özel siyasi alan” aracılığıyla gerçekleştirmesinin de koşullarını oluşturur. Rosenberg aslında var olmayan “özel alan” ve ekonomik-siyasi alan ayrımının, sömürünün gizlenmesi için önemli bir araç olduğunu belirtir. Öte yandan, bu değişim basitçe imparatorluk sisteminden, ulus-devlet sistemine geçişi de simgelemez. Aynı zamanda “siyasi” olanın içeriği ve kapsamı da değiştiğinden küresel bir devlet sisteminin de varlığını gündeme getirir. Başka bir ifade ile eğer emperyalizm basitçe bir ülkenin, kendi toprakları dışında kalan topraklardan kaynak aktarımı için, o bölgelerde de siyasi hakimiyetini sürdürmesi anlamına geliyorsa; modern egemen devlet sisteminde bu işlev “özel siyasi alan” tarafından gerçekleştirilmektedir.
Liberal bir söylemle tüm dünyayı kapsayan bir “ekonomik sistem”(kapitalizm) zaten vardır ve ortaya çıkış itibarîyle bu yapıyı içinde taşır. Ancak, bu sistemin liberallerin iddia ettiği gibi yalnızca “ekonomik”, “özel alana” ait, “sivil toplumun” masumane yükselişini içeren ve dünyanın “demokratikleşmesine” yarayan bir sistem olup olmadığı tartışılması gereken bir sorundur. Sonuç itibariyle, modern devlet sisteminde ulusal ve uluslararası gücün hem “kamusal siyasi”( askeri,yasal ve toprak bütünlüğüne ait olan) hem de “özel siyasi”( kar amaçlı ve transnasyonel) boyutları vardır ve tanımı yapan Rosenberg’e göre bu ikisi birbirlerinden ayrılmayacak bir bütünü oluştururlar. (Rosenberg, J., 1994)
Bu çerçevede, ancak devlet ya da uluslararası toplum, üretim ilişkilerinin değişimine bağlı olarak tarihsel süreçteki toplumsal ilişkilerin sonucu ortaya çıkan bir olgu ya da belirli üretim ilişkilerine uygun düşen bir yapı olarak tanımlandığında, realizmin önerdiği devletlerin içeride tam egemen ya da dışarıda bağımsız ve “eşitliği” üzerinden bir küreselleşme tanımı ile, küreselleşmenin devletin egemenliğini azalttığı ya da sınırlandırdığı iddiaları tartışılabilir kılınır.
Küreselleşmeden Önce “Demokratikleşme”
Uluslararası İlişkiler hiçbir zaman eşit-bağımsız aktörler arasında gerçekleşen bir ilişkiler bütünü olmamıştır. Kuramsal olarak ve yasalar önünde eşit ve egemen oldukları varsayılan ulus-devletlerden oluşan bir uluslararası sistem tanımı da tarihsel olarak çok yenidir. 20. yüzyılın başlarında Milletler Cemiyetine bakıldığında, her ne kadar ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı kuramsal olarak kabul edilse bile, bazı ulusların kendilerine ait bir devlet kurabilmek için “yeterince gelişmedikleri” varsayımına dayanılarak, bunlara manda statüsünün verildiği ortaya çıkmaktadır. Her bir “ulusun” kendine ait bir devleti olabileceği, bu devletin belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olduğu, ve uluslararası sistemin bu egemen ulus-devletlerden oluşmasının yaşama geçmesi 18. yüzyılda başlamış, ancak II. Dünya Savaşı sonrasında “küresel” ölçekte gerçekleşebilmiştir.
1945 sonrası süreci, öncesinden farklı kılan en temel etkenlerden biri sömürünün biçim değiştirmesidir. 19. yüzyıl sömürgecilik biçimleri- doğrudan ya da dolaylı ilhak- dünyanın Avrupa ve Amerika dışında kalan bölgelerinin kapitalist üretim tarzına eklemlenme, bu eklemlenmenin o bölge sosyo-ekonomik, siyasi yapılarında yarattığı değişiklikler, bu süreçle bağlantılı olarak ortaya çıkan anti-emperyalist milliyetçi hareketler, 1917 Bolşevik Devrimi ve SSCB’nin kurulu sisteme alternatif bir sistemi temsil ederek ortaya çıkışı, kapitalizmin krizinin 1929 bunalımı ile somutlanması ve sınıf çatışmalarının derinleşeceğine ilişkin endişeler gibi nedenlerle farklılaşmıştır. Bir başka ifade ile bağımsız egemen devlet statüsü ve bunun “küreselleşmesi” ile toplumsal kaynakların biriktirilebilmesi ve iş gücünün kullanılması için eski sömürü biçimlerine gerek duyulmayan bir formül olarak ortaya çıkmıştır.
Bu formül aynı zamanda kapitalizmin krizini aşmak, liberalizmin ve emperyalizmin ortaya çıkardığı sosyal ve siyasal sorunlara sistemin işleyişini tehlikeye düşürmeyecek bir biçimde emek-sermaye ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini de kapsamak zorunda kalmıştır. (Akkaya, Y., 2001) Bunun yanı sıra, 19. yüzyıl emperyalist güçlerinin yerine yeni hegomonik güç olarak ortaya çıkan ABD’nin, kendi çıkarları gereği eski sömürgelerde siyasal bağımsızlığı teşvik eden bir tutum sergilemesi de süreci etkileyen bir diğer olgu olarak vurgulanması gereken bir başka boyuttur. Bu gelişmeler, devlet-sivil toplum ayrımına dayalı yeni düzenlemenin, emperyalizmin bu yeni biçimiyle uluslararası alanda boy göstermesi anlamına gelmektedir.
Bu bağlamda devletin ekonomiye müdahalesine dayanan, sosyal politika önlemlerine ağırlık veren, eski sömürgelerde ulusal-kalkınma politikalarını benimseyen refah devleti modeli, bir yandan küresel artığın özel alan aracılığıyla yeniden dağıtımını içermiş, öte yandan emek-sermaye ilişkilerini geçmişe göre göreli olarak emek lehine (haklar ve özgürlükler bağlamında) yeniden tanımlıyor gözüken “ilerlemeci” bir görünüme bürünmek zorunda kalmıştır.
Bu durumun gereği geçmişte yalnızca vatandaşlık ilişkilerinin düzenlenmesi ve ulusal yasama ile biçimlenen devletin yükümlülükleri refah devlet modelinin uygulamaya konulmasıyla birlikte, vatandaşa karşı yükümlülüklerin kapsamını da genişletmiştir. Bu çerçevede devlet “kamu hizmeti”nin sınırlarını, altyapı hizmetlerinin sunulmasından, sağlığa, eğitime, çalışanların sosyal güvenlik mekanizmalarının oluşturulmasına, vb.lerine kadar genişleten, toplumsal katmanlar ve gruplar arasındaki farklılıkları-eşitsizlikleri (cinsiyet, yaşlılık gibi) kısmen göz önünde bulunduran bir program içinde işlev üstlenmek durumunda kalmıştır.
