Kasım 2003 / November 2003
Önleyici Savaş “En Büyük Suçtur”
Irak: Utanç içinde yaşanacak olan bir işgal
Noam Chomsky
2002 yılının Eylül ayında birbirleriyle yakından ilişkili oldukça önemli üç olay gerçekleşmiştir. Tarihteki en güçlü devlet küresel hegemonyayı kalıcı olarak sürdüreceğini açıklayan yeni bir Ulusal Güvenlik Stratejisi ilan etmiştir. Bu hegemonyaya herhangi bir meydan okuma, kuvvet kullanarak engellenecektir, ki bu ABD’nin üstün olduğu bir boyuttur. Aynı zamanda halkı Irak’ın işgali için seferber etmek üzere savaş tamtamları çalmaya başlamıştır. Ve kongre ara seçimleri için kampanya başlamıştır. Bu seçimler yönetimin radikal uluslararası ve yerel gündemlerini ilerletip ilerletemeyeceklerini belirleyecektir.
Önde gelen düzen yanlısı bir derginin terimleri ile bu yeni “büyük emperyal strateji” ABD’yi “şu anki avantajlarını gösteriyi yönettiği bir dünya düzenine”, “küresel önderlik, koruyuculuk ve yasa uygulayıcılık” konumuna hiçbir devlet ya da koalisyonun hiçbir zaman meydan okuyamayacağı tek kutuplu bir dünyaya yatırma peşinde koşan revizyonist bir devlet olarak takdim etmektedir. [1] Yazar, dış politika ile ilgili seçkin çevrelerden diğer birçok yorumcuya katılarak bu politikaların ABD’nin kendisi için bile çok tehlikeli olduğu uyarısında bulunmaktadır.
“Korunması gereken” ABD’nin gücü ve temsil ettiği çıkarlardır, bu kavrayışa şiddetle karşı çıkan dünyanın kendisi değil. Birkaç ay içinde çalışmalar politik önderliğine karşı duyulan güvensizlikle birlikte, ABD’den duyulan korkunun olağanüstü düzeylere ulaştığını ortaya çıkarmıştır. Aralık ayında yapılan ve ABD’de hiç değinilmeyen uluslararası bir Gallup anketi, “ABD ve müttefikleri tarafından”, işin aslında ABD-BK “koalisyonu” tarafından “tek yanlı olarak yürütülecek” bir Irak savaşına dair Washington planlarına neredeyse hiç destek verilmediğini bulmuştur.
Washington BM’nin ABD planlarını onaylayarak “önemini koruyabileceğini” aksi halde bir tartışma kulübü haline gelebileceğini söylemiştir. Yönetimin ılımlılarından Colin Powell, Washington’un savaş planlarına şiddetle karşı çıkan Dünya Ekonomik Forumu’nda ABD’nin “askeri eyleme girişmeye ilişkin egemenlik hakkı” olduğunu söylemiş ve şöyle devam etmiştir: “bir şeye güçlü bir şekilde karar vermişsek bizi kimse takip etmese de önderlik ederiz.” [2]
Bush ve Blair uluslararası hukuku ve kurumları nasıl küçük gördüklerini işgalin hemen öncesinde Azor zirvesinde bir kez daha vurguladılar. Irak’a değil Güvenlik Konseyi’ne bir ültimatom verdiler: teslim olun yoksa o anlamsız onay mührünüz olmadan işgal edeceğiz. Ve Saddam Hüseyin ve ailesi ülkeyi terk etse de bunu yapacağız. [3] En önemli ilke ABD’nin Irak’ı etkin olarak yönetmesidir.
Başkan Bush, Bush doktrinine göre ABD’nin, Saddam olsa da olmasa da Irak tarafından tehdit edilen “kendi ulusal güvenliğini sağlama almak için kuvvet kullanmaya ilişkin egemen otoriteye sahip olduğunu” ilan etti. Britanya’nın dünyaya egemen olduğu günlerde kullandığı bir terimi ödünç alırsak, Washington bir “Arap vitrini” kurabilirse mutlu olacaktır, ama ABD gücü dünyanın en önemli enerji üreticisi olan bu bölgenin kalbine sıkı bir şekilde yerleştirilmiş olacaktır. Biçimsel bir demokrasi iyidir, ancak tarihin ve mevcut uygulamaların gösterdiği gibi Washington’un “arka bahçesinde” kabul edilen türden teslimiyetçi bir demokrasi.
