ARJANTİN TARTIŞMALARI

Ergin Yıldızoğlu

14 Ocak 2002

The New Republic 'te Arjantin deneyimini değerlendiren Prof. Dani Rodrik (Harvard Üniversitesi) yazısını, ''Gelişmekte olan ülkeler, artık karar vermek durumundalar: Ya ulusal egemenliklerinden çok büyük ölçüde fedakârlık yapacaklar ya da ulusal egemenliklerini etkin bir biçimde kullanacaklar'' saptamasıyla bitiriyordu. Arjantin'le ilgili tartışmalarda, Rodrik gibi ''establishment'' sayılabilecek yazarların giderek artan bir oranda hep bu sonuca ulaştıklarını görüyoruz. Ben, bu hafta ''2002'ye Girerken'' in III. kısmını yazmayı planlamıştım, ama Sayın IMF'nin ''Istifa ederim ha'' diye posta attığı, ''sanayi bölgeleri yasasının'' çıktığı şu günlerde, bu tartışmalara kısaca bakmakta yarar olabilir diye düşündüm.

Arjantin niye önemli?

Arjantin krizi bulaşıcılık kazanmadı, ama belli bir büyüme ve ''küreselleşme'' modelinin iflası olarak algılandığı için yaygın bir biçimde tartışılıyor. Üstelik, bu tartışmalar genellikle şöyle başlıyor: ''Arjantin ABD destekli neoliberalizmin vaatlerine, tüm diğer gelişmekte olan ülkelerden daha çok inanmıştı'' (Prof. Klugman , The New York Times); ''Arjantin, IMF modelini, hemen herkesten çok daha büyük inançla uyguladı'' ( Kuttner , American Prospect); ''Hiçbir ülke, kendini sermaye piyasalarına sevdirmek için Arjantin kadar çaba göstermedi'' (Rodrik). Gerçekten de Arjantin, 1990'ların başında standart küreselleşme (IMF) paketini uygulamış, hatta yabancı sermayeye garanti vermek için parasını da dolara bağlamıştı. Başlangıçta, yabancı sermaye gelmiş, bankaları, telefon şirketlerini, gaz, su, elektrik, demiryolları, havayolları, havaalanları, posta servisi, hatta metroyu bile satın almış. Arjantin yüzde 8 büyüyormuş, bunlar ''şampanya ve pizza yıllarıymış'' (Prof. Dornbusch - F. T.), ''Arjantinliler geberene kadar alışveriş yapıyormuş'' ( M. Parris , The Times), özellikle de bu sermaye girişinden nemalanan yeni bir rantiye sınıf... Bu noktadan sonra yorumlar çeşitlense de genel kanı şu: Yabancı sermaye gelmeye devam ettiği sürece bir sorun çıkmamış. Ancak hem Arjantin'in satacak malı kalmadığı hem de gittikçe artan dış açık, ''piyasaların'' güvenini kırmış. Faizler hızla yükselmiş. Yabancı sermaye gelişi durmuş. Yabancı sermayenin girişine yardım eden döviz rejimi şimdi çıkışını kolaylaştırıyormuş. Ekonomi daralmaya, işsizlik hızla artmaya başlamış. Sonra IMF yeniden devreye girmiş, yabancı sermayenin güveninin yenilenmesi için tüm kaynakların borç ödemeye ayrılmasını istemiş. Böylece, ''yaralı Arjantin'in kafasına kurşunu sıkmış'' (Kuttner).

Şimdi, Rodrik'in işaret ettiği gibi, krizin nedenine ilişkin iki farklı yorum var. Birincisi: Arjantin, IMF önerilerini sonuna kadar uygulayamadı, yeterince küreselleşemedi. Ikincisi: Ulusal egemenliklerin hâlâ geçerli olduğu bir dünyada küreselleşme çok ileri gitti. Birinci yoruma göre bir adım daha atıp dolarizasyonu tamamlamak ( Forbes , Wall Street Journal etc..), ulusal egemenlikten tümüyle vazgeçmek gerekiyor. Ikinci yoruma göre, ulusal egemenliği güçlendirmek, demokrasiyi pekiştirmek devlet yönetimini ıslah etmek, küreselleşme sürecine, ülke halkının refahına öncelik vererek katılmaya çalışmak (Rodrik, Stiglitz vb...) gerekiyor.