Bu programın bir başka boyutu da yukarıda belirttiğimiz devlet-vatandaş ilişkileri çerçevesinde vatandaşlığın içerdiği haklar ve özgürlükler düzeyinde, vatandaş lehine tanımlamaları da kapsayan bir değişikliği de kapsamasıdır. 1945 sonrasında hem ulusal, hem de uluslararası düzeyde, hak ve özgürlükler bağlamında vatandaşlığın genişlediği, “evrensel” olarak tanımlanmış bir yasal yapı sunumu, bu çizgileri bütünleştirmiştir. Öyle ki, Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile hak ve özgürlüklerin siyasi ve sivil haklardan başlayarak, kadın, çevre ve gelişme hakları gibi bir dizi hakları da kapsayan ve uluslararası sözleşmelere konu olan bir gelişiminin de önü açılmıştır. Bu süreçte, çeşitli ülkelerde, özellikle Batı Avrupa devletlerinin anayasaları ve yasalarında insan hak ve özgürlükleri temelinde düzenlenmelerin söz konusu olması ve özellikle emekçi kesimlerin bu hak ve özgürlükleri daha da genişletme uğraşı ve zaman içinde elde ettikleri kazanımlar, kamunun yükünün artmasına neden olmuştur.
Aynı süreçte, Birinci ve İkinci Dünyanın dışında kalan bölgelerde ise bir dizi karmaşık gelişme söz konusudur. Bağımsızlık savaşları ya da çabaları sonucu eski sömürgelerde ortaya çıkan devletler, Sovyet modelinden esinlenen merkezi planlama ya da ithal ikameci ve uluslaştırma politikalarıyla, sanayileşme ile kalkınma yöntemini izlemiş, bazı ülkelerde toprak reformları gündeme gelmiş, ve geniş halk kitlelerinin eğitimi bu politikaların içine dahil edilmiştir. (Hobsbawn, E., 1996: 400-407) Yeterli sermaye birikimi olmayan bu ülkelerde devlet denetimi altındaki ekonomi aracılığıyla kalkınma yöntemleri kamusal mülkiyet biçimlerinin ekonomi içerisindeki ağırlığını arttırırken, gümrük vergileri, fiyat denetimleri ve ithalat lisansları benzeri koruma uygulamalarıyla sanayileşmeye destek sağlanmaya çalışılmış, ancak kaynak yetersizliği nedeni ile üçüncü dünyanın dış borcu ödenemeyecek ya da ekonomiyi iflasa sürükleyecek biçimde aynı sürecin sonunda artmıştır.
Üçüncü dünyada yönetsel alanda da bunalıma yol açan bu gelişmeler, Hindistan ve Tayland dışında askeri rejim deneyimi geçirmemiş bir üçüncü dünya ülkesinin kalmamasını da beraberinde getirmiştir. (Hobsbawn, E., 1996::403) Bu ülkelerdeki askeri rejimler ya da meşruluğu tartışılır siyasi iktidarlar varlıklarını sürdürürken, özellikle Afrika’da sömürgesizleştirme sürecinden kaynaklanan sivil savaşlar, etnik çatışmalar, Orta Doğu’da ve Çin, Hindistan ve Pakistan bölgesinde yoğunlaşan bölgesel çatışmalar da bu rejimlerin militarize olmasına katkıda bulunmuş, “demokratik” olarak kabul edilen (İsrail ve Türkiye gibi) ve edilmeyen rejimlerde ordunun-devlet içindeki-ağırlığı artmıştır. Ancak, aynı süreçte, bu ülkelerde işçi sendikaları, öğrenci eylemleri ve bazı ülkelerde ise topraksız köylülerin de içinde bulunduğu demokratikleşme, insan hak ve özgürlüklerine dayanan rejimlerin kurulması talebi, toplumsal bir muhalefet çerçevesinde ortaya çıkmış ve zaman zaman etkili olmuştur.
Tüm bu gelişmeler ışığında gelişmiş ülkelerde vatandaşların devletten hak ve özgürlüklerinin sağlanması ve korunması yönünde beklentilerini tanımlayan yasalar ve uygulamaların tümüyle olmasa bile yaşama geçirildiği, gelişmekte olan ülkelerde ise gelişmiş ülkeleri örnek alan bir tanımlama içinde toplumsal beklenti ve taleplerin sürdüğü belirtilebilir. Bu durum aynı zamanda, özellikle 1970’lerde “demokrasinin krizi” olarak adlandırılan, siyasi ve ekonomik karar alma mekanizmalarının daha fazla kontrol edilmesini yönelik taleplerin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da yükselmesine de zemin hazırlamıştır. Bu talepler, üçüncü dünyadaki diktatoryal, baskıcı ve otoriter rejimlerin son bulmasına ilişkin yükselen toplumsal talepler ve muhalefet ile birleştirildiğinde, tüm dünyada temsili demokrasinin krizi üzerine bir tartışmanın da koşulları oluşmuştur. Bu eğilim, Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da savaş karşıtlığı, ırkçılık karşıtlığı, cinsiyet politikaları gibi olaylarla 1968’lerden itibaren ifadesini bulmuştur. Üçüncü Dünyada ise anti-emperyalist, sosyalizm hedefi olan, insan hakları ihlallerinin son bulmasını talep eden, temsili demokrasiye kurumları ve kuralları ile işlerlik kazandırmak isteyen, ve zaman zaman geniş katılımlı eylemlere ve silahlı çatışmalara, sivil savaşlara ve devrime varan karmaşık bir süreç söz konusudur. Kabaca bakıldığında, birkaç istisna dışında, tüm bu eylemliliklerin ulus-devlet sınırlamasına bağlı kaldığı ve varolan ülke sınırları içerisindeki siyasi otoritenin politikalarını etkilemeye ya da dönüştürmeye yöneldiği belirtilebilir. Ulus-devlet modeli çerçevesinde içeride ortaya çıkan “uzlaşma” ve ulusal çıkarları içeren “dayanışma”yı gözardı edemeyen (en azından muhalif kesimleri bir arada tutmak adına kesip atılamayan) ve “ulusal çıkarların” maksimum düzeyde gerçekleştirilmesi üzerinden yapılan tanımlamalar ile milliyetçi öğeleri içermek zorunda da kalan karşıtlık politikaları, uluslararası rekabeti de gündemine taşımış ve bu durumda ȁhalkların dayanışması” olarak tanımlanabilecek süreçlerin önünü kesen bir faktör olmuştur denilebilir. Bu süreçte, milliyetçiliğin yanı sıra etnik çatışmalar, din temelinde ayrışmalar hem ulusal/sınıfsal hem de uluslararası dayanışmayı engelleyen faktörler olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Refah devleti modeli ise gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasında sınıf temelinde bir dayanışmanın gerçekleşmesini, özellikle gelişmiş ülke işçi sendikaları ile devletleri arasında ortaya çıkan uzlaşma/korporatist uygulamalar nedeniyle önlemiştir.