Büyük strateji Washington’a “önleyici savaş” yürütme yetkisi vermektedir. Önalıcı değil önleyici savaş,. Önalıcı savaşı haklı çıkarmak için öne sürülen gerekçeler ne olursa olsun bunlar önleyici savaş için geçerli değildir, özellikle de bu konseptin bugünkü taraftarları tarafından yorumlandığı biçimi için: icat ya da hayal edilen bir tehdidi ortadan kaldırmak için askeri kuvvet kullanımı, ki burada “önleyici” terimi bile fazlasıyla cömert kaçmaktadır. Önleyici savaş çok açık bir biçimde Nuremberg mahkemesinde lanetlenen “en büyük suçtur.”
Bu, ülkeleri için biraz olsun kaygı duyanlar tarafından anlaşılmıştır. ABD Irak’ı işgal ettiğinde tarihçi Arthur Schlesinger Bush’un büyük stratejisinin “emperyalist Japonya’nın Pearl Harbor’da uyguladığı politikaya tehlike sinyalleri verecek derecede benzer olduğunu ve bu nedenle de Japonya’nın daha önceki bir Amerikan başkanının söylediği gibi utanç içinde yaşadığını” yazmıştır. Roosevelt haklıydı diye eklemektedir, “ancak bugün utanç içinde yaşayanlar biz Amerikalılardır.” “11 Eylül’den sonra Birleşik Devletleri sarmalayan küresel sempati dalgasının yerini, Amerikan kibrine ve militarizmine karşı duyulan küresel nefret dalgasına” ve Bush’un “barış için Saddam Hüseyin’den daha büyük bir tehdit oluşturduğu inancına” bırakmış olmasına şaşmamak gerek. [4]
Çoğu Reagan-I. Bush yönetimlerinin en gerici kesimlerinin yeniden dolaşıma sokulmuş unsurları olan politik önderlik için “küresel nefret dalgası” bir sorun teşkil etmemektedir. Sevilmeyi değil nefret edilmeyi istiyorlar. Donald Rumsfeld’in Chicago’lu gangster Al Capone’un sözlerini tekrarlaması son derece doğaldır: “bir silah ve iyi sözle yalnızca iyi sözle elde edebileceğinizden daha fazlasını elde edersiniz.” Düzen içinden yöneltilen eleştiriler kadar kendileri de eylemlerinin Kitle İmha Silahları’nın (KİS) ve terörün yayılması riskini arttırdığını anlamışlardır. Ancak bu da büyük bir sorun değildir. Öncelikler sıralamasında en üstlerde küresel hegemonyanın tesisi ve iç politikaya ilişkin gündemin hayata geçirilmesi yer almaktadır: geçen yüzyılda halk mücadelesi ile kazanılan ilerlemeci başarıların ortadan kaldırılması ve bu radikal değişikliklerin, yeniden kazanımların hiç de kolay olmayacağı bir şekilde kurumsallaştırılması.
Hegemonik bir güç için resmi bir politikayı ilan etmek yeterli değildir. Aynı zamanda bu politikayı örnek eylemlerle yeni bir uluslararası hukuk normu olarak kurmalıdır. O zaman seçkin yorumcular, hukukun esnek, canlı bir araç olduğunu, yeni normun artık eylem için bir rehber olarak kullanılabilir olduğunu belirtebilirler. Sadece elinde silahları olanların “normlar” belirleyebileceği ve uluslararası hukuku değiştirebileceği de anlaşılmış olur.
Seçilen hedef, birkaç koşula uymalıdır. Savunmasız ve derde girmeye değecek kadar önemli olmalı, varlığımıza yönelik acil bir tehdit oluşturmalı ve en büyük şer olmalıdır. Irak her açıdan bunlara uyuyordu. İlk iki koşul açık. Üçüncüsü için, Bush, Blair ve meslektaşlarının konuşmalarını tekrarlamak yeter: diktatör, "hakimiyet kurmak, gözdağı vermek ve saldırmak için dünyanın en tehlikeli silahlarını bir araya getirmektedir" ve "bunları daha önce köyler üzerinde kullanmış, kendi vatandaşlarından binlercesini öldürmüş, kör etmiş ya da sakat bırakmıştır. Buna şer denmezse, şer kelimesinin hiçbir anlamı yoktur."
