Mart 2004 / März 2004

AB İstihdam Şansı Olarak Algılanıyor

Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, Ankara Üniversitesi SBF

AB Türkiye halkına neler getirecek?

Bunun üzerine konuşabilmek çok güç. Türkiye üyelik sürecinde çok önemli handikaplar yaşadığı için. Neler getirecek tahmininden önce, şu anda Türkiye’den neler götürdüğü üzerinde konuşmak gerekecek sanıyorum.

AB tam üyelik süreci 89 yılından bu yana Türkiye´nin üzerinde kamu yönetimi sistemi bakımından, toplumsal yaşamın örgütlenmesi ve yönetilmesi bakımından çok zor zamanlar açtı gerçekten. Öyle bir hale geldik ki, genellikle mevzuat hazretleri deriz, mevzuatı çok sevmeyiz. Mevzuatı doğrudan doğruya AB müktesebatı ile değiştirmek adı altında, Türkiye’de benimsenmiş olan tüm polikaların, tüm kurumsal örgütlenmelerin adeta bir tercümanlık işiyle dönüştürülmesi sürecini açtı. Üzerinde en çok durulması gereken şey sanıyorum. Öyle ki tüm yaşam alanlarında „AB müktesebatıdır ve bunun kabul edilmesi gerekir“ görüşüyle, AB kanunları da bir tarafa TC’nin şu anda yürürlükteki bütün düzenlemeleri bir tarafa kondu. Uyarına göre Fransızca’dan, Almanca’dan ya da İngilizce’den türkçeye tercümeleri yapıldı. „Bizim ilgili hükümler şunlardır. AB’ninki bunlardır. AB’ninkileri olduğu gibi buraya aktaralım“ gibi bir çalışma tarzı yürütüldü.

Bu koskocaman bir ülkenin oldukça uzun süren üyelik sürecinde, tüm politikalarından ve mevzuatından vazgeçmesi, bu da politika bakımından analizini yapmadan hareket etmesi anlamına geldi. Dolayısıyla AB tam bir sıradanlık, geleceği ne kısa vadede ne uzun vadede görme yeteneği olmayan inanılmaz kötü bir tartışma süreci, daha doğrusu yaşam süreci önümüze açtı.

AB süreciyle beraber beklentiler: „Biz şimdiye kadar demokratikleşmeyi iç dinamiklerimizle başaranmadık, AB uygarlığının içersine hiç olmazsa girersek, bu dış dinamiğin etkisiyle şu demokratikleşme probelmini aşarız“ görüşüyle, beklenti, özellikle entellektüel dünyada savunuldu.

Buna biraz hayret ederim. AB ülkelerinin çok yakın geçmişleri pek problemsiz değil. Saf demokratik değerler üzerine yükseliyor değil çünkü. Hemen gözümün önüne I.ve II. Dünya Savaşları geliyor. Yani nasyonal sosyalizm, İtalyan faşizmi, Franko faşizmi geliyor. Bütün bunlar, “demokratikleşme bize modern Avrupa dünyasının armağanı olacak” diye bu kadar düz nasıl düsünebildiğimizi merak ediyorum.

Hemen onun ardından, dünyanın dörtte üçünü sömürgecilik, klasik yeni sömürgecilik, şimdi küresel sömürgecilikle talan eden ülkelerin çok büyük bölümünün Avrupa Birliği ülkeleri, AB kurucu ülkeleri olduğu geliyor. Afrika ve Asya’daki o sömürge, Latin Amerika’daki sömürge ülkelerde yaşanan vahşet gözümün önüne geliyor. Hangi Avrupa diyorum. Hangi demokratik değerler bizim iç dinamiklerimizle başaramadığımızı ve biz içine girdiğimizde bizi iyileştirecek değerler manzumesidir? Nerede görülüyor bu demokratik değerler? Dolayısıyla demokratikleşme beklentisini anlayamıyorum.