Küreselleşme ile “Demokratikleşme”
1970’lerde ortaya çıkan kapitalizmin yeni bunalım dönemi, yukarda tanımlanan çizginin terk edilmesini ve yeni bir yaklaşıma yönelinmesini gerektirmiştir. Özellikle 1980 sonrasında ivme kazanan bu yaklaşım, kamusal mülkiyet biçimlerini reddeden, sermaye hareketlerini ulusaşırı özel alan-sivil toplum içerisinde kabul eden ve her boyuttaki mekan içerisinde sermayeye sonsuz hareket serbestisi sağlanmasına ilişkin tanımlamalar içeren bir çizgiye oturmaktadır. Kısaca neo-liberal olarak adlandırılan bu yaklaşım, devletin egemen-bağımsız statüsünün “sermaye hareketliliğinin” dışında kalacak biçimde sürdürülmesinden yana bir tavır sergilemektedir. Küreselleşme terimiyle ifadesini bulan neo-liberal politikalar, 1945 sonrasında devletin müdahalesini kapsayan ve gelişmiş ülkelerde “sosyal refah devleti” ve gelişmekte olan ülkelerde ise “ulusal kalkınmacı” politikalardan vazgeçilmesi olarak özetlenebilir. Kapitalizmin “yeni” bunalımından çıkış yolu olarak, daha önceki süreçte kısmen devletin müdahale alanı içinde tanımlanan özel-piyasa alanından tamamen el çekilmesi gerektiğinin altı çizilmekte ve devletin ekonomik alandaki egemenliğinin erimesi tanımlanmaktadır. Esnek üretim biçimlerinin yaygınlaştırılması, özelleştirme, yapısal uyum programları, doğrudan dış yatırımların gerçekleşebilmesi, vb. konularda gerekli mevzuat değişiklikleri ve politikalar tanımlayan bu yaklaşım ile ekonomik alanda “düzeltmelere” yönelinmekte ve buna bağlı olarak da devletin egemenliğinin ortadan kalkmakta olduğu savlanmaktadır.
Bunun yanı sıra uluslar arası alanda ise “Washington Oydaşması” ile yaratılan 𠇍yanışma” içinde, neo-liberal politikalarca yapılan belirlemelerin dışında ulusal politikaların tanımlanması ya da ulusal boyutta hareket edilmesini önleyen mekanizmalar da oluşturulmaktadır.(Gill, S., 2002) Gill’in tanımladığı üç önemli faktör- inanırlılık, tutarlılık ve güven- çerçevesinde, kamunun finans ve para politikaları, neo-liberalizmin makro ve mikro iktisadi önermeleri çerçevesinde piyasa koşullarına bağlanmakta, böylece sermayenin, devlet ve sivil toplum tarafından alttan alta desteklenmesinin koşulları yaratılmaktadır. Bir başka ifadeyle, neo-liberalizm, yatırımcıların tanımladığı “inanırlılık” ölçütleri içinde, hükümet politikalarının “tutarlılığı” ve “güvenirliliği”nin kanıtı olarak kamu politikalarının yeniden tanımlanmasını beklemektedir. Anayasal ve kurumsal önlemler aracılığıyla sürdürülen bu yeniden yapılanma işlemi, sermayenin sınır tanımaksızın hareket etmesi ve toplumsal sınıflar arasındaki güç dengesinin sermaye lehine yeniden örgütlenmesi çerçevesinde, devletin by-pass edilmesi ile değil, ulus-devletin kendisini yeniden yapılandırması ile gerçekleştirilmektedir. Küresel sermayenin güvenini sağlayacak yasal değişikliklerin ulusal kapsamda gerçekleştirilmesinde, IMF ve Dünya Bankasınca oluşturulan yoksulluğu önleme strateji ve politikaları, dış borç yönetim stratejileri, karşılıklı yatırım anlaşmaları, NAFTA benzeri bölgesel yapılar vb. ile Dünya Ticaret Örgütünün gerçekleştirdiği küresel düzenlemeler belirleyici olmaya çalışmaktadır. Böylece, “serbest ticaretin” yapılabileceği ortamları yaratacak yasal düzenlemeler ve vergi rejimleri, devletin yeniden yapılandırılmasının temel hedefi olmaktadır. Tüm bu değişiklikleri tam anlamıyla gerçekleştirmeyi reddeden, “ödevini tam anlamıyla yapmayan” ya da kendisi için tanımlanmış çerçevenin dışında beklenmedik bir “gelişme” sağlayan devletler ve vatandaşları ise sistem tarafından dışlanmayı göze almak durumunda kalmaktadırlar. IMF’nin eline geçen beklenmedik gelir fazlasını dış borç ödemelerinde kullanmak isteyen Kenya ile görüşmeleri aniden kesmesi ya da sömürge döneminden kalan toprak mülkiyeti yapısını siyahlar lehine yeniden düzenlenmesini hedefleyen Zimbabwe’ye desteğini kaldırdığını belirtmesi bu dışlanmanın en uç örnekleridir. (İnsel, A.,2002; www.imf.org, 2002) Standarts and Poor benzeri kuruluşlarca herhangi bir ülkenin “kredibilite” notunun düşürülmesi ve o ülkelerin zaten zorlanan ekonomik dengelerinin krize dönüşecek biçimde bozulması daha dolaylı ve gözden kaçan dışlanma örnekleri olarak nitelendirilebilir. Bu durum Panitch’in de belirttiği gibi yalnızca “kapitalist piyasanın ulusaşırılaştırılmasına uygun ulusüstü devlet mekanizmalarının kurulması” anlamına gelmeyip, daha çok devletin “kendi ekonomisini yönetmek için kullandığı ekonomik ve diğer politikaların gelişmesinde sorumluluk üstlenmediği/üstlenemediği” anlamına da gelmektedir. (Gowan, P., 2001)
Bütün bunların yanısıra, küreselleşme ile uluslararası düzeninin asıl aktörü sayılan egemen ulus-devletin “küçültülmesi” ve “gücünün sınırlandırılması”, küresel ölçekte demokratikleşme ve insan haklarının yaşama geçirilmesi tartışmaları, uluslararası düzenin neo-liberal yeniden yapılandırma çabalarıyla birlikte gündeme gelmiştir. Neo-liberal yeniden yapılanma, liberal demokratik siyasa alanında “demokrasinin demokratikleşmesi” olarak tanımlanabilecek temel birtakım önermeler ve araçlar sunmaktadır.(Giddens, A., 1994: 113) Bu önermeler içerisinde en belirgin olanı kapitalizm ve liberal demokrasinin biri olmadan diğerinin olamayacağı tanımlamasıdır. Bu önerme, kapitalizmin bireyin özerkliğini, özgürlüğünü ve haklarını tanıyan tek sistem olduğu varsayımına dayandırılmaktadır. (Fukuyama, F., 1992: 200,206 ) Kapitalizm ve liberal demokrasinin birlikteliği, devleti bireyin haklarını koruyan ve tanıyan bir temsiliyet temelinde tanımlayarak, toplumsal sınıflar, katmanlar, kimlikler-etnik, cinsiyet- karşısında özerk ve nötr olarak sunmakta, toplumsal ve ekonomik gelişmeyi ise laisse faire ilkelerinin geçerli olduğu sivil alanın sihirli işleyişine bırakmaktadır. “Demokrasinin demokratikleşmesi” sürecini hızlandıracak, derinleştirecek ve köklü kılacak, varolan temsili demokrasinin kurumlarının dışında siyasanın araçlarını da tanımlamaktadır. Bu bağlamda, sivil toplumun devlet karşısında güçlendirilmesi, katılım, yönetişim, bölgeselleşme, yerelleşme gibi araçlar gündeme getirilmektedir. Aslında bu yeniden tanımlama, küreselleşme ve neo-liberal demokrasi anlayışı çerçevesinde bir zorunluluğu da içermektedir. Refah devletinin ve “ulusal kalkınmacı” politikaların