Kasım 2003 / November 2003

Emek Hareketinin Krizi

Sendikal Kriz

''Sendikal hareket krizde!''

Son yıllarda sendikal hareketle ilgili en yaygın, en çok kabul gören saptama, kriz saptaması. Sendika yöneticilerinden üyelerine, işçilerden akademisyenlere dek uzanan geniş bir çevre, sendikaların çöküşün eşiğine geldiğini kabul ediyor. İşçi sınıfına yönelik politika yapan bütün siyasal akımlar ve gruplar da kriz saptamasını paylaşıyorlar.

Sendikal krizin en yaygın biçimde kullanılan göstergelerinden birisi, sendikaların üye sayılarında yaşanan düşüşler. Gerçekten de, dünyanın pekçok ülkesinde olduğu gibi ülkemizde de, bütün belli başlı işkollarındaki sendikalı işçi sayısında ciddi bir azalma gözleniyor .Kuşkusuz bu genel eğilime karşın, sendikalı üye sayısının arttığı ülkeler de var. Örneğin Norveç, sendikalı işçi sayısının yükseldiği ülkelerden birisi; başka pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye 'de de kamu çalışanları sendikalaşıyor. Bazı bağımlı ülkelerde yeni sendikalar ve konfederasyonlar kuruluyor, ama bunlar henüz genel eğilimi tersine çevirecek güçte değiller.

İşçi sayısı artarken sendikalı işçi sayısı düşüyor!

Sendikalı işçi sayısındaki azalmanın altında yatan neden işçilerin sayısındaki azalma değil. Bazı Avrupa ülkelerinde belirli işkollarındaki işçi sayısında bir düşüş yaşanıyor. Örneğin madencilik ya da demir-çelik işkollarında bu durum geçerli. Ama bu ülkelerde diğer yandan da hizmetler alanı genişliyor. Üstelik emperyalizme bağımlı ülkelerdeki işçi sınıfı da sayısal olarak hızla artıyor. Kısacası, sendikalı işçi sayısındaki azalmaya karşı işçi sınıfı dünya çapında sayısal olarak büyüyor.

İşçi sınıfının dünya çapındaki sayısal büyümesine karşın, sendikalı üye sayısındaki azalma 1960'lı ve 1970'li yılların aksine, Fransa, ABD ve Türkiye gibi kimi ülkelerde çok tehlikeli bir boyuta ulaşmış durumda. Sendikaların yeni üye kazanmakta yaşadığı başarısızlığı simgeleyen bu durum, üye sayısındaki azalmanın ciddi bir kriz göstergesi olarak ele alınmasını haklı çıkarıyor. Çünkü işçi sınıfı nicel olarak büyürken, mevcut sendikal hareket buna paralel bir genişleme gösteremiyor.

Toplu sözleşme ve grevler başarısız!

Sendikal krizin bir başka yaygın göstergesi, sendikaların en önemli geleneksel işlevlerinden olan toplu sözleşme ve grev konularında gittiçe daha fazla başarısızlık göstermeleridir. Bu durum, Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkeler sözkonusu olduğunda çok daha doğrudur. Özellikle son yıllarda, mevcut sendikal hareket tarafından gerçekleştirilen başarılı bir toplu sözleşme örneğine rastlamak neredeyse olanaksızlaşmıştır.

Mevcut sendikalar, kendilerine esas mücadele alanı olarak seçtikleri ücret mücadelesinde bile, işçilerin gerçek ücret düzeylerini korumakta ciddi bir başarısızlık sergiliyorlar .Bu durumda, toplu pazarlıklarda enflasyondaki artışları yakalayan ücret artışlarını başarılı olarak kabul eden bir yaklaşım yerleşmeye başlıyor. Ancak demokratik ve sosyal haklarda gözlenen gerileme önlenemiyor; varolan haklar bile zorlukla korunmaya çalışılıyor. Diğer yandan işverenler ''esnek çalışma'' ile ilgili maddeleri toplu sözleşmelere sokmaya başlıyorlar .Bu ise işe alma- işten çıkarma, çalışma saatleri ve çalışma koşullarının düzenlemesi ve ücretler gibi temel konuların işverenin inisiyatifine terkedilmesi, dolayısıyla sendikal etkinliğin özünün ortadan kalkması gibi sonuçlar doğuruyor.

Örgütlenen grev sayısında da gözle görülür bir gerileme sözkonusu. Bir hak arama aracı olarak grevin kullanımında açık bir etkisizleşme görülüyor, bir ya da birkaç işyerinde üretimden gelen gücün kullanılması, yaygın bir halk ve işçi desteği olmaksızın eskisi kadar etkili olamıyor. Sermaye, grev tehditine karşı üretim birimini başka bir bölgeye taşıma, grev kırıcı kullanma, hatta zarar etme pahasına işyerini geçici olarak kapatma gibi yöntemlere başvurabiliyor. ''Kitle grevi'', yani işyeri, işkolu ya da ülke düzeyinde işçilerin topluca iş bırakmaları onyıllar boyunca sendikal hareketin temel birleştirici gücünü oluşturmuştu. Bugün ''kitle grevi''nin etkili bir mücadele aracı olarak kullanılamadığı gözleniyor. Kuşkusuz bu durum, grevin emek hareketinde önemini yitirdiği anlamına gelmiyor Grev sayısındaki azalma, emek ile sermayenin artık greve yer bırakmayan bir uzlaşmaya varmalarından değil, sendikaların grev yapmaktan çekinir hale gelmesinden kaynaklanıyor.

Grevler, kuşkusuz genel bir eğilimin içinde değerlendirilmelidir. Çünkü, tersi örnekler de yaşanmaktadır; gerek ülkemizde gerekse dünyanın başka ülkelerinde başarılı toplu sözleşme ve grevler de gündeme gelmektedir. Güney Kore'de, Meksika'da, Fransa'da vb. yaşanan bu örnekler henüz karşıt bir genel eğilimi oluşturmaktan çok, bugünkü kriz ortamında geleceğe ilişkin olumlu ipuçları olarak ortaya çıkmaktadır.

İşçilerde güven bunalımı!

Bunların yanısıra bir yandan devlet diğer yandan sermaye tarafından sendikalann işçi sınıfının ekonomik-demokratik haklarını korumak bakımından tarihsel işlevlerini yitirdiği yolunda bir kamuoyu da oluşturulrnaya çalışılıyor. Ancak devlet ve sermaye tarafından sendikalar aleyhine yürütülen bu genel kampanya, işçiler arasında da kabul görebiliyor. Mevcut sendikal örgütlenmeler ve pratik, işçi kitleleri açısından çekicilik taşımıyor. Özellikle sendikal bürokrasi ve yozlaşma, işçilerde büyük bir güvensiz- liğe yol açıyor .Bu bakımdan sendikalara karşı güvensizlik de sendikal krizin göstergelerinden birisi olarak ele alınmalıdır. Özellikle, işçi sınıfının nitelikli kesimleri arasında sendikalara yönelik ciddi bir güvensizlik sözkonusudur. Bu güvensizliğin temelinde, işçilerin sendikalari kendi öz örgütleri olarak göreme- meleri, sendikalarına yabancılaşmaları, dolayısıyla sendikaların kendi çıkarlarını koruyamayacağı düşüncesinin yaygınlaşması bulunuyor.

Siyasal alanda etkisizlik!

Yaşanan sorunların kriz olarak nitelenmesine yolaçan bir başka olgu, sendikaların işçi sınıfının taleplerini siyaset alanına taşımada giderek daha da etkisizleşmesidir. Sendikalar bugüne değin, ister baskı grubu oluşturarak, ister lobi faaliyetine girişerek, isterse ''ekonomik, demokratik ve siyasal mücadelenin bütünselliğini gözeterek'' siyasal olarak üstlenegeldikleri işlevlerden giderek uzaklaşıyorlar . Bir başka deyişle, sendikalar, işçi sınıfının talep ve düşüncelerini siyasal alana taşımakta eskisi gibi etki- li değiller. Buradan sendikaların bu geleneksel siyasal ''işlevlerinin''olumlu olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aksine, sendikaların böyle bir araç haline getirilmeleri, yani ''ekonomik'' alandan siyaset üzerine baskı kurma aracı olarak görülmeleri zaten hatalı bir yaklaşımdı.

Bütün bunların yanısıra, özellikle genç işçi kitleleri arasında gelişkin bir sınıf bilincinin oluşmaması, hatta artan bireyselleşme eğilimleriyle birlikte, sınıf bilincinde belirgin bir körelmenin yaşanması, sendikal krizle bağlantılı olgular olarak göze çarpıyor.

Bu olgular çoğaltılabilir. Bunların tersine örnekler de gösterilebilir, ama bu tür örnekler henüz genel bir eğilimi değil, bugünkü kriz ortamından çıkış için gereken önemli ipuçlarını temsil ediyorlar. Özellikle emperyalizme bağımlı birçok ülkede, düzenle bütünleşmiş ve düzenin bir parçası haline gelmiş olan geleneksel sendikal hareketler açısından sendikal kriz, bir çöküntü biçiminde yaşanıyor. Hemen be- lirtelim ki, sendikal kriz tek başına ortaya çıkan bir olgu değildir. Bütün bu göstergelerin tanımladığı sendikal kriz, aslında emek hareketinin, daha genel olarak ezilenlerin toplumsal hareketlerinin krizinin bir parçasıdır.

Peki, sendikal kriz ya da çöküntünün, emek hareketinin ve onun bir parçası olan sendikal hareketin geleceği açısından taşıdığı anlam nedir?

Giderek bir çöküntü olarak yaşanan sendikal krizin ortaya koyduğu asıl sorun, geleneksel sendikal hareketin parçası olan örgütlenmelerin, krizi yaratan gelişmeler karşısmda direnç gösterememeleridir. Geleneksel sendikalar , sendikal etkinliği zayıflatan eğilimleri tersine çevirmekte başarısızdırlar. Bu durumun en açık örneklerinden birisi de Türkiye'de yaşanıyor.

Krizin Temel Nedenleri

Sendikal hareketin geleceği açısından atılacak adımlar bir reform olarak tasarlanamaz. Sendikal harekette gereksinim duyulan, tepeden tırnağa gerçek bir yenilenme, gerçek bir devrimdir .

Sendikal harekette tepeden tırnağa bir yenilenme nasıl gerçekleşecek; yeni bir sendikal hareket hangi nesnel temeller, hangi somut ipuçları üzerinde şekillenecek? Bunu anlamak için herşeyden önce, geleneksel sendikal hareketi çöküşe götüren öznel ve nesnel unsurları anlamak gereklidir.