Entellektüel dünyada değil ama işveren dünyasında ve sanıyorum işsizlikten bunalmış halkın gözünde Avrupa Birliği demek: İstihdam demek, yeni iş ortakları bulmak demek, daha geniş bir pazara serbestçe girebilme umudu demek. Dolayısıyla, bu açıdan da dönüp bakıyorum Avrupa Birliği’ne. Orada durmadan yükselen işsizlik sorunu karşında AB kurucu üyesi ülkelerinin işçilerin sendikal haklarını sınırlandırma, işsizlik sigoratsından nasıl geriye basarız arayışlarında bulunma çağını yaşadıklarını görüyorum. O yüzden, nasıl entellektüel çevrenin, „biz adam olmayız kendi başımıza AB içinde adam olalım.“ beklentisini hayal perest buluyorsam, işverenin geniş iş olanakları beklentisinin büyük pazarın ve sıradan insanın da serbestçe Almanya’ya gitmek ve orada iş bulmak düşülerinin de hayalperestçe olduğunu görüyorum.

Dolayısıyla geleceğe bakıyorum: Bir demokratikleşme açısından, bir de zenginleşme, kalkınmak açısından,AB üyeliği’nin problemsiz göçe açılmayacağını görüyorum. Geçmişe ve bu güne bakyorum: Bu üyelik süreci içersinde Türkiye´nin, kendi düşünme melekelerini yitirecek kadar kendi mevzuatini ve politiklarını tercümanlık işine indirgeyecek kadar kendinden vazgeçişini görüyorum. Bu kişilikle bu iktidar yapısıyla bu benlik algısıyla bir başka büyük organizasyonun içinde varlık gösterilemeyeceğini düşünüyorum. Bu nedenlerle, „AB üyeliği gerçekleşirse Türkyie ne kazanır“, sorunuza olumlu beklentiler içinde olduğum yönünde cevap veremiyorum.

„Türkiye ABD için AB içinde bir truva atı olabilir“ değerlendirmesine karşın AB Türkiye´yi üyeliğe alır mı, yoksa kaybetmemek için oyalama taktiği mi uyguluyor?

Benim uzmanlık alanım uluslararası ilişkiler değil. Bu konuda çok tatmin edecek cevapları verecek meslektaşlarım var. Doğrusu onlara yöneltilmesi çok daha anlamlı. Ben ancak dünyada olup bitenleri anlamaya çalışan biri gözüyle bu soruya cevap olarak bir şeyler söyleyebilirim.

Türkiyenin AB süreci, ABD ile AB arasında gidip gelen bir süreç gerçekten. IMF ve Dünya Bankası´nı, ABD´nin ağırlığını göz önünde buludurduğumuzda, devletler arası politika olarak değil uluslararası kuruluşlar arasındaki ağırlık bakımından uluslararası politika konusu olarak değerlendirdiğimde şunu görüyorum: AB´nin katılım ortaklığı belgesi ´nin kısa ve orta vadeli hedefler maddelerinde, birinci maddenin IMF ve Dünya Bankası tarafından geliştirilmiş programları, hızla hayata geçirmek şartını görüyorum. Bu anlamda, AB üyelik sürecinde Türkiye´den AB´nin istediklerinin, ABD´nin doğrudan ya da IMF, Dünya Bankası üzerinden istedikleriyle aynı olduğunu görüyorum. Öyleki Türkiye´nin iktisadi mali liberalizasyonu, kamu varlıklarının özelleştirilmesi, kamu bürokrasisinin tasfiye edilmesi, idarenin bütünlüğü temelinde inşa edilmiş olan devlet örgütlenmesinin yerellik ilkesine göre ya da Amerikan terminolojisiyle dezentralizasyon ilkesine göre organize edilmesi vs.vs. Bütün bu taleplerin ABD ve AB tarafından ortaklaşa sürekli bir dayanışma halinde Türkiye nin gündemine yerleştirildiğini görüyorum.

Bu anlamda Türkiye üzerinde ABD ve AB´nin ortak politikalar doğrultusunda Türkyie´ye baktıklarını görüyorum. Ama bu iki dünya hegomanyasına koşan merkez arasında, sorunsuz bir ilişki olmadığını da görüyorum. Zaman zaman gergin, zaman zaman ittifak halinde, zaman zaman çatlakları çok göz önünde, zaman zaman hiç arada çatlaklık yokmuş gibi devam ettiğini görüyorum. Dolayısıyle Türkiye ABD´nin bir truva atı olur, çok bu içiçe geçmiş süreci görmeyen bir değerlendirme. Konjunktur burada değişebilir.