doğrudan ve dolaylı olarak ortaya çıkardığı kamu hizmetlerinden ve gereksinim duyduğu kamusal mülkiyet biçimlerinden vazgeçilmesini talep eden küreselleşme, bu bağlamda ulus-devletin merkezi yapısı ve bu merkezi yapının yarattığı sınırlılıklardan da sıkıntı duymaktadır. Nitekim, bu sıkıntıyı giderecek yeni “demokratik ” açılımları içeren formüller de, merkezi yapının yarattığı baskıdan yılan tüm kesimleri kapsayacak bir “bütünlük” ve hız içinde sunulmaktadır. Neo-liberalizmin öne sürdüğü, “good governance”(iyi yönetişim), “corporate governance” (şirket yönetişimi), “New Public Management” (Yeni Kamu Yönetimi), “post-modern kamu yönetimi”, e-devlet vb. değişim öneren yönetim biçimleri ulus-devlet içerisinde merkezin ağırlığını ve gücünü küresel sermaye lehine değiştirmenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Sivil toplum örgütleri aracılığıyla halkın yönetime doğrudan katılımını sağlayacağı savlanan yönetim formülleri olarak gündeme gelen bu mekanizmalar, temsili demokrasinin sınırlılıklarını ortadan kaldırmak bir yana, kimin katılacağı, hangi koşullarda katılacağı, hangi aşamada katılacağı gibi son derece temel bir takım konularda önceden hazırlanmış bir çerçeve içerisinde katılımı tanımlamaktadır(Göktürk, A., 2002a, 2000). Önerilen bu formüller, toplumsal siyasaları parçalamakta, devletin vatandaşı karşısında refah dağılımını sağlama bağlamında yükümlüklerinden kurtulması anlamına gelebilecek bir sürece işaret etmektedir. Tüm bu mekanizmalar, ulus-devlet içerisinde bir bütün oluşturan ve devletin hesap verebilirliği üzerine temsili de olsa kurulu yasama, yürütme ve yargı süreçlerini, parçalayarak, “özerk ve bağımlı” yerel, bölgesel, ulusal, uluslararası ve ulusaşırı alanlar oluşturarak kamusal bütünlüğü bozan, aşındıran ve dolayısıyla hesap verilebilirliği bir anlamda ortadan kaldıran bir yapıyı önermektedir denilebilir.
Henüz tam anlamıyla gerçekleştirilemese de devletin ekonomik politikaların oluşturulması ve uygulanması aşamalarından el çektirilmesi, devletin vatandaşlarına karşı sorumlu ve yükümlü olmasının hayata geçiş yöntemi olan ȁtemsili demokrasi” modelinden de önemli bir kopuşu tanımlamaktadır. Nitekim, sürecin bir başka boyutu da, vatandaşlık hakları ve özgürlüklerinin, yalnızca ulus-devlet modeli içerisinde tartışılamayacak olması ile biçimlenmektedir. Fransız devriminin “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” ilkeleri üzerinde gelişen, bir ulusa ait olmak sıfatıyla kazanılan ve uzun mücadeleler sonucunda geliştirilen ve genişletilen vatandaşlık hak ve özgürlüklerinin, yalnızca vatandaşı olunan devlet muhatap alınarak korunması ve sürdürülmesinin mümkün olmadığı bir durum oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu oluşum, tıpkı egemen ulus-devletlerden oluşan uluslararası sistemde yasadışı mültecilerin yaşadığı duruma benzer biçimde, karar alma süreçlerinin içerisinde belirleyici olamayan devletlerini sorumlu ve yükümlü tutamayacak bir vatandaşlık konumu ile karşı karşıya gelinmesi açıklanabilir. Küreselleşmenin ulus-devleti yeniden yapılandırması sürecinde devletin bu güne kadar üstlenmiş olduğu bir takım işlevlerin özel alana-sivil topluma bırakılmasıyla; bir kısım hakların da sermayenin ve örgütlerinin tahakkümünün alanına sokulması doğal bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum başka bir ifade ile extra-territoryal rejimler yaratılması, ya da ulusal yasama ve yargı sisteminin dışında kalabilecek mevzuatın oluşturulması ile yalnızca devletin “egemenliğinin aşındırılması” değil, aynı zamanda vatandaşlığın mültecileştirilmesini sağlayacak bir süreci de beraberinde getirmektedir. Çünkü, devletin yeniden yapılandırıldığı bu süreçte, haklarının gaspı karşısında bireyin sorumlu tutabileceği, hesap sorabileceği mekanizmalar da ulus devletin sınırları dışına çıkarılmaktadır.
Kaldı ki, bireyin mülteci vatandaş konumu, yalnızca söz konusu mekanizmaların yeni konumlanışı ile de sınırlı kalmamaktadır. Neo-liberal yeniden yapılanmanın mantığı, devletin müdahale edip/etmemesi gereken (ve gereklilikleri ulusaşırı alanda belirlenen) durumlar içeren piyasa-sivil toplumun, sözde kendi iç dinamik ve işleyişi içerisinde gerçekleştirilecek yine sözde bir “ekonomik gelişme ve kalkınma” kurgusunu içermektedir. Bunun anlamı, vatandaşın karşısında artık hükümetler, bürokrasi, siyasal partiler vb. ile ilişkisi bulunmayan, beslenme, barınma, eğitim gibi bir takım hakları gerçekleştirmek ya da merkezi planlama aracılığıyla bölgesel dengesizlikleri gidermek, kent politikaları uygulamak yükümlülüğü olmayan, işlevi gereği temel hedefi karını maksimize etmek olan, dolayısıyla “kamusal alanda” sorumlu tutulmayan/tutulamayan ve hesap sorulamayan piyasa/özel alan/sivil toplumun bulunmasıdır.(Göktürk, A., 2002b) Ulusal düzeydeki yasama yargı ve yürütmenin klasik alanının dışına çıkarılarak yerel, bölgesel, uluslararası ya da ulusaşırılaştırılan süreçler aracılığı ile vatandaşın karşısında devletin hesap sorulabilirliğini sınırlayan bir durum yaratılmakla kalmayıp, aynı zamanda (klasik anlamda) vatandaşlığın kapsam ve içeriği boşaltılarak, değiştirilmekte ve yeniden (müşteri ya da şirket vatandaşlığı gibi) tanımlanmaktadır.
Bütün bu gelişmeler çerçevesinde, küreselleşme karşıtlığı boyutunda da farklı bir zemin oluşmaktadır. Yukarda sunulan çerçeve, yalnızca egemenliğin ve vatandaşlığın yeniden tanımlanması anlamına gelmemekte, aynı zamanda egemenlik, vatandaşlık ve milliyetçilik arasında kurulmuş olan ve refah devleti ile ifadesini bulan “uzlaşmanın” da yok sayılmasının bir göstergesi oluşmaktadır. Bu noktada hemen belirtilmesi ve tartışmanın ilerideki aşamalarında derinliğine irdelenmesi gereken bir başka boyut ise, vatandaşlığın mültecileştirilmesinin, vatandaşın devlete karşı sorumluluklarının ve yükümlülüklerinin sürmesi kaydıyla gerçekleştirilmesidir. Bir başka ifadeyle dün refah devleti modeli üzerinden kurulan “uzlaşma”, iki farklı ve çelişen gelişmeyi de kapsamıştır. Bu kapsamda;
• • birinci ayağı, vatandaşı, devletin mutlak egemenliğinin gereği ve şiddet kullanma tekeline karşı “meşru” olma zorunluluğunu koyan ve sistemin sınırları içerisinde de olsa, muhalefet etme zeminini oluşturan hak ve özgürlükler alanı olmuştur.