Sendikal bürokrasi ve yozlaşma

Öznel unsurların en başta geleni, geleneksel sendikal hareketin büyük bir bölümünü saran, yozlaşmış kast ilişkilerinde somutlaşmaktadır. Geleneksel sendikaların önemli. bir bölümünde, sendikal demokrasinin adı bile zaten yoktur. Bu tip sendikalarda, işçilerin söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak hiçbir organlaşma yoktur. Sendikal politikalar ve bütün önemli kararlar, işçilerin dışında merkezileşmiş yönetim mekanizmalarında yeralanlar tarafından belirlenmektedir.

Bürokratik sendikacılık, bugün gelinen noktada artık sadece anti-demokratik bir tutum olmaktan çıkmış, sendikal harekette ciddi bir çürüme kaynağı oluşturmaya başlamıştır.

Yöneticilerin siyasal zihniyetleri de bir başka öznel unsur olarak öne çıkmaktadır. Yaşanan sendikal kriz karşısında çözümü, eldeki mevcudu korumakta arayan, bunun için düzenle daha fazla bütünleşen, sermayeyle yeni bir uzlaşma arayışı içine giren sendikal siyaset yaklaşımı, krizin bu denli etkili olmasında belirleyici bir unsur haline gelmektedir.

İdeolojik hegemonyanın dağılması

Aslında gerek bürokratik-yozlaşmış yöneticilik gerekse korumacı-tutucu zihniyet, daha temelde yatan bir öznel unsurun sonuçlarıdır.Bu da sosyalizmin, yani işçi sınıfının insani kurtuluş umudunun, emek hareketi üzerindeki ideolojik hegemonyasının kırılmış olmasıdır. İşçi sınıfının en yüksek örgütlenme biçimi olan sosyalizmin reel uygulamalarının yenilgisi ve bağımlı ülkelerdeki kurtuluş hareketlerinin çözülüşü, emek hareketini ideolojik/politik saldınlar karşısında eskisine göre daha güçsüz ve savunmasız bıraktı. Emek hareketlerinin bu koşullarda yaşadığı ideolojik- politik yalpalamalar , işçi sınıfının gündelik ve politik çıkarları arasındaki bağın tamamen kopartılmasıyla sonuçlandı. Düzenle bütünleşme, teslimiyet, sendika- ları düzenle daha da bütünleştirmeye yönelik sermaye stratejilerinin ( çağdaş sendikacılık vb. ) yaygınlaşmasına neden oldu.

İdeolojik-politik yalpalama sendikal hareketi bir siyasal önderlikten de tamamen yoksun bıraktı. Bu da sendikal harekette hedefin ve yönün belirsizleşmesine, sendikal etkinliğin sadece ''varolan üyelerin işçi-işveren ilişkilerinden kaynaklanan " sorunlarının çözümü'' ekseninde tanımlanmasına zemin oluşturdu. Bu koşullarda sendikal kadrolar da erozyona uğradı; eski kadrolarm bir bölümü sınıfın bilinçli eylemine dair inançlarını yitirirken, yeni sendikal kadroların ortaya çıkmasına ve önder konumlara gelmesine imkan sağlayan bağlantı kayışları oluşamadı.

Sendikal çöküntüyü yaratan bu öznel unsurlar önemlidir. Ancak tek başma bu öznel nedenler bugünkü sendikal çöküntünün çözümlenmesi açısından yeterli değildir.

Çünkü sendikal krizi yaratan nesnel koşullar, sendikal kadroların bütün bu öznel olumsuzluklara sahip olmadığı koşullarda bile sendikal etkinliğin güçlenmesini engelleyebiliyor. Bir başka ifadeyle, sendikal demokrasinin işlerliğinin sağlandığı, sendika yöneticilerinin bağımsız ve militan bir tutum sergiledikleri koşullarda bile, sendikal hareket güç yitirmeye devam edebiliyor; ya da en azından gücünü arttıramıyor .Çünkü sadece "bu olumluluklar, krize, neden olan nesnel gelişmeler karşısında bir direnç yaratmaya yetmiyor.

Bu noktada krizi yaratan nesnel unsurları dikkate almak zorunludur. Sendikal hareketi krizden çıkarabilmek, yani yeni bir sendikal hareket yaratabilmek de, büyük ölçüde bu nesnel gelişmelerin yolaçtığı sorunlara karşı bir direnç eğilimi oluşturabilmekten geçiyor.

Geleneksel örgütlenme, mücadele ve dayanışma tarzları içinde kalınarak yürütülen sendikal etkinlikler, işçi sınıfı saflarında sermayenin saldırı stratejilerine bağlı olarak ortaya çıkan değişimlere yanıt sunamıyor. Kısacası sendikal krizi, ''işçi sınıfını bütün düzeylerde etkileyen genel değişim sürecinin yolaçtığı sonuçlar karşısında, mevcut sendikaların yönetim, örgütlenme ve mücadele biçimlerinin çözümsüzlüğü'' olarak tanımlamak mümkündür . Geleneksel sendikalar değişimin ortaya çıkardığı sonuçlarla başa çıkabilme gücünde değillerdir.

Yeni Sermaye Stratejisi

Yeni bir sendikal hareketin yaratılması, sermayenin yeni stratejisinin yol açtığı değişim sürecinin işçi sınıfı saflarında yarattığı etkilerin, geleneksel sendikal hareketin sınırları içinde kalınarak karşılanamayacağı anlamına gelmektedir. Peki böylesine köklü bir dönüşümü gerektiren bu sermaye stratejisi ve bunun işçi sınıfına etkileri nelerdir?

Sermayenin yeni stratejisi, kapitalist sistemdeki değişim sürecinin, yaygın deyimiyle ''yeni dünya düzeni ve küreselleşme''nin bir unsurudur.

Yeni sermaye stratejisi, kar oranlarının düşme eğilimiyle ortaya çıkan kapitalizmin krizini, kapitalist sınıflar lehine aşmayı öngörmektedir .Bunun için, uluslararası işbölümünden çalışma ilişkilerine, işletme yapılarından emek süreçlerine kadar bir dizi alanda radikal değişikliklere gidilmiştir.

1970'li yılların başından itibaren uygulamaya konan ve özellikle 1980'lerde hemen hemen bütün dünya ülkelerine yaygınlaştırılan yeni sermaye stratejisinin yol açtığı belli başlı değişimler şöyle özetlenebilir:

Yeni liberal ekonomik düzenlemeye bağlı olarak yeni bir uluslararası işbölümü oluşturulmuştur. Bu yeni uluslararası işbölümünün araçları ticari ve mali serbestleştirme, özelleştirme ve esnek uzmanlaşmadır. Bu işbölümünde emperyalist ülkeler bilgisayar yazılımı, enformasyon teknolojileri ve biyoteknoloji gibi egemen teknolojilere dayalı sektörleri üstlenirken; daha geri teknolojilere bağlı ve özellikle emek yoğun sektörleri ve üretim aşamalarını bağımlı ülkelere aktarıyorlar.

Özellikle mali sermayenin her türlü akışkanlığının önündeki engellerin kaldırılmasıyla hızlandırılan bu süreç bir yandan uluslararası düzlemde eşitsizliği de- rinleştiriyor, bir yandan da her ülkenin kendi içinde ana sanayilerle, yan sanayiler ve buna bağlı olarak çekirdek işgücü ve çevre işgücü gibi ayrımlar yaratıyor.

Özelleştirme, özellikle eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi kamu hizmeti olarak tanımlanan ve dolayısıyla piyasa ilişkilerinin kısmen dışında olan alanlara da girerek sermayeye yeni yatırım, yani kar alanları açıyor. Ayrıca mali piyasaların serbestleştirilmesi, yani mali sermaye önündeki denetimin kaldırılmasıyla, büyük bir mali sermaye kitlesi, dünya çapında dolaşmaya ve ülkelerin faiz-döviz politikalarını belirlemeye başlıyor.

Tekelleşme son hızıyla sürüyor. Dünya ekonomisini birkaç yüz uluslararası tekel kontrol edebiliyor. Dikey entegrasyon, yani küçük ve orta ölçekli işletmelerin, tekel niteliğindeki ana şirketlerle bütünleşmeleri artıyor. Bugünkü kapitalizm koşullarında küçük ve orta ölçekli işletmelerin, kendi başlarına nihai tüketiciye üretim yaparak yaşama şansları kalmamıştır. Bu gelişme, uluslararası işbölümü açısından bakıldığın- da, bağımlı ülkelerdeki yatırımların büyük bir bölümünün, uluslararası tekellere üretim yapan taşeron niteliği kazanmasına yol açıyor.

Küçük ve orta ölçekli işletmeler

Bununla birlikte işletme yapıları ve stratejileri hızla değişiyor. Teknolojideki gelişmelere bağlı dolarak, işletmeler küçük birimler halinde örgütleniyor , dev bir ahtapotun kolları gibi çalışıyorlar .Siemens patronunun deyimiyle, kapitalist işletmeler ''eskiden okyanusta yüzen dev transatlantikler iken, bugün nehirde yüzen yüzlerce sürat teknesi'' haline dönüştürülüyor.

Bu işletme yapılarının tipik bir sonucu yeni sanayi havzalarının oluşturulmasında görülüyor.Emperyalist ülkelerde, özellikle maden demir-çelik gibi sektörlerde faaliyet gösteren büyük ölçekli fabrikaların bulunduğu eski sanayi bölgeleri bir bir kapanırken, bunların yerini yüksek teknolojiye dayalı ürünlerin üretildiği küçük ve orta ölçekli işyerlerinin bulunduğu bölgeler alıyor. Bağımlı ülkelerde ise sanayileşme, yeni uluslararası işbölümüne bağlı olarak, özellikle emek yoğun hafif tüketim maddelerini üreten sektörlerde ve dünya çapındaki üretimin, daha emek yoğun olan aşamalarında yoğunlaşmaktadır .Bunun sonucu, bu tip ükelerde küçük ve orta işletmelerden oluşan yeni organize sanayi bölgelerinin kurulmasıdır. Türkiye'deki Çorlu-Çerkezköy-Lüleburgaz, Kartal-Ümraniye-Esenyurt, Gebze-İzmit- Adapazarı, Adana- Mersin-Gaziantep, İzmir- Manisa- Denizli, Bilecik-Bozüyük-Eskişehir, Bursa vb. bu tür bir işbölümü sonucunda gelişen sanayi bölgeleridir.

Emek süreci ve emek yönetimi

Sermayenin yeniden yapılanması, işletmelerdeki emek süreçlerinde de değişim yaratıyor. Nitelikli çekirdek işgücünü istihdam eden yüksek teknolojiye dayalı işletmelerde, Japon tipi ''toplam kalite yönetimi'' anlayışı hakim kılınmaya çalışılıyor. ''Kalite çemberleri'' gibi araçlarla sürdürülen bu emek yönetimi tekniği, çalışma sisteminde (ücretler, çalışma saatleri, izinler vb.) onaya dayalı bir ''esneklik'' sağlamayı amaçlıyor. ''Esneklik'', sermayenin kar oranlarmı arttırabilmek ve pazar payını genişletebilmek amacıyla gündeme getirdiği temel politikaların başında geliyor.