ABD´nin hedefleri biliniyor. AB´nin hedefleri nelerdir sizce..

Aynı hedefleri kovaladıklarını düşünüyorum. Türkiye´nin ortadoğu petrol kaynaklarına , Orta Asya’nın muazzam zengin doğal kaynaklarına uzanan bu sefer tersten bir kısrak başı olduğunu görmek gerekiyor. Her iki dünya gücü noktasının da bu iki kaynağa erişmek ve oraları yönetmek için mücadele içinde olduklarını görüyorum. Bu anlamda bir fark olduğu kanısında değilim.

Derin devlet’i AKP zumuşatarak yedekleyebilecek mi? Yedekleyebilirse, kalıcı bir AKP iktidarından bahsedilebilir mi?

Derin devlet kavramı, akademik formasyona sahip biri için analitik –çözümleyeici-bir kavram değil. En azından benim için analitik bir kavram değil. Derin devletten kastedilen kimine göre, varlığı iddia edilen ve üzerine önemli tartışmalar yürütülen kontrgerilla tipi örgütlenmeler. Derin devlet kimilerine göre, Türkiye´nin üniter yapısını Türkiye´nin ulusal devlet örgütlenmesini, parçalanmayı önelyecek şekilde korumaya ve bu küreselleşmeyle beraber esen piyasacı rüzgara karşı sosyal devlet özelliğini korumaya kalkışanlara verilen genel isim. Derin devlet bazılarına göre, statüko´nun adı. Ama statüko denilen şey, tanımlanmadan ortaya atılan terim olarak aynı derin devlet gibi tanımsız ve analitik hiçbir değeri olmayan muğlak bir hedef isimlendirmesi. Öyle bir hale geldik ki biz, Türkye kapitalizmi dünya genel kapitalizmiyle beraber bir değişme sürecinin içersinde. Yeni bir dünya düzeni gerçekten inşa edilmeye çalışılıyor. Bu ülkeye ve bu ülkenin insanlarına yeni bir rol, yeni bir konum biçilmeye gayret ediliyor. Yeni biçilen rolün Türkiye Cumhuriyeti diye kendi varlığına şu anda sahip olan yapının ve bu topraklarda yaşayan insanların, bu yapıdan vazgeçmek zorunda kalacakları günleri işaret ediyor. „Ben böyle bir geleceği istemiyorum“ diyene statükocu, „yeter ki, değişelim. Zaten değişmeyen ya delidir ya ölüdür. Değişme dünya ile bütünleşmedir“ deyip küresel sömürgeciliğin kollarına atanlar değişmeci oluyor. Aynı statüko terimindeki bu aldatma gibi, derin devlet terimindeki tanımsızlığı da kullanmaktan, tanınmadığı sürece kullanmaktan kimseye bir yarar gelmediği kanısındayım. Eğer derin devlet denen şey, ülkenin laiklik esasına göre örgütlü, sosyal devlet ilkesi esası doğrultusunda güçlendirilmesi, ulusal çıkarlar doğrultusunda çalışan bir ulus devletin, yani içi boşalmamış bir ulus develetin varlığının devamı ise, o zaman bu görüşleri savunan kişi olarak beni de derin devletin içine atın.

Ama derin devletten söz ettiğiniz şey, hiç bir şekilde denetlenemeyen, demokratik güçlere kapalı ve çok çeşitli güç odaklarıyla birlikte bilemediğim çeşitli politikalara göre hareket eden bir örgütsel nüveyse, o tarafta bir işim yok.

Derin devletten ve statükodan kastedilenin önemi çok büyük. Çok üzgünüm ki, Türkiye´nin geleceğini garanti altına almaya çalışan laiklik esası, sosyal devlet esası, içi bosalmamış ulus devlet. Yani ulusal devlet esası. Bu ülkenin varlığını sürdürme esası üzerine ısrarlı olanları da kapsayacak biçimde kullanılmaya başlanmış olması. Tam bir kendinden geçme. Tam bir iç boşaltma. Türkye´nin çıkarına Türkiye´de yaşayanların çıkarına konuşanları da bir tür suçlamayla, bir tür aşagılamayla susturma çabasıdır. O anlamda AKP derin devlet ilişkisini sorgulayamam.