• • ikincisi, ve birinciyle çelişkili olanı ise bu uzlaşmanın, devletin “gözetim ve denetim” faaliyetlerini de, “demokratik” bir biçime büründürmüş olmasıdır.
İkinci anlamıyla bakıldığında, küreselleşme ve neo-liberal demokrasi uygulamaları ile ulusal egemenlik ve vatandaşlığın içeriğini ve kapsamını değiştirecek bir sürecin önü açılarak, “uzlaşmanın” giderek bozulması ile kalınmayıp, aynı zamanda bugüne kadar “demokratik ve meşru” kabul edilen şiddet kullanma tekelinin “niteliğinin” de değişeceği bir ortamı kaçınılmaz olarak hazırlanmaktadır. Bu durumun anti-kapitalist ve anti-küreselleşme bağlamında tercümesi, egemenlik, vatandaşlık ve milliyetçilik sac ayaklarıyla kurulan ulusal-toplumsal dayanışmanın bozularak bireyi “ulusal”dan kurtaracak ve özgürleştirecek, böylece ulusalı aşan bir biçimde ve başka bir zeminde dayanışma oluşturabilecek bir potansiyeli içinde barındırmasıdır. Ancak, bu aynı zamanda, şiddet kullanma tekelinin “meşru ya da demokratik” bir zeminde tanımlanabilmesinin koşullarının da ortadan kalkmasını getirmektedir. Bu bağlamda, ulus-devletin şiddet kullanma tekelinin meşruluğunun tartışılacağı bir zemin ortaya çıkmakla kalmayıp, bunun ötesinde devletin “gözetleme ve denetleme” faaliyetlerinin kapsamının genişletilmesinin de koşulları oluşmaktadır. Hatta teknoloji alanındaki gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda, bu “denetimin” Orwell’in ünlü Büyük Biraderi benzeri bir biçime bürünmesi hiç de olanak dışı gözükmemektedir. Ancak, kabaca sınıflandırırsak, 1900-1945 arası birbirlerine karşı (İngiltere, Fransa, Almanya gibi), 1945-1990 arası soğuk savaş bağlamında “Şeytan İmparatorluğu” gibi tanımlamalara benzer bir biçimde, “dışarıdaki”, “biz ve onlar” ya da “iyi ve kötü” kurgulamalarının yapılabileceği bir zemin, devletin hem içeride hem de dışarıda “meşru” bir şiddet kullanma tekelini elinde bulundurmaya devam etmesinin gerekçesi olarak sunulabilir gözükmektedir.
Öte yandan tüm bu gelişmelerin uluslararası hukuk çerçevesinde de değerlendirilmesi gerekmektedir. Hemen belirtilmelidir ki, devletin egemenliği ilkesi üzerine kurulu uluslararası sisteminin işleyişinin dayanağı, aynı temelde yükselen uluslar arası hukuk sistemidir. Başka bir ifade ile egemenlik ilkesi üzerinden yapılan devlet tanımı, uluslararası hukukun vazgeçilmez bir öğesidir. Yukarda da tartışıldığı gibi en dar boyutu ile “egemenliğe” dayalı bir “eşitlik” üzerinden ulusal çıkar, rekabet ve çatışma ortamları yaratılmakta ve aynı ilkeler çerçevesinde çözümler de üretilmektedir. Küreselleşme ile ivme kazanan bir gelişme ise, uluslarüstü (ya da devletler üstü) çözüm mekanizmalarının, (ulus-devletlerin karar mekanizmalarından aldıkları onaylara da dayanarak) uluslararası alanda tartışmasız bir üstünlük elde etmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşmenin savladığı “bireysel hak ve özgürlük”lerin korunması ve geliştirilmesini de kapsamı içine alan bu mekanizmalar, bireysel, kurumsal, devlet vb. geniş bir alanda ortaya çıkan sorunları çözüme ulaştırma işlevi üstlenmekte ve bu çerçevede de farklı düzeylerdeki kesimlere başvuru hakkı tanımaktadır. Bu farklı düzeylerdeki başvuru hakları ise farklı bir seyir içinde ve farklı muhataplara rücu edilen sonuçlar doğurmakla kalmayıp, “özel alan” için açılım sağlamaktadır. Örneğin, Uluslararası Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bireysel başvuru hakkının varolduğu kabul edilen kurumlardır. Ancak,bugünkü koşullarda tek tek bireylerin bu haktan haberdar olması ve pratiğini gerçekleşmesi ile de bireyin nihai muhatabı ȁulus-devlet” olmaktadır. Bu pratiğin ötesinde insan hakları hukukunun bütününün “gerçekleştirilebilir” ve “gerçekleştirilemez” olarak ayrıştırılmasının yanı sıra özellikle ekonomik ve toplumsal hak ihlalleri durumunda ise zaten ulus-devleti aşan bir mekanizma bulunmamaktadır.(Tol-Göktürk, E. D., 2002) İçinde bulunduğumuz bu süreçte, birey açısından ortaya çıkan bu tablonun yanı sıra “kurumlar” için de Ulusaşırı anlaşmazlıkların çözümü için öngörülen mekanizmalar oluşmuştur. Bu çerçevede GATT/Dünya Bankası panellerinde “kurumları” adına resmi olarak her ne kadar yalnızca devletlerin birbirlerine dava açabilmesi tanımlanmışsa da, uygulamada zarar gören endüstriler ya da şirketlerin ulusal devletleri üzerinden hem davanın açılması, hem de davanın yürütülmesi sürecine dahil edilmesi söz konusu olmaktadır (Keohene, R.O., Moraycsik, A., Salughter, A., 2000) Bu çerçeve, bireysel başvuruyu ancak Uluslararası Adalet Divanına(UAD) başvuru ve davanın sonuçlanması koşuluna bağlamaktadır. Çünkü, Dünya Ticaret Örgütünün kuralları gereğince, bireyin karşılaştığı hak ihlali ya da zarar, ulusal yasamanın kapsamı dahilinde kabul edilip, ulusal yasamayı aşan başvurular ise “kamu malları” kapsamındaki davalarla ilgilenen UAD’na terk edilmektedir. Bu işleyiş, bireye yönelik hak ihlallerini önleyecek mekanizmaları ulus devlete yönelten bir süreç tanımlarken, özel alanda faaliyet gösteren, kamusala dahil olmayan endüstri ve şirketlere, ulus-devlet aracılığı ile kullanabilecekleri yeni mekanizmalar üretmekte ve bu yapı içinde kamuya yeni yükümlülükler tanımlamaktadır.