Sermayenin ''esneklik'' politikası, işten atma özgürlüğü anlamına gelen ''sayısal esneklik'', işçinin kol ve kafa emeğinin bütününü üretime katmayı amaçlayan ''işlevsel esneklik'', çalışma zamanının belirsizleşmesine yol açan ''zaman esnekliği'', sendikal ve sosyal hakların zayıflatılmasını amaçlayan ''mevzuat esnekliği'' gibi kavramlarla sunuluyor. (Bu noktada sermayenin, kendi ''esneklik'' politikasını, ''kafa ve kol emeği ayrımının ortadan kalkması'', ''monoton ve rutin işlerin son bulması'', ''işin insanileştirilmesi ve zenginleştirilmesi'' gibi ideolojik motiflerle sunması karşısında, ''ayrıntılı işbölümünü savunan'' bir çizgiye düşmek doğru değildir. ''Esnekliğe'' sadece karşı çıkmak yetmez; mutlaka somut öneriler geliştirilmelidir.)

Emeğin yoğun olarak kullanıldığı yan sanayilerde ve özellikle hizmetler alanında ise ''esneklik'', geçen yüzyıldan devralınan ''vahşi kapitalist'' yöntemlerle gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bunun en çarpıcı sonucu işçi-işveren ilişkilerinin vahşi saldırı yöntemleri temelinde yeniden örgütlenmesidir.

Bu yüzden dünya çapında emeğin tarihsel kazanımlarına yönelik saldırı çok çeşitli yöntemlerle sürdürülüyor .Sendikal örgütlenme, toplu pazarlık, grev gibi kollektif haklar budanıyor; çalışma ilişkileri bireyselleştirilmeye çalışılıyor .Bir başka deyişle, işçiler sınıfsal örgütlenmeleri dağıtılarak, tek tek bireyler olarak pazarlık masasına oturtulmak isteniyorlar.

Bunu sağlamanın aracı olarak özellikle bağımlı ülkelerde varolan sendikal hak ve özgürlükler yasal engeller ve baskı yoluyla kısıtlanıyor. Bunun en açık örneği 12 Eylül sonrası ülkemizde yaşanmıştır. 'Bütün bu değişimler işçi sınıfının yapısını etkiliyor ve geleneksel sendikal hareketin sorunlarını ağırlaştırıyor.

Yeni Proleterleşme Dalgası

Değişim sürecinin işçi sınıfı saflarında yarattığı son nuçların, geleneksel sendikal hareket içinde kalınarak çözülemeyeceği giderek daha da belirginleşiyor. Sendikal harekette yeniden yapılanma, bir başka deyişle yeni bir sendikal hareketin yaratılması ihtiyacı bugün bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Yeni bir sendikal hareket ihtiyacının dayandığı temel, işçi sınıfı saflarında yaşanan değişimdir .Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleşme dalgası yeni bir işçi kitlesi yaratıyor; bu yeni işçi kitlesi de yeni bir emek hareketine ve sendikal harekete ihtiyaç duyuyor.

Geleneksel işçi sınıfı, yeni işçi kitlesi

Modem proletaryanın oluşumunda tarihsel olarak 18. yüzyılın sonlarında yaşanan sanayi devrimi belirleyici bir rol oynadı. Sanayi devrimi ile birlikte, manüfaktür üretimi büyük fabrika sistemine dönüştü;bu üretim sistemi, kitlesel üretim ve ayrıntılı işbölümü temelinde standart (vasıfsız) işçi tipini tarih sahnesine çıkardı. Kırdan koparılan kitlelerin mülksüzleştirilerek bu sistem içerisine dahil edilmeleri, sınıf mücadelesinin yükselmesine de zemin oluşturdu; mülksüz kitlelerin, toplumun diğer kesimlerinden farklılaşmış bağımsız çıkarları etrafında mücadeleye girişmeleri modern proletaryanın doğumunu müjdeledi.

20. yüzyıl tarihi boyunca gelişen işçi hareketlerinin, sendikaların ve siyasal örgütlerin dayandığı temel de bu işçi kitlesi; yani büyük ölçekli işyerlerinde düzenli biçimde istihdam edilen vasıfsız işçi kitlesi oldu. Bu işçi sınıfı yapısı, bugüne kadar varlığmı koruyan kitle sendikalarının temel dayanağını oluşturdu.

Elektriğin temel enerji kaynağı haline gelmesiyle sıçrama kazanan bu üretim sistemi Fordist üretim biçimi (bant sistemi) ve Taylorist (fabrika içi ayrıntılı işbölümü) ,emek yönetimi teknikleriyle dünya çapında egemenlik kazandı. Bu sistem 1970'lere kadar egemenliğini korudu.

1970'ler kapitalizmin tarihindeki son krizin başlangıç yıllarıdır. Bu kriz, yukarda genel hatlarını özetlediğimiz yeni sermaye stratejisini gündeme getirdi.Yeni sermaye stratejisi, işçi sınıfının yapısında köklü değişikliklere yol açıyor; işçi sınıfının geleneksel yapısını/bileşimini çözen, ama önemli ölçüde yeni özellikler taşıyan yeni bir işçi kitlesini tarih sahnesine çıkaran bir işlev görüyor.

''Büyük ölçekli işyeri; düzenli istihdam'' temeline dayalı eski işçi kitlesinin nicel olarak zayıflaması, burjuva ideolojisi tarafından, ''elveda proletarya'' sloganıyla özetlenen bir bakış açısıyla değerlendiriliyor. Öte yandan bu gelişme, sımfa dayalı bütün düşüncelerin ve örgütlenme biçimlerinin sona erdiği şeklindeki yanlış düşünceye de temel oluşturuyor.

Oysa karşı karşıya olduğumuz olgu işçi smıfımn ortadan kalkması değil, eskisinden daha yaygın ve bütün dünya ülkelerini kapsayacak biçimde yeniden şekillenmesidir. Ne teknolojideki gelişmeler ne de diğer olgular işçi sınıfının varlığını ortadan kaldır- maktadır. Bazı işletmelerde emekten tasarruf eden teknolojilerin devreye girmesi genel işçileşme sürecini engelleyici bir unsur değildir. Aksine teknolojik gelişmeler işsizliğe yol açsa da toplam olarak çalışan işçi kitlesinin nicel büyüklüğünde ciddi bir sıçrama yaşandığı görülüyor. Emperyalist merkez ülkelerde ekonomideki durgunluğa, bazı sektörlerin ve yatırımların başka ülkelere kayması ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak işsizlik ve istihdamda hizmet sektörünün payı artarken, bağımlı ülkelerde imalat ve hizmet sektörlerinde çalışan işçi kitleleri sayıca büyüyor.

Bu yeni bir proleterleştirme sürecidir ve eski proleterleştirme süreçlerinde olduğu gibi kırdan ve küçük üretimden koparılan kitlelerin mülksüzleştirilmesine dayanmaktadır. İç ve dış göçlerle kentlere yığılan kitlelerin ücretli olarak çalıştırılmaları, kentlerdeki küçük burjuvazinin bir bölumünün tasfiye edilerek işçileştirilmeleri gibi olgular, yeni proleterleştirme dalgasının eski proleterleştirme dönemleriyle ortak yönünü oluşturmaktadır.

Ancak bu kez mülksüz kitlelerin işçi olarak istihdamı eskisi gibi ''büyük fabrika, kitle üretimi, düzenli istihdam'' temelinde değil, küçük ve orta ölçekli işletmelerde, yeni sektörlerde, özellikle hizmetler alanında ve düzensiz temelde gerçekleşmektedir. Bunlarla birlikte yapısal işsizliğin ve işsiz kitlesinin varlığı da yeni proleterleştirme dalgasının ayırdedici tarafıdır. Yeni proleterleştirme dalgası, işçisi/işsiziyle çok katmanlı, parçalı, heterojen bir yeni işçi kitlesini tarih sahnesine çıkarmaktadır .

Yeni işçi kitlesinin özellikleri

Çalışma biçimleri açısından bakıldığmda, düzenli bir çalışma sisteminin yanısıra, part-time, geçici, mevsimlik çalışma, evde çalışma, uzaktan çalışma gibi yeni düzensiz çalışma biçimlerinin hızla arttığı gözleniyor .Özellikle part-time (kısmi zamanlı) çalışanların toplam işgücü içindeki payları gittikçe artıyor. Buna karşılık, bizim gibi ülkelerde, taşeronlaştırma yoluyla geçici, sözleşmeli veya mevsimlik iş- çilikte önemli bir artış gözleniyor. Yine tekstil, kimya, gıda gibi emek yoğun sektörlerde ''evde çalışma'' sistemi önemli bir gelişme kaydediyor.

Bu yeni çalışma biçimleri özellikle kadın, çocuk, göçmen, azınlık ve ulusal eşitsizliğe maruz kalan emekçilerin üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırıyor .Çünkü kadınların, çocukların, göçmenlerin ve ulusal eşitsizliğe maruz kalan ( ezilen halk) emekçile- rin,'(önneğin Avrupa'da Türklerin, ABD'de Meksikalıların ya da Türkiye'de Kürtlerin) daha düzensiz bir biçimde ve daha düşük ücretlerle çalıştırılmaları kolay görülüyor.

Devletin ekonomideki rolününün değişmesine bağlı olarak kamu çalışanlarının büyük bir bölümü de bu yeni işçi kitlesine dahil oluyorlar. Ayrıca kentlerin yoksul kenar mahallelerinde yoğunlaşan, kısa süreli işlerde çalışan yarı işçi-yarı işsiz kitleler ve informel sektör çalışanları da yeni işçi kitlesi içinde giderek daha fazla önem kazanıyorlar.

İşletme yapıları ve sektörel dağılım açısından bakıldığında, yeni işçi kitlesinin yeni sanayi bölgelerinde; hizmetler alanındaki işkollarında; ana işletmelerden çok, ana işletmelere üretim yapan yan sanayilerde yoğunlaştığı görülüyor. Yeni sanayi bölgelerindeki üretim birimleri, farklı işkollarında yeralan ama emek yönetimi açısından ortak politikalara sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşuyor. Hizmetler alanındaki gelişme ise turizm, büro-ticaret, ulaştırma, haberleşme, banka-finans, sağlık, eğitim, enerji ve yerel hizmetler gibi işkollarında somut olarak yaşanıyor.

İşçi hakları açısından bakıldığında, yeni işçi kitlesinin esnek çalışma sistemine bağlı hale getirildiği görülüyor. Esnek çalışma, işçiler arasında ücret farklılığı, sendikasız, hatta sigortasız çalışma, düzensiz çalışma saatleri, düzensiz vardiya sistemi, yoğun işçi sirkülasyonu,yani işten atılmalar gibiolgularla ortaya çıkıyor.