Türkiyenin AB´ye üye olmasıyla kaybedeceklerinden bahsettiniz. Türk halkına AB sizin anlattıklarınız anlatılıyor mu? İşsizliği çözmeyeceği, 8 saatlik çalışma gününü getirmeyeceği, Almanya´daki işsizlik, Almanya´daki demokratik haklar, „iç güvenliği sağlamak adına demokratik haklar ortadan kaldırılıyor.“ Medya bunları halka anlatıyor mu? Avrupa da durum bu diye?

Hayır asla. Öyle ilginç bir dönemde, öyle ilginç medya dediğimiz dünyada inanılmaz bir tek yanlılık, Türkiye´nin ne toplumsal ne siyasal gerçeklerini doğru dürüst paylaşmayı sağlayan bilgi aktarımı konusunda inanılmaz bir körlük var. İnanılmaz bir çıkar peşinde koşma var. Öyle bir genel resim var ki, AB dediğimiz bu dünya adeta bir cennettir. Burada işsizlik ne kelime yani bizim gibi çalışkan insanlar zaten oraya gittiklerinde bir şekilde işlerini yoluna koyacaklardır. Demokratik haklar mı? Orada adeta peygamber gibi insanlar var. İnsanlar birey olduklarının farkında. Kimseye yaslanmadan her yerde haklarını alan – ben senin vergini veriyorum. Vergimi ben verdiğim müddetçe sen bana hizmet etmek zorundasın. Sen benim hizmetkarımsın diyen - bireyler olduğu yanılsaması içinde yaşatılıyor. Medyanın burada inanılmaz bir etkisi var. Bir başka etki de kuşkusuz, çok zor zamanlar yaşıyoruz. Ekmek parası peşinde koşmak zor iştir. Geleceğe dönük umudunuz yoksa çok daha zor iştir. O sistemin, bu sıkışıklığın içersinde eğer sizin yöneticileriniz bir gelecek vadetmiyorlarsa ve onu ancak başka tabiyetlerde bulabileceğini söylüyorlarsa , pek de insanları suçlamamak gerekir. Orada yabancı düşmanlığı adeta kendini bilmez birkaç ruh hastasının ortaya çıkardığı bir tavır olarak lanse ediliyor. Adeta insanlığın ulaşmayı arzu ettiği böyle günahsız yurttaşlık sorumluluğunu yüklenmiş, katılımcı, birbirleriyle tartışmayı bilen, son derece barişçı insanlar dünyası diye anlatılıyor.

Bir miktar gidip yaşayanlar belki o düzenli şehirlerden falan etkilenip gelip, bu izlenimi kendi çevrelerine orada yaşadıkları olumsuzlukları tümüyle unutarak, biraz daha kuvvetlendirerek anlatıyor. Ama biz böyle bir yumağın içersinde sahte bir AB imajı içersinde yaşayıp duruyoruz.

Burada medyanın gerçekten çok önemli etkisi var. Ama ne yazık ki, bunda sendikal örgütlenmelerimizin de çok önemli bir etkisi var. Öyle ki, bizim sendikacılarımızın sağ ya da sol, bu hiç farketmiyor. Dönüp kendi üylerine dedikleri şey, “ya bu acımasız çalışma koşulları bakımından emeğin hakkını vermeyen bu arkaik yapı, Türkyie´nin işverenlerindendir, ama AB´de güçlü sendikalar insanların rahat ortamlarda kendi haklarını korudukları iş ortamlarında çalışmalarına olanak vermektedir. Biz burada istedik, bir türlü elde edemedik. Şimdi AB üzerinden sendikal haklarımıza da kavuşacağız „ biçiminde bir kör inançla gittiklerini söylemek gerekiyor. Toplumun yalnızca medya kesiminde değil, işveren kesiminde, ne yazık ki kimi sendikal kesimde bu hayal perdesi çesitli kanallardan güçlendirilerek devam ettiriliyor.