Buraya kadar sunulan çerçevede konulan hedefler, David Held ve Antony Giddens önerileri ile somutlanmaktadır. Yazarlara göre, kapitalist ekonomik sistem ve uluslararası sistemin oluşturduğu ekonomik, toplumsal ve siyasal yapı, her bir ulus-devlet ekonomisinin küreselleşmeye tabi olmasını ve aynı zamanda her bir ulus-devletin en azından temsili demokrasinin kurum ve kurallarına işlerlik kazandıracağı bir sürece yönelmesini getirecektir. Bu yöneliş (dialogic democracy), sivil toplumlar aracılığıyla bölgesel, kıtasal ve küresel birliklerin kurulması ve demokrasinin demokratikleştirilmesi için gereklidir. (Giddens, A., 1994: 123 ve Held, D., 1994: 26-27)
Oysa kapitalist sistem içerisinde var olan toplumsal sınıflar ve güç dengeleri, Rosenberg’in de tanımladığı gibi “sivil toplum imparatorluğunun” “liberal demokrasi imparatorluğuna” dönüşmemesi için geçerli bir neden ya da somut bir kanıt/tartışma sunmamaktadır. (Rosenberg, J., 2001)
Çünkü, bu süreç kendinden önceki süreçlerdeki gibi -feodalizmden , kapitalizme- kendi içerisinde çelişkilerini barındırmaya devam etmekte, derinleştirmekte ve zaman zaman sermaye açısından iradi olmayan, denetlenemeyen “boşluk alanları” oluşturmaktadır.
Küreselleşme, Küreselleşme Karşıtı Hareketler ve Uluslararası İlişkiler
Küreselleşme karşıtı hareket Seattle’da Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısını protesto ile dünya kamuoyunun gündemine geldi. Daha çok kimlik politikaları, sorun temelli örgütlenmeler (insan hakları, çevre, barış vb.), anarşistler, eski Vietnam askerleri ve bireylerden oluşan ve içerisinde işçi örgütlerinin de yer aldığı protestocular, Dünya Bankası’na, IMF’ye, ABD’ye, AB’ye, çok uluslu şirketlere karşı eylemlerini, dünyanın çeşitli ülkelerindeki benzer mücadelelerini, kendi ulusal sınırlar içerisinde veren hareketler(in en azından bir bölümü) ile birleştirdiler. Daha çok eylem alanında gerçekleşen bu birleşme, hiyerarşik olmayan, merkezi bir örgütlenmesi bulunmayan, zaman zaman farklı ve çelişen politikalara sahip olan bir biçimde genişletildi. Çok-kültürlülük, çok kimlilik, farklılık ve çeşitlilik içeren bir dizi eylemlilik, hem sınıfsal örgütlülükleri hem de bir çok toplumsal grubu, katmanı ulus-devletin sınırlarını aşan bir biçimde bir araya getirerek, “küresel” bir ölçeğe ulaştı.(World Social Forum, 2002)
Naom Chomsky bu durumu ironik bir biçimde, kısaca “skiden buna sınıf mücadelesi derdik.” ifadesi ile tanımlamakta, ancak altını çizdiği- bir tarafta devletin, sermayenin, uluslararası örgütlerin ve ulusaşırı dev şirketlerin, diğer taraftaysa tüm bunlara karşı olanların, gerçekleştirdiği mücadele ile oluşan-bu yapının önemsenmesi gerektiğine de dikkat çekmektedir.(Chomsky, N., 2002)
Chomsky’in de rahatsız edici bir biçimde ifade ettiği gibi, küreselleşme karşıtı hareket, kendini sınıf temelinde örgütlenmiş bir hareket olarak tanımlamaktan oldukça uzak bir çizgi sunmaktadır. Bugüne kadar ortaya çıkmış sınıf mücadeleleri ile karşılaştırıldığında hem örgütlenme biçimi hem kullandığı araçlar hem de ulusal-sınırları aşan eylemliliğiyle, tarihsel örneklerinden farklılaşmaktadır. Sistemin reforme edilip edilmemesi, şiddet kullanılıp kullanılmaması gibi temel konularda farklı tavırlar ve tanımlamalar içerisinde olan bu eylemliliği basitçe “küresel bir sınıf mücadelesi” olarak nitelemek kolay olmasa da, bu duruma yönelebilecek bir sınıfsal yapıyı hem kendi içerisinde hem de yöneldiği hedef anlamında barındırmaktadır. Bu türden bir eylemlilik hem demokrasinin demokratikleşmesini gündemine alan, hem de meşruluğunu bireyin haklarının sağlanması ve korunması üzerine oturtan, neo-liberaller tarafından bile kolayca gözardı edilmeyecek bir platform tanımlamaktadır.
Küreselleşmenin iradi olmayan ve uluslararası alanı etkileyen sonuçlarından birisi de, ulus-devlet inşası sürecinde, yapılan bir toplum sözleşmesi kapsamında 𠇍yanışmayı” ulusal sınırlar içerisinde ve “ışarıdakine” karşı tanımlayan ve böylece “sınıf dayanışmasının” önünü uluslar arasındaki rekabet gerekçesiyle bir biçimde kesen yaklaşımında tartışmaya açılmış gözükmesidir. Toplumsal sınıfların ulus-devletler içerisinde “uzlaşmasına” dayalı refah devletinin erozyonu ve vatandaşlığın mültecileştirilmesi, devlet ile ulus arasındaki en temel bağı kuran vatandaşlığın, bir yanda hak ve özgürlükler ve diğer bir yanda yükümlülükler bağlamında yeniden tanımlanmasının gerekliliğine işaret etmektedir. Bu noktada, vatandaşın devlete karşı yükümlülükleri kapsamında, birbirini içermekle birlikte, birbirine karşıtmış gözüken iki ayrı sürecin bir arada geliştiğini vurgulamak gerekir.
Bir yandan, küreselleşmenin yaptığı tanımlara uygun bir “ulusaşırı vatandaşlık”, “çok kültürlü vatandaşlık” ya da “dünya vatandaşlığı “ kavramsallaştırması ki bununla işaret edilen, bir ulus-devletin üyeliği nedeni ile o ulus-devlete karşı duyulması gereken yükümlülükleri sınırlanması ve aynı zamanda “yalnızca insan olma kaynaklı” sorumlulukların ve yükümlülüklerin karşılıklı öne çıkarılmasıdır . Bu çerçevede bakıldığında, bu süreç, bireyi ulus-devlete karşı duyduğu bağlılıktan soyutlayarak, özgürleştirici bir öğeyi de iradi olmayan bir biçimde içinde barındırmaktadır.
Diğer yandan ise, neo-liberal politikalar gereği “sonuna kadar yarış” anlayışı içerisinde, hak ve özgürlükler bağlamında vatandaşlığın içeriğinin boşaltılması ve vatandaşın devlete karşı üstlendiği yükümlülüklerin dolaylı bir biçimde daha da arttırılması söz konusudur. En azından vatandaşın hala üyesi olduğu ulus-devlete vergi vermek, askere gitmek ve yasalara uyma yükümlülüklerini sürdürmesi gerekmektedir Bu yükümlülükler, vatandaşlığın hak ve özgürlüklerini sınırlayan küreselleşme sürecinin önünü açma, sermaye birikiminin yoğunlaşmasını ve yaygınlaşmasını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirme, ulus-devletin yeniden yapılanmasının araçlarını oluşturma ve tüm bunlara ilişkin mekanizmaların kurulmasının finansmanını sağlamak için gereklidir. Bir başka ifadeyle, küreselleşme, ulus-devletin egemenliğinin erozyona uğratılması işlemlerini yine ulus-devlet aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Bunun anlamı, yalnızca küresel ölçekteki faaliyetlerin finansmanının ulusal düzeydeki “kamular” tarafından üstlenilmesi değil, aynı zaman da sürecin ortaya çıkarttığı “iradi olmayan ve kaçınılmaz sonuçlara” ilişkin önlemlerin üretilebilmesi için ulus-devletin kullandığı araçların “bazılarının”güçlendirilmesidir.