Başkan Bush’un dokunaklı açıklamaları kuşkusuz doğrudur. Ve şerin artmasına katkıda bulunanların da dokunulmazlığın keyfini çıkarmasına kesinlikle izin verilmemelidir: Bunlar arasında, bu yüce sözleri sarfedenler ve şimdiki iş arkadaşları ile Saddam Hüseyin tüm bu suçları işledikten ve Irak savaşından çok sonra bile hala o şer adamı desteklemekte onlara katılan diğerleri var. I. Bush yönetimi, "ABD'li ihracatçılara yardım görevimiz nedeniyle bunu yaptık" demiştir. Politik liderliğin canavarın en kötü suçlarını sayarken şu can alıcı sözleri yutmaları ne kadar etkileyici: “bunları bizim yardımımızla yaptı, çünkü bu meseleler bizim için önemli değil.” Arkadaşları, Kuveyt'i işgal ederek emirlere uymama (belki de emirleri yanlış anlama) şeklindeki ilk gerçek suçunu işlediğinde, destek yerini kınamaya bıraktı. Cezalandırma ağır oldu -tebası için. Tiran zarar görmeden kaçtı ve eski müttefikleri tarafından uygulanan yaptırımlar rejimiyle daha da güçlendi.
Saddam Körfez Savaşı'ndan hemen sonra, kendisini devirebilecek olan isyanları bastırırken Washington’un ona tekrar destek vermeye başlamasının nedenlerini örtbas etmek da kolay. New York Times'ın baş diplomatik muhabiri Thomas Friedman, ABD için “dünyaların en iyisinin”, "Saddam Hüseyinsiz demir yumruklu bir Irak cuntası" olacağını; ancak bu hedefe erişilemeyeceğine göre, ikinci en iyiyle yetinmek zorunda olduğumuzu açıklamıştı . ABD ile müttefikleri, "Irak liderinin günahları ne olursa olsun, ülkenin istikrarı konusunda Batıya, baskısı altında ezilenlerden daha fazla umut verdiği yolunda şaşırtıcı derecede ortak bir görüş" sahibi olduklarından, asiler yenildi [5]. Tüm bunlar, ABD'nin izniyle ve Saddam Hüseyin eliyle gerçekleştirilen terör galeyanının kurbanlarına ait kitlesel mezarlarla ilgili açıklamada da örtbas edildi; Bu terör şimdi, savaşı haklı çıkarmak için "ahlaki neden" olarak gösterilmektedir [6]. Tüm bunlar 1991'de de biliniyordu ama devlet olmaya ilişkin nedenlerle göz ardı edildi.
İsteksiz Amerikan nüfusu, savaş heyecanı için uygun ruh durumuna getirilmeliydi. Eylül ayının başlarından itibaren Saddam'ın ABD karşısında oluşturduğu büyük tehdit ve El Kaide ile bağlantıları konularında iç karartıcı uyarılar hazırlandı; bunlarda Saddam'ın, 11 Eylül saldırıları ile ilgisi olduğu yolunda imalarda bulunuluyordu. Atom Bilimciler Bülteni'nin editörü, "Medya önünde ortaya atılan" suçlamaların birçoğunun "gülünüp geçilecek şeyler olduğu" yorumunda bulunuyordu; "ama bunlar ne kadar saçma idiyse, medya da bunları hevesle yutmayı yurtseverliğin kanıtı haline getirmeye o kadar gayret etti." [7]
Propaganda saldırısı sonuç verdi. Birkaç hafta içinde, Amerikalıların büyük bir çoğunluğu Saddam Hüseyin'i ABD'ye yönelik yakın bir tehdit olarak görmeye başlamıştı. Kısa bir süre sonra, neredeyse yarısı 11 Eylül terörünün ardında Irak'ın olduğuna inanmıştı. Savaşa yönelik destek bu inançlarla uyum içindeydi. Propaganda kampanyası ara seçimlerde yönetime zar zor bir çoğunluk sağlamaya anca yetti; çünkü oy verenler, acil kaygılarını bir kenara bırakıp şeytani bir düşman karşısında duyulan korkuyla gücün şemsiyesi altında kümelendiler.
Bush “altı hafta süren savaşı 1 Mayıs'ta uçak gemisi Abraham Lincoln’un güvertesinde güçlü bir Reaganımsı final" ile bitirdiğinde, kamu diplomasisinin parlak başarısı açığa çıkmıştı. Bu muhtemelen, Başkan Ronald Reagan'ın 1983'te dünyanın hindistan cevizi başkenti Grenada'yı işgal ettikten ve böylece Rusların burayı ABD'yi bombalamak için kullanmasını engelledikten sonra gururla yaptığı, Amerika'nın "başı dimdik" açıklamasına bir gönderme. Reagan'ın taklitçisi, -ülke içindeki şüpheci yorumlar konusunda kaygı duymadan- "El Kaide'nin bir müttefikini ortadan kaldırmak suretiyle, teröre karşı savaşta bir zafer" elde etmiş olduğunu ilan etmekte serbestti” [8]. Saddam Hüseyin ile baş düşmanı Usame bin Ladin arasında olduğu iddia edilen bağ konusunda hiçbir güvenilir kanıt olmaması ve bu iddianın uzman gözlemcilerce reddedilmesi önemli değildi. Zafer ile terör arasındaki tek bağ da önemli değildi: Amerikalı görevlilerin de teslim ettiği gibi, işgal El Kaide'ye katılanların sayısını büyük oranda artırdığından, "teröre karşı savaşta büyük bir gerileme" olarak görülmektedir [9].
