Teröre karşı savaşın hukuksal temeli yoktur

Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) gazetesinde yer alan ilginç bir analiz hakkında

(Çeviri: Murat Çakır)

Bush yönetiminin savaş taraftarı tutumuna karşı ABD’de dahi eleştiriler artar ve giderek daha fazla muhafazakâr siyasetçi (örn. Scowcroft, Brzezinski, Kissinger, Eagleburger, Baker) kaygılarını açıklarken, Almanya’daki ciddi muhafazakâr basın arasında da eleştirisel yaklaşımlar yaygınlaşmaya başladı. Bunun bir örneği, 28 Ağustos 2002 tarihli FAZ gazetesinde yayımlanan Jörg Fisch’in savaşın uluslararası hukuk temelinde ele alındığı ve “Savaş” ile “Terörizm” tanımları arasındaki farklılıklara değinen makalesidir.

“Savaş” nedir?

Fisch’e göre “Savaş” tanımı “devletler veya devlete benzer bölgeler arasındaki silahlı mücadele” anlamına gelmektedir. Bu durum için barış dönemlerinden farklı yasalar geçerlidir. “Özellikle normal durumlarda suç olarak kabul edilen insanları yaralamak, sakat bırakmak ve öldürmek ile mülkiyetlere zarar verme veya yok etme gibi fiiller yasaldır”. Buna rağmen “Savaş” cinayet, yağma ve ırza geçme gibi eylemler için temiz kâğıdı anlamına gelmez. Çünkü, savaşın vahşetini sınırlamak için uluslararası insanî savaş hukuk geçerlidir. Bu hukuk (Haag ve Cenevre Konvansiyonları), tarafların uyması gereken kuralları içerir. Kuraldışı fiiller savaş suçu veya insanlığa karşı işlenmiş suç olarak kabul edilmekte olup, Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) Roma Tüzüğü’nce cezalandırılabilir.

Bunun dışında “Savaşma Yetkisine” ancak devletler ve içsavaş tarafları, isyancı ordular v.b. gibi devletlerle eş tutulan savaş tarafları sahiptir. Fisch, bunların hepsinin savaş döneminde geçerli olan hukuka uyma “sorumluluğuna” sahip olmaları gerektiğini vurguluyor. Ancak bu salt hipotetik bir sorumluluktur. Günümüzün deneyimleri ne devletlerin, ne isyancı örgütlerin, ne de sıkça rastlanan”özel orduların” bu insanî savaş hukukuna uyduklarını göstermektedir. Bunun en iyi örneği Yugoslavya’dır: Gerek Sırp orduları, gerek ayrılıkçı UÇK ve gerekse de –hava saldırılarıyla- NATO savaş hukukuna aykırı davranmışlardır.

Fisch, yaptığı “Savaş” tanımının, en azından iki tarafı içerdiğini ve bu tanımın, savaşı “düello” olarak gören eski çağ anlayışına dayandığına dikkat çekmekte. Buna göre savaş “reziprok”tur, yani karşılıklıdır. Bu yaklaşım “devletlerin savaş verme hakkını” varsaymaktadır. Ancak bu hak Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kurulmasıyla ortadan kalmıştır. Bu bağlamda, “tarafların, uluslararası ihtilaf sorunlarını çözmek için ve ulusal politikanın aracı olarak savaşın kullanılmasından, karşılıklı ilişkilerinde feragat etmeyi” imza altına alan 1928 Briand-Kellogy-Antlaşmasına dikkat çekmek gerekir.