Bütün bunların sonucu olarak, işyerine bağımlılığı zayıf, sınıfsal bağları gevşek, dağınık ve düzensiz, çok katmanlı (heterojen) ve çoğunlukla genç yeni bir işçi kitlesiyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu yeni işçi kitlesini ağır sömürü koşullarında çalıştırmak temel bir sermaye stratejisi olarak dünyanın dört bir yanında hüküm sürüyor. Türkiye'de yeni işçi kitlesinin oldukça önemli bir sayıya ulaştığı, hat- ta işçi sınıfının ana gövdesini oluşturduğu da gerçektir.

Nitelikli işgücü

Bu çerçevede,nitelikli jşgücünün, yani büyük ölçüde kafa emeğini kullanan, eğitim düzeyi yüksek ve genel olarak çekirdek işgücü içinde yer alan işçilerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorulabilir. Burada aslında bir yandan da bilginin metalaşmasına bağlı olarak, kafa emekçilerinin proleterleştirildiği bir süreçle karşı karşıyayız.

Mühendis, mimar ve hekim örneklerinden yola çıkılırsa, bu meslek gruplarının ücretli istihdamında eskisinden farklı bir emek-sermaye ilişkisinin geliştiği görülecektir. Özellikle hekimlerin, sağlık hizmetlerinin metalaştırılmasına (özel hastaneler vb.) paralel olarak ücretli istihdamı artıyor, mühendis emeği ise üretim sürecinde karar mekanizmasındaki merkezi konumunu giderek yitiriyor; bu anlamda ''va- sıfsızlaşıyor''. Yeni teknolojiler üretim sürecinde dikey ayrışmayı, bir başka deyişle derinlemesine işbölümünü zayıflatırken, üretimde kafa ve kol emeğinin daha çok içiçe geçmesine yol açıyor. Bu ise, eskiden üretimdeki karar süıeçlerinde merkezi bir role sahip olan ücretli mühendislerin karar sürecinin dışına itilmesini ve doğrudan üretimin içinde yer almasını doğuruyor. Bu 'vasıfsızlaşma'', yüksek teknolojiye uyum sağlayamama ya da eğitimsiz olma değil, üretim sürecinin bütününe müdahale edememe anlamına geliyor. Karar mekanizması ise yeni teknolojilerin bilgiyi denetleme imkan sağlaması nedeniyle doğrudan doğruya sermayedarın kendisine geçiyor.

Gerek kafa emeğinin gerekse çekirdek işgücü içinde yer alan kol emeğinin, göreli olarak daha iyi koşullarda ( daha yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları vb.) istihdam edildiği de biliniyor. Ama yeni emek yönetim teknikleriyle işverenin karı için tüm yeteneklerini seferber etmeye yöneltilen çekirdek işgücü de, bu biçimde aslında eskisinden daha yoğun bir sömürüye tabi tutuluyor.

Ancak işçi sınıfı içindeki farklılaşma ve bunun yol açtığı ''çıkar farklılığı'', bu durumun bilince çıkmasının önünde engel oluşturuyor. Çekirdek işgücünden tümüyle farklı koşullarda çalıştırılan, daha ağır çalışma şartlarına sahip çevre işgücünün varlığı, çekirdek işgücü içinde yer alan işçilerin kendi durumlarını muhafaza etmeye yönelik bir zemin oluşturuyor. Yeni bir işçi aristokrasisi görüntüsü oluşturan bu durum, kuşkusuz, bu işçi kitlesinin sınıf olma özelliğini yitirdiği anlamına gelmez. Olsa olsa geçici bir ''mutlu, fakat işsizlerin oluşturduğu tehdit nedeniyle tedirgin azınlık'' konumu kazandıklarını gösterir.

Burada işletmeye bağımlılık ve daha yüksek çalışma standartları, diğer işçi sınıfı katmanlarından uzaklaşma gibi eğilimler , yeni bir emek hareketinin yaratılmasının önünde somut engeller oluştursa da bu engeller aşılmaz değildir .Bu kesime yönelik sınıfın birliğini öne çıkaran sürekli bir ideolojik kampanya, burjuva ideolojisi tarafından sınıfın çeşitli katmanları arasına örülen duvarları parçalamaya hizmet edecektir.

Bununla birlikte çekirdek işgücünün yeni bir emek hareketinin gerçek bir parçası haline getirilebilmesi, örgütsüz ve dağınık çevre işgücünü, yeni bir emek hareketinin oluşumunda ana gövde yapabilmeye bağlıdır .Bu ise yeni işçi kitlesinin, sınıf mücadelesinde kazanacağı mevzilerin korunması ve güçlendirilmesiyle olanaklıdır.

Sermaye şiddeti ve yeni işçi kitlesi

Yeni işçi kitlelerinin kendi aralarındaki bağlar, kapitalizm karşısında aynı sömürü koşullarına tabi kılınmalarıyla kuruluyor. Benzer sömürü koşulları potansiyel olarak bir sınıfsal birlik imkanı yaratıyor, ancak bu olanak kendiliğinden biçimde ortaya çı- kamıyor .Yeni işçi kitlesini, sanayi devriminin proletaryasından farklı kılan ögelerden biri budur . Ancak bu durum bilinçli bir eylem çizgisi tarafından aşılabilir pratik bir zorluktur.

Sınıf kimliği sınıf mücadelesi içinde kazanılan bir özelliktir. Bir toplumsal kesimin sınıf özelliğini kazanması kategorik değil, tarihsel bir oluşumdur. Sınıflaşmanın dayandığı temel, üretim içindeki konum olmakla birlikte bunun somut bir biçim kazandığı yer sınıf mücadelesidir .Sınıf mücadelesinin herhangi bir düzeyi ise siyasetten bağımsız değildir , tersine geniş anlamda siyasetin kendisidir .Dolayısıyla temel sorunlardan biri, yeni işçi kitlesinin sınıflaşma sürecini inceleyerek, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına dayattığı bireyselleşmeyi aşan kollektif bir sınıf kimliğinin yaratılabileceği mücadele ve örgütlenme biçimlerini saptamaktır.

Sorunun çözümü için öncelikle, yeni işçi kitlesini doğuran proleterleştirme sürecinin ana özelliklerini incelemek gereklidir.

Tarihteki her proleterleştirme döneminde olduğu gibi, bu yeni dönemde de proleterleştirme, işçi sınıfının geleneksel mevzilerini dağıtan bir sermaye şiddetinin açtığı yolda ilerliyor .Burada devletin egemen smıfların baskı ve zor aygıtı olma niteliği bütün çıplaklığıyla öne çıkıyor. Devlet, ''sosyal'' örtülerinden sıyrılarak, bu öz niteliğini oluşturan çıplak bir şiddeti, emekçi sınıflar ve ezilenler üzerinde uyguluyor.

Sanayi Devrimi 'ndeki proleterleştirme, tarlaların ''çitlenmesi'', yani meraların köylülere kapatılması yoluyla kırın insansızlaştırılması, müksüzleşen köylülerin sanayi kentlerine göçü ve fabrikalarda, madenlerde insanlık dışı koşullarda çalıştırılmaları biçiminde gerçekleşmişti. O dönemde siyasal baskı mekanizması ve sermayenin doğrudan şiddetinin genel hedefleri, ücretler ve çalışma koşullarının bu koşullara göre şekillendirilmesiydi.

İçinde bulunduğumuz dönemdeki şiddetin en genel hedefi ise, işçi sınıfının bütün kollektif örgütlülüklerinin dağıtılması, tüm öz savunma direncinin kırılması, yani örgütsüzleştirme, depolitizasyon, bireyselleştirme ve her türlü başkaldırının fiilen ezilmesidir .Sermaye ve devlet bu genel hedeflerine ulaşmak üzere iki temel yol izlemektedir .Bunlardan birincisi sermayenin işçi direnişlerine karşı, kendi örgütlenme özelliklerinin de bir yansıması olarak ortaya çıkan, mafya tarzı doğrudan şiddete yaygın biçimde başvurmasıdır .İkinci yol, 1990'larda yaygınlaşan ''terörizm tehditi'' kavramının giderek isyankar işçi direnişlerini de kapsar biçimde kullanılmasıdır .Kısacası, gerek sermayenin mafya tarzı doğrudan şiddeti, gerekse rejimin niteliğini belirleyen örgütlü siyasal şiddeti, üretimin yeni bir temelde örgütlenmesinin kurucu unsurlarından birisi halini almıştır.

Bu olgu, belirli sanayi ve hizmet kollarında yeni bir vahşi kapitalizm (mafyalaşma, üretiminin her aşamasının zor ve baskıya dayandırılması vb.) olarak yaşanırken, sendikal hakların görece daha iyi olduğu ülkelerde ve/veya işkollarında saldırgan ideolojik kampanyalarla gerçekleşiyor. Her iki durumda da işçi sınıfına yönelik fiziksel-politik şiddet biçimleri, ideolojik-politik şiddetle içiçe gelişmektedir. Ve her iki durumda da yeni işçi kitleleri bu saldırgan siyasetin başlıca hedefi durumundadırlar. Sendikasız işçilerin direnişi ''terörle mücadele'' kapsamına kolaylıkla sokulabilmekte, diğer yandan, geleneksel işçi tipi kadar bile saygı görmeyen bu kesimler her türlü toplumsal aşağılama ve ayrımcılığın hedefi haline gelmektedirler.

Sendikal haklara yönelik sermaye yaklaşımının en açık örneği, Dünya Bankası 'nın ''Bütünleşen Dünyada İşçiler'' başlığını taşıyan raporunda belirtilmektedir. Bu Rapor'da sendikalar, 'işgücü piyasasında tekeller'' olarak gösterilirken, sendikalara önerilen tek politika,işletme stratejileriyle bütünleşmeleri, yani işletme/işyeri sendikaları haline gelmeleridir.

Emeğe yönelik bu ideolojik, politik ve fiziksel şiddet dalgası, emek hareketini tümüyle tasfiye etmeyi, bunun için de emeğin öz savunma eylemini ve bunun bütün temel örgütlenme biçimlerini yok etmeyi ya da etkisizleştirmeyi amaçlıyor.

Yeni işçi kitlesi ise tam da bu şiddet dalgasının içınde ortaya çıkıyor. Sermayenin çok yönlü stratejisınin bir sonucu olarak işçi sınıfının yapısında/bileşiminde parçalanma yaygınlaşıyor. Yeni istihdam odakları, örneğin organize sanayi bölgeleri; tekstil, gıda, kimya gibi uluslararası işbölümünden kaynaklanan yükselen imalat işkolları; turizm, ulaştırma, sağlık, büro-ticaret gibi hizmet sektörünün alt kolları egemen hale geliyor. Fason üretim, evde çalışma, taşeron işçiliği, geçici-mevsimlik ya da sözleşmeli çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaşırken, kamu çalışanları işçi sınıfının organik bir parçası haline geliyor; kadın ve çocuk emeğinin yaygın sömürüsü genelleşiyor.