Wall Street Journal, Bush'un dikkatle sahnelediği uçak gemisi fantazisinin "2004'te yeniden seçilmesine yönelik kampanyanın başlangıcına" işaret ettiğinin farkına varmıştır; Beyaz Saray bu kampanyanın "mümkün olabildiğince ulusal güvenlik konuları etrafından örüleceğini" umuyor. Cumhuriyetçilerin baş politik stratejisti Karl Rove'a göre, seçim kampanyası, "savaşa değil, Irak muharebesine" odaklanacak [10]: savaş, sadece yurtiçinde halkı kontrol altına almak için olsa bile devam etmeli. 2002 seçimlerinden önce, Rove, parti aktivistlerine güvenlik konularını vurgulamaları ve dikkati Cumhuriyetçilerin hoşa gitmeyen iç politikalarından uzaklaştırmaları talimatını vermişti. Tüm bunlar, bugün görevde olan, Reagan döneminden kalıp da yeniden dolaşıma sokulan unsurların doğasında var. İlk göreve geldiklerinde de politik iktidarı bu şekilde ellerinde tutmuşlardı. 1992 itibariyle Reagan'ı Richard Nixon'la birlikte en sevilmeyen başkan yapan politikalara karşı muhalefeti engellemek için düzenli olarak panik düğmesine basarlardı.
Küçük başarılarına rağmen, yoğun propaganda kampanyası temel konularda halkın görüşünü değiştiremedi. Nüfusun çoğu, uluslararası krizlerde ABD'nin değil, BM'nin liderliğini tercih etmeye devam ediyor; ayrıca halkın üçte ikisi, Irak'ta yeniden inşanın ABD yerine BM'nin gözetiminde yapılmasını tercih ediyor.[11]
İşgalci koalisyon ordusu kitle imha silahlarını ortaya çıkaramayınca, Amerikan yönetiminin duruşu değişti; önceden Irak'ın elinde kitle imha silahları olduğu “mutlak kesinlik” iken, şimdi suçlamalar, "potansiyel olarak silah üretimi için kullanılabilecek ekipmanların bulunmasıyla doğrulanıyor". [12] Daha sonra üst düzey yetkililer, önleyici savaş kavramında, ABD'nin "büyük miktarlarda ölümcül silah" bulunduran ülkelere saldırmasına olanak tanıyan bir “düzeltme” önerdiler. Bu değişiklik, "yönetimin, kitle imha silahları geliştirme yolunda niyeti ve yetisinden başka bir şeyi olmayan düşman rejimlere karşı harekete geçmesini" öngörüyor. İşgal için ortaya atılan argümanın çökmesinin en önemli sonucu, kuvvete başvurma konusundaki kriterlerin aşağı çekilmesi oldu.
Belki de propagandanın en görülmeye değer başarısı, demokrasiye yönelik sıradışı bir nefret ve küçümseme gösterisinin ortasında, Bush'un Ortadoğu'ya demokrasi getirme “vizyonunun” övülmesi olmuştur. Bir örnek, Eski ve Yeni Avrupa arasında yapılan ayrımdır; bunlardan eskisi lanetlenirken, yenisi cesaretinden ötürü selamlanıyordu. Kriter oldukça netti: Eski Avrupa, Irak konusunda kendi nüfuslarıyla aynı tavrı alan hükümetlerden oluşurken, Yeni Avrupa'nın kahramanları, çoğu durumda savaşa karşı çıkan halkın büyük çoğunluğunu göz ardı ederek, Texas'taki Crawford çiftliğinden gelen emirlere uyuyordu. Politik yorumcular bu itaatsiz Eski Avrupa ve onun ruhsal hastalıkları konusunda ağız kalabalığı yaparken, Kongre bayağı bir komedi halini aldı.