Sonuç Yerine
11 Eylül ve sonrasında ortaya çıkan gelişmeler, küreselleşme ve küreselleşme karşıtı hareketlerin de farklı boyutlarıyla irdelenmesi gerektiğine işaret etmektedir. 1990’dan (Soğuk Savaşın sona ermesi) 11 Eylül’e yaşanan kaos ortamı sonrasında terörizme karşıtlık çerçevesinde yeniden bir “ortak düşman kabulü” gündeme getirilmesi söz konusudur. “Ortak düşman” kabulüyle bir yandan küreselleşmenin ortaya çıkardığı kuralsızlaştırmanın derinleştirilmesi ve siyasallaştırılması söz konusuyken, diğer yandan küreselleşmenin ve küreselleşmeye uygun bir siyasal düzeninin yeni normları da oluşturulmaya çalışılmaktadır. 11 Eylül saldırılarının, her bir ulus-devlet içersinde demokratik hak ve özgürlüklere sınırlandırma getirilmesi için dayanak oluşturması şeklinde kendini ortaya koymaktadır. ABD’de çıkarılan Vatandaşlık yasası, eyaletler düzeyinde polise arama ve el koyma yetkisi getirmekte ve gizli mahkemelerde gizli yargılama gibi değişiklikleri içermektedir. (Radikal, 19. 06. 2002) Benzer düzenlemeler Kanada’da, Avrupa Birliği’nce de kabul edilip uygulamaya konmuştur. (Proceedings... 2001; The Times, 2002; EU Online, 2001) İronik bir biçimde ifade edilirse, kendi devletlerine sağlık ve eğitim politikaları ya da sosyal güvencelerin gerçekleştirilmesinde güven duymayan vatandaşların, anti-terör yasaları bağlamında güven ortamı oluşturabileceği bir zemini ortaya çıkartmıştır. 11 Eylül aynı zamanda bir süredir devam eden ve eşit-egemen devlet statüsünün tartışılmaya açıldığı bir konumu da haklı çıkarma çabalarının aracını oluşturmaktadır. Irak’a müdahale ve Kosova’da yaşanan yeni müdahale biçimleri, Afganistan, Kuzey Kore, Filistin, Küba ve Venezuela gibi örneklerle de görüleceği gibi egemen-eşit-devlet statüsüne ilişkin yeni koşullar ve tanımlamalar içermektedir.(Tol-Göktürk, E. D., 2002; Center for International Private Enterprice, 2002) 11 Eylül ve sonuçlarının tartışılması bu metnin kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak konumuz açısından ulus-devletin, uluslararası ilişkilerin ve vatandaşlığın küreselleşme tarafından yeniden tanımlanması çabalarını “haklı ya da meşru” bir zemine oturtulabilmesi için bir araç olması bağlamında önem kazanmaktadır.
Bu çerçevede bir özet yapılırsa:
- Ulus-devletin ortadan kalkmakta olduğu ya da egemenliğinin son bulduğu savı sadece bir retoriktir. Daha önce ulus-devlet tarafından üstlenilen birtakım işlevlerin bugün sivil topluma devredilmesi devletin egemenliğinin ortadan kalkması değil, olsa olsa 1945 sonrasında ortaya çıkan, toplumsal sınıflar arasındaki refah devleti modeli üzerinden kurulan “uzlaşmanın” bozulması anlamına gelebilir. Ki bu durum ulus-devletin egemenliğinin erimesinden başka her şey olabilir.
- Küreselleşme, sermayenin yoğunlaşmasını ve yaygınlaşmasını, ulus-devlet üzerinden ve ulus-devlet içerisindeki sivil toplum-siyasal alan, kamusal-özel kutuplaşmaları aracılığıyla gerçekleştirmek hedefini gütmektedir. Bu hedef asıl olarak sermayenin serbest dolaşımını sağlayacak mekanizmaları oluştururken, emeğin serbest dolaşımını ulusal- ya da bölgesel mekanlarda sınırlamakta ve bu bağlamda ulusal mekanizmaları güçlendirmektedir. (Yeni mülteci ya da göç yasaları oluşturmak vb. gibi)
- Küreselleşme ulus-devletin gücünü sınırlandırmaktan çok, hem ulusal hem de uluslararası alanlarda bir kuralsızlaştırmayı kapsamaktadır. Bu kuralsızlaştırma bir taraftan vatandaşın devlete karşı yükümlülükleri saklı kalmak kaydıyla ulus-devletin varlığını güçlü bir biçimde sürdürmesine katkıda bulunurken, diğer taraftan vatandaşlığın kapsam ve içeriğini, “sivilleşme”, “demokratikleşme” retorikleriyle daraltmakta ve bir anlamda mültecileştirmektedir.
- Devletin vatandaşa karşı yükümlülüklerinin daraltılması ve kuralsızlaştırılması, devletin toplumu “denetleme ve gözetleme” faaliyetlerinin genişleyen bir biçimde sürmesi aynı anda gerçekleşmektedir. Ya da küreselleşmenin ortaya çıkardığı kuralsızlaştırma ile yeri geldiğinde ulus-devleti ön plana çıkarmakta, yeri geldiğinde ise ulus-devletin egemenliği üzerine kurgular yapmaktadır. Çünkü, “uzlaşmanın” ya da “sözleşmenin” bozulması olarak ta ifade edilebilecek küreselleşme ile küresel çapta artan yoksulluk ve yoksunluklar yaratarak, toplumsal alanda daha fazla bireyin marjinalleştirilmesi, dışlanması anlamına da gelmektedir. Bu durum her ne kadar farklı ulus-devletlerin içerisinde farklı boyutlarda ve ağırlıklarla yaşanıyorsa da küresel ya da ulusaşırı ölçekte gerçekleşmektedir. Bu bağlamda kendini anti-kapitalist ve anti-küreselleşmeci olarak tanımlayan hareket, ulusal sınırları aşan bir biçimde hareketliliği ve örgütlülüğü ile ulusalın elinde bulundurduğu denetleme ve gözetleme faaliyetleri için kullandığı araçların da yeniden kurgulanması için yeni açılımlar sağlamaktadır. ABD’nin özel şirketler aracılığıyla kiraladığı ordular (Chatterjee, P., 2002) ya da Kanada İstihbarat Servisinin önerdiği küresel çapta hareket serbestisi olan, kaynakları hazır bir biçimde tutma yeteneğine sahip, protestocuların iletişimini izleyen ve özel olarak anti-küresel hareket ile ilgili yeni güvenlik birimleri kurma önerisinde olduğu gibi, uluslararası alanda da şiddet kullanma tekelini devlet ya da devletler arası örgütler aracılığıyla elinde bulundurduğu ilkesinin kuralsızlaştırılmasına yönelik, en azından şiddeti kimin kullandığına ilişkin bulanık bir alan yaratma çabaları gündeme gelmektedir. (CSIS, 2000)
- Küreselleşme “yeni yönetim biçimleri” ya da yönetişim adı altında bir dizi değişimi ulus-devlet aracılığıyla uygulamaya koymakta, bunu “demokrasinin demokratikleşmesi” ve siyasal katılımın yeni araçları olarak tanımlamakta, ancak aynı zamanda ortaya çıkardığı yapı kamusalın ve toplumsalın bütünlüğünü parçaladığından, hesap verebilirlik ya da hesap sorabilirliğin koşullarını da ortadan kaldıracak bir dizi kuralsızlaştırma örneği sunmaktadır.