Özetlersek; ''yeni proleterleştirme dalgası'' birkaç yöntemle yeni işçi kitleleri yaratıyor. Birincisi, işletme içi taşeronlaştırma gibi yöntemlerle işyerindeki sınıf içi farklılaşmaları ve farklı çalışma biçimleri arasındaki ayrılığı derinleştirme yöntemidir. Bunun en tipik ömeğini kamu işletmelerinde ve özel sektöre ait imalat sanayi işyerlerinde görebilmek mümkündür. Örneğin, enerji üretimi ve dağıtımı hizmetinin neredeyse her aşaması taşeron firmalar tarafından yapılıyor. Taşeron firmaların işçileri, sendikasız ve çoğunlukla sigortasız çalıştırılıyor.

İkincisi, kapitalizmin ''stoksuz üretim'', ''yalın üretim'' gibi ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla, bazı üretim birimlerinin işletmenin dışına çıkarılması, ana ve yan sanayi ayrımlarmm pekiştirilmesi yöntemidir .Bunun en açık örneğini otomobil fab- rikalarında görüyoruz. Otomotiv sektörü, ana fabrika ve ana fabrikaya üretim yapan yan işletmeler olarak örgütlenmiş durumdadır ve yan sanayi işçileri düşük haklarla çalıştırılmaktadır.

Üçüncüsü, hizmet sektörünün genişlemesidir . Turizm, ulaştırma/nakliye, büro-ticaret, banka-finans, haberleşme iletişim gibi hizmet faaliyetlerinin önemi ve bu faaliyetlerde istihdam edilen işçilerin sayısı hızla artıyor.

Dördüncüsü, işsiz, yarı işsiz ve informel sektör çalışanlarmm dünya çapında genişlemesidir.

Sonuçta işçi sınıfı gerek işletme ölçeğinde gerekse ülke ve dünya düzleminde parça parça bölünerek yeni işçi kitleleri yaratılmakta, bu yeni işçi kitleleri daha vahşi ve ağır sömürü koşullarına maruz bırakılmaktadır .Bütün bu süreç dünya çapında yeni bir işbölümüyle birlikte gelişiyor ve özellikle bağımlı ülkelerde yeni işçi kitlesinin çoğal- masına yol açıyor.

Yeni işçi kitlesinin maruz kaldığı ağır sömürü koşulları, görünüşte, hala düzenli istihdam biçimlerini koruyan büyük fabrika işçilerini etkilemiyor gibi görünebilir. Ancak kısa vadede sermayenin işçi kesimleri arasında yarattığı bu ''çıkar çelişkisi'' sadece görünüşte ve geçicidir.

Bunun nedenleri şöyle özetlenebilir:

Birincisi, yeni işçi kitlesinin maruz kaldığı ağır sömürü, hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacak olan büyük fabrika işçilerinin çalışma ve yaşama koşullarını da ağırlaştırıyor. İkincisi, emperyalizmle bütünleşmenin derinleştiği işkollarındaki yeni tip büyük özel işyerlerinde, eskisinden çok daha farklı çalışma ve sömürü koşulları egemen kılınıyor. Bu yeni tür işçi kuşağı, hem eski sanayi işçilerinden hem de informel sektör işçilerinden farklıdır. Birkaç kuşaktır işçi olan, eğitim, toplumsal duyarlılık ve politikleşme düzeyi yüksek olan bu genç işçiler, ortak bir mücadele çerçevesi içinde düzensiz işçilerle birleşmeye yatkın oldukları gibi, sınıf hareketinin bütünü açısından da öncü roller üstlenme potansiyeline sahiptirler.

Türkiye'deki yaklaşık 10 milyon ücretli emekçinin ancak 1 milyonu sendikalı ve toplu sözleşmelidir. Yaklaşık 1.5 milyon kamu çalışanı ve memur olduğu düşünülürse, geriye kalan 8.5 milyon işçinin sendikasız olduğu görülecektir. Bunun 4-4.5 milyonu ise sigortasızdır. Bu rakamlar da, yeni işçi kitlesinin neden işçi sınıfının ana gövdesi haline geldiğini ortaya koymaktadır.

İşsizlik ve toplumsal dışlanma sorunu

Yapısal işsizliğin ve işsiz kitlesinin varlığı da yeni proleterleştirme dalgasının ayırdedici yönlerinden biridir. Bu olgu, yeni işçi kitlesinin yeni bir tarzda ör- gütlenmesi gerekliliğinin de temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

Kuşkusuz işsizlik kapitalizmin tarihsel bir sorunudur ve eskiden de işsizlik sınıf mücadelesi içinde önemli bir role sahipti. Bununla birlikte tarihte ilk kez ekonomik gelişme ile işsizlik arasında doğrusal bir ilişki görülüyor. Geçmişteki işsizlik bugüne göre daha ''arızi'' bir özellik taşıyordu ve esasen ''yedek sanayi ordusu'' olma niteliğindeydi. Bununla birlikte ''tam istihdamın'', yani işsizliğin ortadan kaldırılmasının , kapitalizmin uzunca bir döneminde hedef olarak benimsendiği de biliniyor. Kuşkusuz bugün de işsizlik çalışan işçi kitlelerinin haklarının budanması yönünde ''değerlendiriliyor''; ama bugünkü işsizliğin temelinde teknolojik gelişmenin payı olduğu ve işsizlerin önemli bir bölümünün üretimde ''yedek'' olarak bile yer iş- gal etmeyen ''dışlanmışlar'' kategorisini oluşturduğu kabul edilmelidir.

Bugünkü yapısal işsizliği tanımlamak amacıyla kullanılan ''toplumsal dışlanma ,, kavramı üretim için ''gereksiz'' bir mülksüzler kitlesine işaret ediyor. Tam da bu nedenle yeni bir emek hareketinin yaratılmasında, bu ''yeni'' işsizleri hesaba katmayan bir yaklaşımın başarı şansı kalmıyor. İşsizleri de kucaklayan bir emek hareketi ise sadece işyerleri ile sınırlı ve geleneksel mücadele araçları ile yetinen bir hareket olamaz; yeni örgütlenme ve mücadele araçlarına, ve işçi sınıfının taleplerinin toplumun ''dışlanan" kesimlerini de kapsayacak tarzda oluşturulrnasına ihtiyaç vardır.

Bu sorun yalnızca sendikal örgütlenme açısından önem taşımıyor; üretimden ''dışlanma'' aynı zamanda, insanın insan olrna özelliğinin elinden alınması anlamına geliyor. Dolayısıyla işsizleri de kapsayan bir emek hareketi, bu insanlara bu özelliğin yeniden kazandınlması imkanını da taşıyor. Bu da sendikal mücadelenin ekonomik, ideolojik ve politik muhtevasının yeniden tanımlanmasını ve bu mücadelelerin yeni bir emek hareketi ekseninde bütünleştirilmesini zorunlu kılıyor.

Yeni İşçi Kitlesi, Sınıf Mücadelesi ve Sınıf Bilinci

Yeni işçi kitlesi söz konusu olduğunda sınıf kimliğine,sınıf bilincine ilişkin bir dizi soruyla karşılaşılıyor. ''Bunca dağınık bir çalışma sistematiğine bağlı yeni işçi kitlesi sınıf kimliğini nereden alacak? Kendiliğinden sınıf bilinci dinamiği kaldı mı? İşçilerin büyük bir bölümü kendini işçi olarak bile görmüyor. Ya da alt kültürel kimlikler kendilerini ifade etmede daha belirleyici değil mi?'' gibi değerlendirme ve sorular gündeme geliyor.

Yeni işçi kitlesinin, kendilerini diğer toplumsal kesimlerden ayırdeden bir sınıfsal kimliğe dolaysız olarak ulaşmalarının zor olduğu görülüyor. Geleneksel işçi sınıfının, ''büyük fabrika, kitlesel üretim'' sisteminden kaynaklanan kendinde sınıf bilinci zemi- ni, yani kendiliğinden bir temelde gelişen ve sınıfın bütününü içeren öz savunma eylemi, düzensiz istihdam edilen yeni işçi kitlesi için geçerli değildir . İşçi sınıfının ilk oluşum sürecinde, üretimdeki konumlarıyla aynı koşulları paylaşan işçi kitlelerinin ''kendiliğinden'' (sendikal) bir biçimde ortak bir tutum oluşturmaları, bu tutum alışın gittikçe ''kendinde'' (politik) bir sınıf bilincine dönüşmesi daha kolaydı. Bugün böyle bir ''kendiliğinden'' bilinç zemininden ancak sınırlı bir alanda sözedebilmek mümkündür. Çünkü yeni işçi kitlelerinin istihdam biçimleri, sınıfın bütününü kapsayan gündelik bir mücadele sürecinin örgütlenmesini giderek daha da zorlaş- tırmaktadır.

Oysa, ister gündelik sendikal isterse politik sınıf kimliği ve bilinci, üretim sürecinde değil, ancak ve ancak sınıf mücadelesi sürecinde oluşur .Sınıf mücadelesi, işçi sınıfını toplumsal olarak diğer sınıf ve katmanlardan farklılaştıran bir işlev görür; bu farklı- laşma üretim içi ve üretim dışı alanlarda, yaşamın bütününde ortaya çıkar. İlk oluşum evrelerinde işçi sınıfı, üretim içindeki konumlanışın yanısıra burjuvazi karşısındaki nesnel konumu ve yaşam biçimiyle de farklı bir sınıf kimliği edinmiştir.

Bugün sınıf mücadelesi koşulları, böylesine dolaysız ve nesnel bir sınıf kimliği oluşumuna eskisi kadar elverişli değildir. En büyük engel de sınıfın çok kat- manlı/parçalı ve dağınık yapısıdır. Bu dağınık yapımn ''kendiliğinden ,, bir tarzda sendikal bir sınıf bilincini doğurmasını beklemek doğru değildir.

Kuşkusuz, sınıf mücadelesi yine kendiliğinden biçimler altında da sürüyor: Emek ile sermaye her gün atelyelerde, fabrikalarda, işyerlerinde nesnel olarak, farklı sınıf çıkarları temelinde karşı karşıya geliyorlar ve bu zeminde ''işçilik bilinci'', yani tek tek işçilerin ya da işçi topluluklarımn işveren karşısında bağımsız ve farklı çıkarlara sahip oldukları fikri gelişebiliyor. Ancak bu parça parça mücadelelerin ''kendiliğinden'' bütünleşmesi, buradan hareketle ''kendiliğinden'' bir emek hareketinin doğması, dolayısıyla ''işçilik bilinci''nin dolaysız ve ''kendiliğinden'' sınıf bilincine dönüşmesi mümkün görünmüyor . Çünkü parça parça direnişler , sınıfın bütünsel sendikal eylemine kendiliğinden dönüşmüyor.