Bu savaş yasağı, savaş ve savaş durumu için tarafların uyması gereken kurallar olmadığı anlamına gelmemektedir. Diğer bir deyişle: Yasal olmayan bir savaş dahi uluslararası savaş hukuku temelinde yürütülmelidir. Gerçi saldırgan, saldırısıyla Devletler Hukukuna aykırı davranmış olur, ancak savaşın yürütülmesi Uluslararası İnsanî Hukuka uygun olması durumunda saldırısı “yasal” olarak kabul görür. Diğer tarafta da saldırıya uğrayan devlet BM antlaşmasının 51.maddesi gereğince kendini savunarak yasal bir savunma savaşı verirken, kullandığı savaş araçları nedeniyle savaş hukukuna aykırı düşebilir. Fisch “Savaşın yasalarına kurallarına ters düşen her fiil, saldıgana ve saldırıya uğrayana ait olup olmadığına bakılmaksızın, savaş suçu olarak kabul görür. Bir tarafın haklı olması, savaş esnasında karşı tarafa tanınmayan haklara da sahip olacağı anlamına gelmemektedir” diyor.

“Terörizm” nedir?

Fisch terörizmi şöyle açıklıyor: “Terörizm, korku ve dehşet yaygınlaştırmak amacıyla yapılan şiddet suçudur. Genelde devletlere karşı yöneltilir. Bu eylemler devlet kuramayan ve bu nedenle “Savaş” açamayan bireyler ve gruplar tarafından gerçekleştirilir. Terör karşılıklı, yani raziprok değildir... Teröristlere karşı mücadele eden bir devlet, suçlulara karşı mücadele etmektedir.”

Jörg Fisch bu tanımdan hareketle şu sonuca varıyor: Bush’un söylediği gibi “Teröre karşı savaş” söz konusu ise, bu her “iki tarafın” yani ABD ile Usame bin Ladin’in El Kaide örgütünün “birbirlerine karşı savaş” yürüttükleri anlamına gelir. Buna göre ise 11 Eylül saldırıları “savaş yürütmeye salâhiyetli bir tarafın, savaşa yol açan eylemi” olarak anlaşılır. Buradan çıkan hukuksal sonuç ise, Usame bin Ladin’e karşı “yasal olmayan bir çekilde savaşa yol açmak” suçundan dava açılabileceğidir. Ancak aynı mantıkla 11 Eylül saldırıları birer savaş eylemi olarak anlaşılır.

“Bu durumda Pentagon’a yapılan saldırı karşı tarafın komuta merkezine yapılan –savaş esnasında yasak olmayan- bir saldırı olarak anlaşılır. Diğer taraftan ikiz kulelere yapılan saldırı ise, karşı tarafın ekonomik merkezine yönelik bir saldırı olarak görülür. Böylesi saldırıların siviller arasında yüksek sayıda kayıplara yol açması, tarihsel açıdan bakıldığında bir istisna değildir ve benzer eylemler şimdiye kadar savaş suçu olarak cezalandırılmamışlardır. Şu anda terörist olarak nitelendirilen kişiler, asker olarak algılanmalıdırlar. Onlar, savaşa katılan her taraf gibi savaş suçu işlediklerinde cezalandırılabilirler. Ancak, savaşın kurallarına ve geleneklerine uyan fiilleri suç değildir”.

Fisch’in bu argümantasyonunda yanlış olan tek şey: ikiz kulelere yapılan saldırının “normal” savaş durumlarında dahi bir savaş suçu olmasıdır. Haag Antlaşmasının 25.maddesi “savunmasız şehirlere, köylere, sitelere veya binalara hangi araçla olursa olsun saldırmayı veya ateş açmayı” yasaklamaktadır. Saldırılar sadece mutlak askerî hedeflere karşı yöneltilebilir. Bu yanlışın haricinde Fisch, savaş ile terörizmin eşanlamlı kullanılmasından çıkardığı sonuçta kesinkes haklı:

“Terörizme karşı savaş, terörizmi savaşa dönüştürerek ortadan kaldırır; böylece teröristler asker, eylemlerinin önemli bir bölümü ise yasal savaş eylemi olur. Gerçekte ise terörizm savaş değil, bir suçtur. Bu nedenle de teröristler savaş hukukundan faydalanamazlar. Diğer tarafta ise teröre karşı mücadele eden devlet de olağan hukuka göre davranmak zorundadır. O da savaş hukukuna başvuramaz. İşte bu nedenle de bombardımanlar veya şehirlerin ordular tarafından yıkılması, bugüne kadar suçlarla mücadele yöntemi olarak uluslararası hukuk tarafından tanınmamaktadır”.