- Vatandaşlığın mültecileştirilmesi ve uzlaşmanın bozulmasının bir başka boyutu, bugüne kadar varolan ve egemenlik-vatandaşlık-milliyetçilik bağlamında kurgulanan “toplumsal dayanışmanın” bozulması anlamına gelmektedir. Bunun bir boyutu, vatandaşlık-egemenlik ve milliyet bağlamlarıyla kurulan ve uluslararası rekabet çerçevesinde dışarıya karşı oluşturulmaya çalışılan dayanışmanın ulusal bağları aşacak bir biçimde sınıfsal bir dayanışmaya dönüşme potansiyelini içinde barındırmasıdır. Ancak bu dayanışmanın bozulması aynı zamanda, pre-modern biçimlerde toplumsal yapılara yönelmenin de bir nedenini oluşturmakta ve cemaatleşme, dini örgütlenmeler vb. için dayanaklar oluşturmaktadır. Bir başka boyutuyla ise özellikle Kuzey ülkelerinde radikal milliyetçi akımların ve ırkçılığın yükselmesi olarak ifade edilebilir. Bu durum 11 Eylül ve sonrasındaki gelişmelerden de gözlemleneceği gibi küreselleşmenin önünde ortaya çıkan engellerin pasifize edilmesi ya da kaçınılmaz olarak yarattığı çelişkilerin sınırlandırılması için bir araç olarak kullanılmaktadır.
- Tüm bu tartışmalar bağlamında, asıl olarak kurgusunu egemen-eşit devlet ve bu devletlerin oluşturduğu anarşik bir uluslararası sistem üzerine kuran realist yaklaşımın irdelemesi gereken yeni açılımlar söz konusudur. Eğer, realist yaklaşımın ön kabulleri doğruysa, yani modern devlet ve buna bağlı süreçlerin ortaya çıkışının, tarihsel ve toplumsal bağlarından kopartılarak soyuta indirgenmesinin ağırlık kazandığı bir yaklaşım söz konusuysa, küreselleşmenin iddia ettiği ulus-devletin ortadan kalkmakta olduğu iddiası hangi bağlamda ve nasıl tartışılmalıdır? Bu kabul aynı zamanda ulusalın, uluslararasının, egemenliğin, bireyin yeniden tartışılması anlamına gelmektedir. Bu çerçevede, uluslararası ilişkiler disiplininin realist yaklaşımının ulus-devletin ve egemenliğinin ortadan kalktığına ilişkin savları ispatlaması için bu yeni duruma denk düşen yeni araçları da tanımlaması gerekmektedir. Eğer küreselleşme ile devletin egemenliğinin ortadan kalkması söz konusu değilse, küreselleşmenin zorladığı ve ortaya çıkardığı değişiklikleri bir başka bağlamda değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu ise realist yaklaşımın ön kabullerinin ve temel önermelerinin tartışılmasını içermektedir ki, disiplinin yeniden tanımlanması gerekliliğini doğurmaktadır.
Kaynakça
Akkaya, Y., Refah devletinden Asgari Geçim Devletine, Toplum Sağlık Eczacı, cilt 1, sayı. 1, Temmuz-Aralık 2001, 23-37
Anderson, P., Lineages of the Absolutist State, London, Verso, 1974
Braudel, F., The Wheels of Commerce , vol. II, Fontana Press, London, 1985
Center for International Private Enterprice home page, www.cipe.org/publications/overseas/ , 2002
Canadian Security Intelligence Service, Report#2000/08, Anti-Globalization-A Spreading Phenomenon,
www.csis-scrs.gc.ca/eng/miscdocs/200008_e.html
Chatterjee, P., Soldiers of Fortune: Civilian employees of Dick Cheney’s former company carrying out military missions around the world-for profit, San Francisco Bay Guardian, www.sfbg.com/36/31/cover_soldiersoffortune.html 2002
Chomsky, N., A World Without War, WSF2, Featured Talk, Feb.2002, www,zmag.org/content/ForeignPolicy/chomwsf2t.cfm
European Online, 11 September attacks: The European Union’s Response, Political and Judicial Cooperation, europa.eu.int/news/110901/justice.htm
Fukuyama, F., The End of History and the Last Man, London, Hamish Hamilton, 1992
Giddens, A., Beyond Left and Right, The Future of Radical Politics, Polity Press, 1996
Gill, S., The Constitution of Global Capitalism, www.theglobalsite.ac.uk/press/010gill.htm, 2000
Gowan, P., Panitch, L., Shaw, M., The State, Globalization, New Imperialism: a roundtable discussion, www.theglobalsite.ac.uk/press/2001gowan.htm
Göktürk, A., Tol-Göktürk, E. D., “Globalisation:Public Administration/NGOs”, International Institute of Administrative Sciences Annual Conference, 17-20 June 2002a
Göktürk, A., Kentsel Haklar Kent Yoksullarını Kapsar İse…, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE, 2002b
Göktürk, A., Zorla “Göç”en Haklar, Türkiye’de İnsan Hakları, TODAİE, 2000
Held, D., (ed. by) Pospects for Democracy, Polity Press, 1994
Hobsbawm, E., Kısa 20. Yüzyıl, 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yayınevi, 1996
İnsel, A., Radikal İki, 9. 06. 2002
Keohene, R.O., Moraycsik, A., Salughter, A., Legalized Dispute Resolution: Interstate and Transnational, International Organization, Summer 2000, vol. 54, issue. 3, p. 457-489
Linklater, A., Man and Citizens in the Theory of International Relations, Macmillan, London, 1990
Olson, W. C., Groom, A. J. R., International Relations Then and Now, Harper Collins Academic, 1991
Proceedings of the Special Senate Committe on Bill C-36, issue 9, 6.12.2001, www.parl.gc.ca
Radikal, 19. 06. 2002
Rosenberg, J., The Follies of Globalization Theory, www.theglobalsite.ac.uk/press/012rosenberg.htm , 2000
Rosenberg, J., The Empire of Civil Society, London, Verso, 1994
Smith, A., The Wealth of Nations, Clarendon Press, 1976
The Times, 10 June 2002, www.timesonline.co.uk/article/0,,2-322066,00.html
Tol-Göktürk, Uluslararası Alanda Bir Şiddet Aracı Olarak İnsan Hakları, Yoksulluk, Şiddet ve İnsan
Hakları, TODAİE, 2002
Wallerstein, I., The Modern World System, Academic Press, 1974
Weber, M., Economy and Society, University of California Press, 1978
www.imf.org, news, 14 June 2002
World Social Forum, www.socialmundial.org
|
|