Bu nedenle yeni bir emek hareketinin dayanacağı sınıf bilinci, dar anlamda işçilik bilinci değil, işçi sınıfının bir bütün olarak sermayenin ekonomik, politik ve ideolojik egemenliğine karşı mücadelesini hedefleyen dolaysız olarak siyasal bir bilinç olarak gelişmek zorundadır. Bu sınıf bilincinin mayalanacağı zemin sadece işyerlerini değil, işçi sınıfının sermayeye karşı topyekün karşı koyuş zeminlerinin bütününü kapsa- maktadır. Bir başka deyişle, yeni işçi kitlesi sınıf bilincini sermayeye karşı direniş içinde elde edecek; işyeri ve işkolu smırlarmı aşan topyekün bir mücadele içinde smıflaşacak ve siyasallaşacaktır .Sermayenin işçi sınıfının yapısını parçalamaya, sınıfı parça parça teslim almaya yönelik stratejisi, sermaye karşıtı bilinçle sınıfı bütünleştirmeye dönük bir karşı stratejiyle altedilebilir.

Bununla birlikte aslında yaşam koşullarının giderek zayıflaması yeni işçi kitlesinin sistemle olan bağların da zayıflamasına neden olmaktadır. Bu nedenle düzenin atomizasyon ve bireyselleştirme faaliyetininin et ki alanı da sınırsız değildir. Çünkü sermayenin küresel hareketi, yeni işçi kitlesini de toplumsallaştırıyor/sınıfsal mücadeleye hazırlıyor.

Yaşama koşulları, benzer tarzda çalışanlar için gittikçe eşitleniyor .İşyerleri, işkolları ve çalışma biçimleri açısından işçi sınıfı çok katmanlı ve parçalı hale gelirken, sermaye egemenliği karşısında ulusal ve uluslararası planda işçi sınıfının ortaklaşma ve bütünleşme imkanı da çoğalıyor .Parçalanma olgusu ile bütünleşme imkanı arasındaki bu gerilimi yeni emek hareketinin yaratılabilmesi için en verimli şekilde değerlendirebilmek, tek tek işyerlerindeki mücadeleleri yanyana getirmeye çalışarak değil, sermaye egemenliği karşısında dolaysız bir siyasal bilinci temel alan ve yaşamın bütününü kapsayan topyekün bir mücadeleye yönelmekten geçiyor.

Sınıf kimliği ve alt kimlikler

Sınıf bilincine ilişkin bir başka sorun alanı, işçiler arasında varolan alt-kültürel değerlerdir.Milliyet, din gibi faktörlerin ve popüler kültürden kaynaklanan motiflerin(sınıf atlama güdüsü, ezilmişlik psikolojisi vb.) işçi sınıfı saflarında etkili olduğu biliniyor. Bunun en önemli nedeni, sermaye saldırısının şiddeti, buna karşılık işçi sınıfının mücadele gücünün yeterli olmayışının işçi sınıfı saflarında yol açtığı güvensizlik duygusudur. Milliyetçilik ve dinsel akımların işçi kitlelerini bu denli etkilemesi, diğer bütün etmenlerin yanısıra, yeni bir güvence arayışı olarak da değerlendirilmelidir.

Bu gelişme de sınıf kimliğinin sadece üretim içindeki konumlanışla değil daha genel bir çerçeveden, sistem karşıtı bir yerden kurulabileceğini somut olarak gösteriyor; Kuşkusuz sadece ideolojik bir kampanyayla ya, da kültürel alandan müdahale ederek işçilerin bilincini değiştirme şansı yoktur. İşçiler ancak başka bir hayat yaşayabildikleri ölçüde, yani sermaye karşıtı mücadeleye sevkedilebildikleri ölçüde sınıf bilinci edinebileceklerdir.

Bununla birlikte işçilerin alt kimliklerinin de önem kazandığı gözardı edilmemelidir. Eskiden işçi sınıfına ait alt kimlikler (özellikle cinsiyet ve milliyet) sınıfsal birliğin oluşturulmasına engel oluşturmuyordu. Bunun nedeni, başta da söylediğimiz gibi, üretim içindeki konumlanışın, yani dar anlamda işçilik bilincinin, sınıf bilincinin yükselmesi için dolaysız bir zemin oluşturmasıydı. Bu nedenle kadın, göçmen, azınlık gibi sorunlar, genel proleter kimliği altında eriyebiliyordu. Diğer yandan, alt kimliklere sahip işçiler (ömeğin kadınlar, ezilen mezhep ya da ulustan işçiler, göçmenler) daha geçici ve dönemsel biçimlerde (ömeğin savaş ya da ekonomik genişleme dönemlerinde) istihdam edilebiliyor; dönemin sonunda işten çıkartıldık - larında bu durum, sınıfın büyük çoğunluğunun yaşama ve çalışma koşullarını daha sınırlı biçimlerde etkiliyordu.

Ancak alt kimliklerin bu biçimde önemsizleşmesi, geleneksel işçi sınıfının sınıf kapasitesinin daraltılması anlamına da geliyordu. Çünkü kapitalizmin temel çelişkisi emek ile sermaye arasındaki çelişki olmak1a birlikte, diğer eşitsizlik alanları da (milliyete,cinsiyete, dine dayalı ayrımcılık) kapitalizmin yeniden ürettiği ve kendi çelişkileriyle bütünleştirdiği toplumsal çelişkiler içinde yer almayı sürdürüyordu. Bu çelişkilerin çözüm koşullarının nihai olarak emek ve sermaye çelişkisinin ortadan kalkmasına bağlanmasının gereklililiği bir yana, bu durum diğer çelişki alanlarının özerkliklerini reddetmek anlamına geldiği oranda sınıf hareketi içinde gerici bir etki yarattı. Geleneksel emek hareketi bu sorunlar karşısında ağırlıklı biçimde geleneksel gerici ideolojilerin (cinsiyetçilik, milliyetçilik vs.) yanında saf tuttu ya da bu eşit- sizlikler karşısında başarılı bir mücadele sergileyemedi. Bu durum, sınıfın ana kitlesine göre daha zayıf toplumsal, ulusal, cinsel özelliklere sahip alt kesimlerin çıkarlarının, geleneksel sendikal hareket tarafından, kısa süreli uzlaşmalar için feda edilmesini de beraberinde getirdi.

Bugünse, üretimin örgütlenmesi, bütün ezilme ve egemenlik biçimlerini vahşi sömürü koşullarının doğrudan ve sürekli bir parçası haline getirmektedir. Bağımlı ülkelere dayatılan emperyalist uluslararası işbölümü, neredeyse uluslararası cinsiyetçi bir işbölümü biçiminde gelişmekte, yeni gelişen sektörlerde kadın emeği sömürüsü önemli bir yer tutmakta; taşeron sistemi ezilen horlanan halka mensup emekçilere dayanmaktadır; özel bir ezilme ilişkisine maruz kalan toplumsal kesimlerin belirli özellikleri, sermayeye sömürüyü ağırlaştırma ( örneğin düşük ücret, ağır çalışma koşulları) olanakları sunmaktadır. Dolayısıyla sınıfa ait alt kimlikler tanınmaksızın ve bu kimliklere, sınıfın bütünlüğü içinde ve sınıf bilincine bağlı bir özerklik kazandırılmaksızın, yeni bir sınıf kimliği oluşturma imkanı yoktur.

Alt kimliklerden kaynaklanan çelişkilerin emek- sermaye karşıtlığı içinde eritilebileceği varsaymak, daha baştan yeni bir emek hareketi oluşturma imkanını ortadan kaldıran bir yaklaşımdır. Bugün işçi sınıfının çeşitli bileşenlerinin özel sorunlarına karşı özel olarak mücadele etmeyen bir çizgi, dün olduğundan çok daha fazla sınıfı bütünleştiren değil parçalayan bir nitelik kazanmaktadır. Vahşi bir sömürü sisteminin topyekün işlemesini olanaklı kılan özel çeşitşizliklere karşı özel bir mücadele yürüten bir tarz ise, sınıfın bütünlüğünün yaratılabilmesi açısından yaşamsaldır.

İşçi sınıfının yeni birliği, kapitalizm karşıtı sınıf mücadelesi koşullarının geliştirilmesiyle yaratılabilir: Bu mücadele ise sadece üretimden kaynaklanan so- runlar etrafında değil, yaşamın bütününde işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunlar karşısında tavır alarak yaratılabilir. Dolayısıyla cinsiyet ve milliyet temelindeki ayrımcılığa karşı mücadele, ulusal ve cinsel eşitlik talebinin sınıfın temel talepleri haline getirilmesi, sermayeye karşı sınıf mücadelesinin daha başından 'ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir. Sendikaların böyle bir bütünleştirme girişimi için anlam- lı bir araç olup olamayacakları tartışması, geçerli bir tartışma değildir. Çünkü hem dünya çapındaki sendikal pratikler bunun ''mümkün'' olduğunu göstermekte, hem de bu bütünleşmenin gündelik sendikal mücadele içinde sağlanamadığı koşullarda, diğer siyasal araçlar da çaresiz kalmaktadır .Gündelik yaşamlarında yanyana mücadele edemeyen işçiler , sermaye tarafından birbirlerine karşı mücadeleye yöneltilebilmektedir.

Sınıf ve Siyaset

İşçi sınıfını ortak bir mücadele süreci içinde,kollektif bir sınıf kimliğiyle örgütlemek yeni bir sendikal hareketin temel hareket noktasını oluşturmalıdır. Bugün sendikal mücadeleyi kollektif bir sınıf kimliği oluşturma çabası içinde yeniden kurma tercihi bile, sınıflar mücadelesi içinde ''siyasal'' bir tutum alışı simgeliyor .Vahşi sömürü koşullarının işçi sınıfını tek tek bireylere indirgediği tarihsel koşullarda yapılan sendikal çizgi tartışmaları zaten başlıbaşına siyasal bir nitelik taşıyor.

Geleneksel sendikal hareket işçi sınıfının yeni ihtiyaçlarını karşılayamadığı için krizdedir ve sınıflar mücadelesi içinde siyasal bakımdan gerici bir konumu temsil etmektedir .Yeni işçi sınıfının ve sınıflar mücadelesinin bugünkü tarihsel ihtiyaçlarını karşılayan bir sendikal çizginin oluşturulması içinse sınıfla siyaset arasında sağlıklı bir ilişki kuran net bir bakış açısının yaygınlaşması zorunludur.