Burada –ek olarak- ABD yönetiminin, Guantánamo’da tutulan esirlerin hiç bir hukukî statülerinin olmadığını açıklaması hatırlatılmalıdır. Bu esirler savaş karşıtı olarak kabul edilmemektedirler, aksi takdirde onlara savaş esiri statütüsü tanınmak zorundaydı. Ama ABD onları suç sanıkları olarak da görmek istememektedir. Çünkü aksi takdirde esirlerin ABD’nin olağan mahkemeleri önüne çıkarmaları gerekiyordu. Bu esirler halen herhangi bir hukukun kendileri için geçerli olmadığı bir şekilde tutuklu tutulmaktadırlar.

Bir devletin başka bir devlete terörizme yardımcılık yapma veya terörizm suçlamasını yöneltmesi ve bu nedenle o devlete saldırması durumunda savaş tanımı geçerlidir. Bu durumda terörist olmakla suçlananlar, asker olarak görülmelidir. Ve saldırıya geçen devlet, yani diğer devletin “terörizmine” karşı “kendini savunan” devlet, “terörist” olarak tanımladıkları için geçerli olan hukuka boyun eğmek zorundadır. Bunun haricinde saldırgan, sadece askerî yöntemlerinin “savunma” fiili olması durumunda hukuken haklı sayılır. Savunma ise sadece “terörist” devlet tarafından gerçekten saldırıya uğranılması veya bu “terörist” devletin şüphe bırakmayacak bir şekilde “terör eylemlerinin asıl sahibi olarak” tespit edilmesi durumunda söz konusudur. Ve ayrıca bu savunma durumu, BM’in veya BM Güvenlik Konseyi’nin harekete geçmesine kadar geçerlidir.

Fisch ayrıca “savaşın bir polis eylemine dönüştürülmesinin” iki temeli olduğunu vurguluyor. Birisi hukuksal temeldir, diğer ise “güce” dayanır. Hukuksal temel BM Sözleşmesi ve bu bağlantıda Uluslararası Hukuktur. “Güce” dayanarak “savaşı” bir polis eylemine dönüştürmek olanaklıdır. Ve ABD’nin askerî yapısıyla şu anda dünyada tek “güç” olduğu bilinmektedir. “ABD tek tek ülkelerden değil, olanaklı olan her türlü ülke birliklerinden daha fazla güce sahiptir”. Ama: ABD’nin bu gücü kullanmasının hiç bir hukuksal temeli yoktur. Bu ancak BM’in güç kullanma yetkisini ABD’ne devretmesi ile yasal hale dönüşür. Şu anda ise BM’in böylesi bir yetki devretmesiyle ilgili herhangi bir siyasî irade mevcut değildir ve ileride de olması beklenmemelidir. Kaldı ki, dünya nüfusunun yüzde beşinin yaşadığı bir ülkeye “dünya barışını”, yani insanlığın yüzde doksanbeşinin barışını koruma görevinin verilmesi kabul edilmesi olanaksız bir hülyadır. Bu olursa, insanlık, kendi yarattığı polis gücünün bir objesi haline indirgenir.

Jörg Fisch her ne kadar yaptığı analizi hukuksal temellere dayandırsa da, analizi Avrupa’daki muhafazakâr güçlerin garanti gözüyle bakılan bir ABD-Irak savaşına nasıl baktıklarını göstermektedir. Bir nokta hariç: Avrupa’nın kendi çıkarlarını kollamak için savaşa katılmaktan çekinmeyeceğini.