Yelpazenin liberal ucunda, eski ABD BM Büyükelçisi Richard Holbrooke, Yeni Avrupa'nın sekiz orijinal üyesinin nüfusunun Eski Avrupa'dan daha fazla olduğu ve bunun da, Fransa ile Almanya'nın "yalıtılmış" olduğunu kanıtladığını söyleyerek "çok önemli bir noktayı" vurguladı. Gerçekten de bu doğru olabilir, tabii ki, kamunun demokraside bir ölçüde rolü olduğu yolundaki radikal sol aykırı görüşe boyun eğmediğimiz sürece. Daha sonra Thomas Friedman, Fransa'nın Güvenlik Konseyi'nin daimi üyeleri arasından çıkarılmasını istedi, çünkü Fransa "anaokulundaydı ve diğerleriyle doğru dürüst oynamıyordu" Buradan da, Yeni Avrupa nüfusunun hala çocuk yuvasında olması gerektiği sonucu çıkıyor, en azından anketlere bakarsak . [14]
Türkiye, özellikle öğretici bir örnekti. Hükümet, kendi nüfusunun %95'ini göz ardı edip emirlere uyarak “demokratik yeterliliğini” kanıtlaması yolundaki ağır ABD baskısına direndi. Yorumcular bu demokrasi dersi karşısında çileden çıktılar; o kadar ki, bazıları Türkiye'nin 1990'larda Kürtlere karşı işlediği suçları haber yaptı; halbuki, bu konu daha önce, ABD'nin olup bitenlerdeki rolü nedeniyle bir tabuydu; gerçi bu rol yorumcuların feryatlarında yine de dikkatle gizlenmişti.
Hayati noktayı ifade eden Paul Wolfowitz oldu, Türk ordusunu "kendilerinden beklediğimiz güçlü liderlik rolünü oynamadığı" ve hükümetin, halkın neredeyse tümü tarafından kabul edilen kamuoyu görüşüne uymasını engelleyecek biçimde müdahale etmediği için kınadı. Bu nedenle Türkiye'nin çıkıp "Bir hata yaptık, şimdi Amerikalılara nasıl olabildiğince yardım edebileceğimizi düşünelim" demesi gerekti. [15] Wolfowitz'in duruşu özellikle öğretici oldu, çünkü kendisi yönetimin Ortadoğu'yu demokratikleştirme seferinde önde gelen bir figür olarak sunulmuştu.
Eski Avrupa'ya yönelik kızgınlığın, demokrasiye karşı duyulan küçümsemeden daha derin nedenleri var. ABD, Avrupa'nın birleşmesini daima biraz çelişik duygularla izlemiştir. Henry Kissinger, 30 yıl önce yaptığı Avrupa Yılı konuşmasında, Avrupalılara kendi bölgesel sorumluluklarını "ABD tarafından yönetilen düzenin genel çerçevesi dahilinde" tutmalarını tavsiye etmiştir. Avrupa, Fransız - Alman sınai ve mali merkezi temelinde kendi bağımsız yörüngesini takip etmemelidir. ABD yönetiminin kaygısı şimdi, dünyanın en dinamik ekonomik bölgesi olan, yeterli kaynağı ve ileri sanayi ekonomileri bulunan Kuzeydoğu Asya'ya da uzanıyor; burası, aynı zamanda, Washington'un ilan ettiğine göre, gerekirse güçle, sürekli olarak korunacak olan genel dünya düzeni çerçevesine meydan okuyabilecek potansiyel olarak entegre bir bölgedir.
[1] John Ikenberry, Foreign Affairs, Sept.-Oct. 2002.
[2] Wall Street Journal, Jan. 27, 2003.
[3] Michael Gordon, New York Times, March 18, 2003.
[4] Los Angeles Times, March 23, 2003.
[5] Thomas Friedman, NYT, June 7, 1991. Alan Cowell, NYT, April 11, 1991.
[6] Thomas Friedman, NYT, June 4, 2003.
[7] Linda Rothstein, editor, BAS July 2003.
[8] Elisabeth Bumiller, NYT, May 2, 2003; Transcript, same day.
[9] Jason Burke, London Sunday Observer, May 18, 2003.
[10] Jeanne Cummings and Greg Hite, WSJ, May 2, 2003. Francis Clines, NYT, Op-ed, May 10, 2003; Rove’s emphasis.
[11] Program on International Policy Attitudes (PIPA), U. of Maryland, April 18-22.
[12] Dana Milbank, Washington Post, June 1, 2003
[13] Guy Dinmore and James Harding, Financial Times, May 3/4, 2003.
[14] Lee Michael Katz, National Journal, Feb. 8, 2003; Friedman, NYT, Feb. 9, 2003.
[15] Marc Lacey, NYT, May 7/8 2003.