Arjantin tartışıldıkça, ikinci yorum giderek öne çıkıyor. Bu iyi bir gelişme, ama yeterli değil. Çünkü yukarıda sözü edilen iki açıklamanın da temelinde dış şokların etkisi (Meksika, Brezilya devalüasyonları yüzünden pesonun aşırı değerlenmesi) var. Bu dış şoklar olmasaydı kriz olmayabilir miydi? Ya da Arjantin halkı itiraz etmeseydi de IMF paketi tümüyle uygulansaydı kriz aşılabilir miydi? Bence bu krizin kökleri daha derinde ve Arjantin modelinin temelindeki şu denklemle yakından ilgili:

Ekonomik büyüme için mutlaka yabancı sermaye gerekli, => Yabancı sermayenin gelmesi için güven ortamı gerekli, => Bu güvenin sağlanması için de yapısal reformlar, mali disiplin... (IMF ''reformları'' ). Ya ''Ekonomik büyüme için yabancı sermaye mutlaka gereklidir'' tezi yanlışsa?..

Aslında bu eski bir tartışma konusudur, bir kolu da emperyalizm teorilerine gider. Biz bu kolu ''çok sol'' , hatta ''önyargılı'' bularak kenara bırakalım. Daha ''saygın'' bir yoldan ilerleyelim. Yabancı sermayeye prensip olarak karşı çıkmayalım, ama ''Acaba ne tür bir yabancı sermaye girişi ekonomik büyümeye, istikrara, hatta kalkınmaya katkı yapar'' sorusunu da soralım. Makul değil mi? Anlaştıysak, ben tartışmanın içine Nobel ödüllü iktisatçı Robert Solow 'un ekonomik büyümenin kaynağı salt yatırım olamaz (azalan verim yasasından dolayı), teknolojik değişim (üretkenliği arttırabildiği için) olmalıdır saptamasını katarak devam etmek istiyorum. Eğer bu saptama doğruysa buradan şu sonuca ulaşabiliriz sanırım: ''Gelecek yabancı sermaye, en azından yeni üretim kapasitesi kuran bir yatırıma dönüşmelidir. Bu da yetmez, bir teknolojik değişime de katkıda bulunmalı ve nihayet ( ülkenin küreselleşme kapasitesini, yani uluslararası rekabet gücünü de arttırmalıdır'' Özelleştirme yoluyla gelen yabancı sermaye (özelleştirmenin başlangıçta ''üretkenliği arttıracak'' palavrasıyla pazarlandığını, şimdiyse gelirinin borç ödemeye gittiğini de görmezden geliyorum), esas olarak mali ve kamu hizmetleri sektöründeki kurulu kapasiteyi devralıyor. Sanayiye yapılan az sayıda yatırım, en stratejik noktaları ele geçiriyor, hemen her zaman iç pazara yönelik üretim yapıyor, ithal girdi gereksinimini arttırıp dış açık sorununu daha da ağırlaştırıyor. Bu arada ülkenin uluslararası rekabet gücü de artmıyor. Kısacası, seçtiğiniz hükümetlerin, yabancı sermayeye güven vermek için almak zorunda kaldığı ve sizi kontrolünüz dışındaki güçler, örneğin uluslararası mali sermaye karşısında korunaksız bırakan politikalar ( Stiglitz, The American Prospect) yalnızca, gelen yabancı sermayenin değerlenme gereksinimlerine hizmet ediyor. Bir de bu ''hayvanın'' üzerinde yaşayan kenelere...

Şimdi, 1980'lerin başında, merkez ülkelerin, ''III. Dünya'da'' batırdıkları borçların tahsilatı, yeni, güvenli yatırım alanlarının, ithalat piyasalarının açılması sorunuyla karşı karşıya olduğunu, küresel çapta serbest piyasa inşa projesinin (küreselleşme) tam da bu sırada (1985-Yapısal Uyum Programı; 86'da GATT Uruguay Raundu) alevlendiğini hatırlarsak, arkasından da ''Ekonomik büyüme için yabancı sermaye gereklidir'' tezinin, merkez ülkelerde oluşmuş kapasite fazlasıyla, mali sermaye fazlası sorununa bulunan çözümün ideolojik kılıfı olduğunu söylersek çok mu haksızlık etmiş oluruz?

Peki, yabancı sermaye değilse ne? Bu sorunun, bir değil birçok cevabı var. Ancak, ''serbest piyasa'' dogmatizmi içinde kalarak ulusal iradenizi başkalarına teslim etmişken, değil cevap vermeniz, bu soruyu sormanız bile mümkün değil.