Kuşkusuz ne sendikal hareketteki kriz, tek başına sendikal alan tartışılarak anlaşılabilir , ne de işçi sınıfı hareketindeki kriz, tek başına sendikal bir yeniden yapılanma süreci tarafından çözülebilir . Açıktır ki sendikal hareketi kriz ile karşı karşıya bırakan gelişmeler aslında emek hareketinin bütününü etkiliyor. Sendikal kriz emek hareketinin genelinde yaşanan sorunların bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle, sendikal krize verilecek yanıtı, emek hareketinin genel sorunlarına bulunacak çözümün bir alt başlığı olarak ele almak doğru olan yöntemdir.

Sınıf hareketinin ekonomik, politik ve ideolojik düzeylerinin bütününde ortaya çıkan sorunların çözümü, yeni bir emek hareketinin yaratılması sürecinde bulunacaktır.

Bu ifadeyi açarsak: Sermayenin kendi krizini atlatmak için uygulamaya soktuğu yeni strateji sonucu kapitalist üretim sisteminde, emek süreçlerinde, ulusal/uluslararası egemenlik ilişkilerinde vb. yaşanan köklü değişimler, sınıf mücadelesinde yeni bir dönemi başlatıyor. Emek hareketinin yeni dönemi, emek hareketinin geleneksel biçimlerinin 'krizinin içinde şekilleniyor. Kriz, emek hareketinin geleneksel bi- çimlerini etkisiz kılarken, yeni bir emek hareketine ilişkin ipuçlarını da bağrında taşıyor.

Sınıf mücadelesinin bu yeni evresinde, ''yeni sınıfsal dinamikler'' üzerinde yükselen yeni bir emek hareketinin inşası, işçi sınıfının bütün örgütlenme biçimlerine ilişkin yeni görevler ortaya koyuyor. Yeni bir emek hareketi, ancak bütün örgütlenme düzeylerinde birden topyekün olarak gerçekleşecek bir yeniden yapılanma sürecinde yaratılabilir.

Daha açık bir ifadeyle, bu süreçte sınıfın ekonomik, demokratik ve politik örgütlenme biçimlerinde, yani sendikalarda ve/veya siyasal örgütlülüklerde (parti, hareket, cephe vb.), eski biçimlerin,tarzların eleştirisini içeren ve yeni koşulların doğurduğu ihtiyaçları dikkate alan bir yeniden yapılanmaya gereksinim duyuluyor.

Yeni bir sendikal hareket ise, yeni bit emek hareketinin yaratılması süıecinin bir parçası, ondan beslenen ve onu etkileyen bir alt başlığıdır.

Bu noktada''sınıf-siyaset'' ya da ''sendikal örgüt-siyasal örgüt'' kavramları çerçevesinde oluşan kafa karışıklığı giderilmelidir.İşçi sınıfının siyasallaşmasından anlaşılması gereken nedir? Farklı örgütlenme biçimlerinin dayandığı temeller nelerdir?

Bu noktada ilk söylenebilecek olan şudur:

Elbette sınıfın sendikal örgütlülüğü ile siyasal örgütlülüğü arasında kategorik ve tarihsel bir ayrım vardır; bunlar birbirine indirgenemez iki farklı örgütlenme biçimidir; ne sendika siyasal örgüt yerine konabilir ne de siyasal örgüt sendika yerine.

Ancak bu farklılığı, bir başka deyişle “sendikal örgüt”ile “siyasal örgüt” arasındaki ilişkiyi, birbirinden yalıtmış “ekonomik” mücadele'' ve ''siyasal mücadele'' ayrımından hareketle tanımlamaya kalkışmak, teorik olarak zaaflı olması bir yana, somut/tarihsel gelişmeleri yadsıyan durağan bir yaklaşımdır.

Ekonomik ve siyasal mücadele ayrımı, özünde siyasal bir nitelik taşıyan sınıf mücadelesinin kapitalist ideoloji tarafından ''ekonomik alan'' ve ''siyasal alan'' biçiminde birbirinden yalıtılmış alanlara bölünmesinden kaynaklanıyor. ''Ekonomik alan''ı, ''siyasal alan''dan ayrıştıran bu çarpıtmanın temelinde ise, kapitalizmde asıl eşitsizlik alanı olan üretim ilişkilerinin ve buna bağlı olarak sınıf çelişkisinin, ilk bakışta siyasal zor veya tahakküm içermeyen piyasa mekanizması, buna bağlı olarak bölüşüm ilişkileri tarafından perdelenmiş olması yatıyor.

Buna göre, ''bütün yurttaşlar, sınıfsal konumlarından bağımsız olarak, piyasaya eşit olanaklara sahip özgür üreticiler ve tüketiciler olarak girerler.'' Sınıfsal ilişkilerin mallar arasındaki ilişkiler ve piyasa ilişkileri olarak görünmesine yolaçan bu yanılsama, piyasa ilişkilerinin, siyasetten bağımsız bir ''ekonomik alan'' oluşturduğu fikrine temel oluşturmaktadır.

Emekle sermaye arasındaki gündelik çatışmayı ''ekonomik alan'' olarak tanımlayan siyasal görüşler de bu temele dayanmaktadır. Oysa piyasa ilişkileri, yani ''ekonomik alan'', sınıf mücadelesine bağlı olarak biçimlenen ve sınıf mücadelesini etkileyen emek sermaye ilişkisinin bir alt parçasıdır,bu ilişkinin içerdiği sınıf çelişkisinin bir uzantısıdır. Emek-sermaye: ilişkisi ise nihai olarak siyasaldır. Kapitalizmde ''ekonomik alana''a ait gibi görünen, bir birey olarak kapitalist ve işçi arasındaki egemenlik ilişkisi bile toplumun bir bütün olarak alacağı siyasal biçimlenişe bağlı olarak belirlenir. Yani tek bir işçiyle kapitalist arasındaki ilişki bile mülksüzleştirme, özel mülkiyet ve sömürüye izin veren sınıf güçleri ve devlet iktidarı arasındaki denge tarafından belirlenir. Dolayısıyla, ''kapitalist üretimin, (üretim ilişkileri, emek süreçleri ve piyasanın) nihai sırrı siyasaldır.''

Sınıf mücadelesi tarihinde, işçi sınıfının sendikal örgütlülüğünü ''ekonomik mücadele aracı olarak tanımlayan yaklaşımlar, tam da bu yanılsamadan hareket etmişlerdir. Kuşkusuz, alanların aynştırılmasının bir yanılsama olduğunu gizleyen özel bir tarihsel sürecin rolü de yadsınmamalıdır. Bu tarihsel süreç, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, işçi sınıfını kapitalist ''ekonomik'' düzenle ''uzlaştırma''yı mümkün kılan, dolayısıyla siyasal mücadeleden (iktidar mücadelesinden) gittikçe uzaklaştıran ''sosyal refah devletleri'' sürecidir. Bu süreçte sendikalann, işçi sınıfını, ''ekonomik alan''a hapseden yaklaşımları,emek hareketinin yeni gelişmeye başladığı ülkelere de ideolojik kampanyalarla aktarılmış ve etkili de olmuştur.

Ancak bugün içinde bulunduğumuz koşullarda, ''ekonomik alan''ın özerkliğini yitirdiği görülüyor. Kapitalizmin altın çağının bir ürünü olan sosyal refah devletlerinin bir bir ömrünü doldurduğu günümüz koşullarında, ''ekonomik'' ile ''siyasal'' alanlar arasındaki bağ bu kez daha dolaysız bir biçimde karşımıza çıkıyor.

Bir başka deyişle, sermayenin yeni birikim modeli, ''ekonomik alan''ın özerkliğini ortadan kaldıran, sınıf mücadelesinin bütün düzeylerini birkez daha bütün çıplaklığıyla siyaset ekseninde konumlandıran bir ortam yaratıyor. İşçi sınıfının en basit ekonomik talepleri bile, doğrudan ya da dolaylı siyasal egemenlik ilişkilerinin ve devletin duvarına çarpıyor .Siyasal mücadeleden bağımsız bir ekonomik mücadelenin, siyasal bir içeriğe sahip olmayan bir ekonomik mücadelenin imkansız olduğu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor.

Uluslararası işbölümünde emperyalizme bağımlı konumda bulunan ülkeler açısından bu saptama daha yalın bir gerçeklik halini kazanıyor. Bu ülkelerde, sınıfın ''ekonomik alan''a hapsolmuş bir mücadelesine bile tahammül gösterilmiyor, en küçük talepler bile devletin ve sermayenin siyasal zoru ve baskısıyla kırılmaya çalışılıyor.

Bununla birlikte, ''siyasal'' alan da sadece ''iktidarı fethetme'' mücadelesi ile sınırlı olmaktan çıkıyor; yaşamın bütününe yönelen çeşitli biçimler kazanıyor,siyasal taleplerin içeriği zenginleşiyor. Bir başka deyişle, iki ''alan'' arasında karşılıklı bir geçirgenlik sözkonusu.

Bütün bu belirlemeler ışığında kabul edilmesi gereken şudur:

Emek hareketinin çeşitli örgütlenme biçimlerinin farklılığı, ''mücadele alanları''ndaki farklılıktan değil, hedeflerde ve bu hedeflere ulaşmak için kullanılan araçlardaki farklılıktan kaynaklanır . Sınıf mücadelesi nihai olarak bir iktidar mücadelesidir; bunun temel aracı ise işçi smıfının siyasal örgütlülüğüdür .Sendikal örgütlülük ise, iktidar mücadelesine katkı sunmada önemli roller üstlenme potansiyeline sahip olsa da, kendisi iktidarı hedeflemez. Bununla birlikte, sendikal örgütlülük, işçi sınıfının siyasallaşmasının, sınıf mücadelesinin geliştirilmesinin en temel araçlarından biridir. çünkü sendikalar, tarihsel olarak emeğin öz örgütlenmeleridir; işçi sınıfının öz savunma gücünü oluştururlar. Bugün de sendikaların bu özelliğini ortadan kaldıran bir neden gösterebilmek mümkün değildir. Dolayısıyla işçi sınıfı, bileşimi/yapısı değişerek de olsa varolmaya devam ettiğine göre, sendikalar da varolmaya devam edecektir.

Siyasal örgüt de, sendikal örgüt de, ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadelenin bütünselliğini gözetir; ama sendikal örgütlülük, temel olarak sınıfsal birlikteliğe; siyasal örgütlülük ise ideolojik birlikteliğe dayanır. Sendikal örgütün kadrolarını ve kitlesini işçi sınıfı oluştururken, siyasal örgüte sınıfsal konumu ne olursa olsun, işçi sınıfı ideolojisini benimseyen kişiler de katılabilir; ama bu, siyasal örgütün beyninin ve gövdesinin de esas olarak işçi sınıfına dayanması hedefinin göz ardı edilmesi anlamına gelmemelidir.

Bugün emek hareketi, bütün mücadele düzeylerinin içiçe geçtiği bir oluşum süreci yaşıyor. Bu çerçevede emek hareketinin yeniden yapılandırılması sorununa, ''önce siyasal örgüt, sonra sendikal örgüt'' ya da tersi biçirninde statik çözümler aramak doğru bir yaklaşım değildir. Emek hareketinde krize yol açan gelişmeler, bir yandan geleneksel emek hareketlerinin dayandığı mevzileri dağıtırken, bir yandan da yeni bir emek hareketinin dinamiklerini çoğaltıyor. Bu dinamiklere yaslanan yeni bir emek hareketinin yaratılması sorunu, işçi sınıfının bütün örgütlülük düzeylerinin, siyasal örgüt, parti ya da sendika, bu temel görev ekseninde yeniden yapılandırılmasını, yani yeni örgütsel biçim, önderlik tarzı ve mücadele progra-mının yaratılmasını gerekli hale getiriyor.

Sendikal hareketin krizine çözüm, bir başka deyişle yeni bir sendikal hareketin yaratılması ise, bu genel sürecin önemli bir bileşeni, ama sadece bir alt başlığıdır. Bu tespit, emek hareketinin bütün sorunlarına sadece sendikal hareketin yeniden yapılanmasından hareketle çözüm bulunamayacağı, ama bunun genel çözüme önemli bir katkı olacağı şeklinde değerlendirilmelidir. Bir başka deyişle, sendikal harekete ilişkin çözümleme, ideolojik ve siyasal düzeydeki çözümlemeye katkı, aynı zamanda ideolojik-siyasal düzeydeki çözümlemeden beslenen bir süreç olarak anlaşılmalıdır.

Yeni Sendikal Harekete Doğru

Sermayenin sendikal model önerileri

Sermayenin yeni saldırı stratejisi, yeni proleterleştirme dalgası ve bu dalganın yarattığı yeni işçi kitleleri geleneksel sendikal yapıları işlevşizleştiriyor. Sendikal hareketin doğup geliştiği Avrupa'da bile, sendikalar ciddi olarak güç yitiriyorlar. Başlangıçta militan örgütlenme hareketleri içinde doğup gelişen ve eylemleri sistem karşıtı bir nitelik taşıyan sendikalar , kapitalizmin sonraki evrelerinde, işçi sınıfını sistemle uzlaştıran kurumlar haline döiıüştüler . Ve bu işlevleriyle Avrupa kapitalizminin vazgeçilmez kurumları arasına girdiler.

Ancak bugün özellikle Avrupa'da, sendikaların giderek uzlaşma kurumları olma işlevini bile yitirdikleri görülüyor. Sendikaların birer uzlaşma kurumu olmaktan çıkmalarının nedeni geleneksel sendikal hareketin yürüttüğü mücadeleyi radikalleştirmesi değil, sermayenin tek tarafli olarak geleneksel sendikal hareketle kendisi arasındaki ''tarihsel uzlaşma ''yı ortadan kaldırmasıdır.

Emek ve sermaye ilişkilerinin vahşi bir sömürü temelinde yeniden örgütlendigi koşullarda sermaye işçi sinifina sendikal hareket adina iki altematif sunuyor. Sunulan alternatiflerden birincisi, çalışma ilişkilerinin bireyselleştirilmesi hedefinden hareket ediyor.

Buna göre sendikaların sadece tek bir işyeri ve işletme düzeyınde sınırlı konularla ilgili faaliyet yürütmesi bekleniyor. Japon sendikacılığı olarak da adlandırılan işyeri/işletme sendikacılığı, aslında bir işletmedeki işçileri bütünüyle şirketin çıkarlarıyla bütünleştirmeyi hedefliyor. Sınıfsal çıkarların yerine işletmenin çıkarlar konuluyor; işçiler prim gibi ek önlemlerle kendi üzerlerindeki sömürüyü yoğunlaştırmak içın özel bir çaba göstenneye zorlanırken, hem aynı işletmedeki hem de değişik işletmelerdeki işçiler arasındaki rekabet körükleniyor. Japon sendikacılığı bu yüzden işçiler arasındaki sınıf dayanışmasını ve birliğıni sağlamanın değil, sennayenın çıkarları uğruna sı- nıf içi rekabeti sistematik hale getirmenin bir aracıdır.

Doğası gereği işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını savunan bir siyasal mücadeleye ve dayanışma kültürüne yabancı bir üye sendikacılığını ifade eden Japon sendikacılığı, temelde hala daha yüksek çalışma standartlarına sahip olan çekirdek işgücünü, sınıfın diğer kesimlerinden bütünüyle aynştınna ve yeni bir aristokrasi haliiıe getirme anlayışına dayanıyor. Ancak özellikle son yıllarda ABD ve Avrupa ülkelerinde yaygınlaştınlmaya çalışılan işyeri sendikacılığı, bu ülkelerde bile işçi sınıfının genel yaşam standartlarının düşmesi karşısında, çekirdek işgücünün haklarını korumakta ciddi zorluklarla karşılaşıyor. Emperyalizme.bağımlı ülkelerde, daha çok ileri teknolojiye dayalı ihracat sektörlerindeki kimi işletmelerde (Türkiye'de Iastik, cam, petro-kimya, ilaç vb.) gö- rülen işyeri sendikacılığı, her iki durumda da sendikayı bir mücadele aracı olmaktan çıkarıp işye- rindeki işçiler üzerinde bir denetim ve disiplin sağlama aracı haline getiriyor.

İşçi sınıfına sunulan ikinci sendikal alternatif ise, mevcut üye sayısını korumaya dönük bir yaklaşıma dayanıyor. İşkollarını ve sendikaları birleştirirerek güçlenmeye çalışan ve yine sadece kendi üyelerine dönük sendikal faaliyetleri çeşitlendirerek etkinliğini artırmayı deneyen bu sendikal yaklaşım; başlangıçta bağımsız bir tercih gibi görünse de nihai olarak yeni sermaye stratejisinin sonuçlarını kabullenen, dolayısıyla bu sermaye stratejisine eklemlenen bir özellik taşıyor. Geleneksel sendikaların büyük bir bölümünün bu tip bir ''üye sendikacılığı'' tercihıne yöneldikleri görülüyor. Bu anlayışın somut ifadesini ''çağdaş sendikacılık'' oluşturuyor.

Her iki yaklaşımın da sınıfsal bakiş açısının yitirilmesi anlamına geldiği açıktır. Böyle bir yaklaşımla yeni işçi kitlesinin örgütlenemeyeceği de bellidir.

Peki geleneksel sendikal hareketi bu noktaya getiren gelişme çizgisi nasil açiklanabilir?

Kitle sendikacılığının tarihsel gelişimi

Geleneksel sendikacılığın yaşadığı kriz, emekle sermaye arasındaki yüzelli yıllık sınıf mücadelesi sürecinin tarihsel ürünüdür. Temelde siyasal bir nitelik taşıyan bu mücadele sürecinde, kapitalizm'belirli bi:r üretim örgütlenmesi temelinde ortaya çıkan kendi sınıf karşıtını, yani kitlesel üretim temlinde örgütlenen işçi sınıfını, sınıf mücadelesinin bütün temel alanların da önemli ölçüde geriletmeyi başarmıştır. Kapitalizm in işçi sınıfını gerek genel politik gerekse gündelik mücadele alanlarında yenilgiye uğrattığı tarihsel bir sürecin sonunda üretimin yeni bir temelde örgütlenebilmesi de mümkün hale gelmiştir.

Bu tarihsel süreçte sendikal hareket nasıl bir gelişme seyri izledi ve geleneksel sendikal hareketin yenilgideki payı ne oldu?

Bugün geleneksel olarak adlandırdığımız sendikaların kökeni, sanayi devriminin bir ürünü olan ''vasıfsız işçi kitleler'ini'' örgütlemeyi hedefleyen ''yeni sendikacılık'' anlayışına dayanıyor .19. yüz- yılın sonlarına doğru ortaya çıkan ''yeni sendikacılık'', vasıflı zanaatkar emeği temel alan bir önceki meslek sendikacılığı anlayışmdan kopuşu ifade ediyordu. ''Yeni sendikacılık'' aynı zamanda işkolunu temel alan kitle sendikacılığının da doğuşu demekti. İşçi sııııfının ağır sömürü koşulları karşısındaki militan tepkilerine dayanan ''yeni sendikacılık'', yani kitlesel işkolu sendikacılığının doğuşunda, militan işçi önderleri kadar sosyalistler de önemli bir rol oynadılar.

Sosyalistler tarafından işçi sınıfının siyasal birlik ve mücadele olanaklarını güçlendiren bir dinamik olarak önemsenen ''yeni sendikacılık'', siyasal bir sendikacılık tarzı olarak doğdu. İşçi sınıfının mücadele gündemi ücret, çalışma şartları gibi ekonomik-demokratik taleplerin, demokratikleşme, genel oy hakkı gibi siyasal taleplerle bütünleşmesiyle siyasallaşırken, ''yeni sendikacılık'' da sendikal mücadeleyi bu bütünsel içerikle kavradı. Devletin işçi sınıfının en temel taleplerinin bile karşısına diktiği baskıcı yöntemler, sendikal hareketin devlet ve sermayeden bağımsız bir mücadele çizgisini savunmasını zorunlu kılıyordu.

''Yeni sendikacılığın'' örgütsel temelini, kırdaki mülksüzleşme nedeniyle sanayi bölgelerine göçe- den vasıfsız işçi kitleleri oluşturdu. Bu kitlesel işgücü, manüfaktür üretimden büyük fabrika sistemine geçişle birlikte, büyük ölçekli işyerlerinde, benzer koşullarda çalışmaya başladı. Gücünün temelİni üretimi birleşik bir temelde durdurmaktan alan bu işçi kitlesi ''yeni sendikacılığın'' kitle tabanını oluşturuyordu.

Bu çalışma sistematiği, ''yeni sendikacılığın'' örgüt yapısını da büyük ölçüde belirledi. İşkolu sendikacılığı temelinde işyeri, şube, sendika genel merkezi ve konfederasyon ilişkisinden oluşan dikey bir hiyerarşi oluştu. İşkolu aynmı gözetmeyen bölge örgütlenmeleri türünden yatay örgütsel mekanizmalar da zaman zaman ortaya çıkmakla birlikte, egemen örgüt yapısı dikey bir hiyerarşi üzerine kuruldu. İşyerini temel alan bu örgütlenme biçimi, işçi sınıfının gündelik ve siyasal mücadele düzlemlerini birbirinden kopartan ve mücadeleyi giderek sadece işyerindeki sorunlarla sınırlandıran bir kitle sendikacılığı tarzının gelişimini de kolaylaştıran bir etken oldu.

Kitle sendikacılığı, işçi sınıfının militan mücadele deneyimleri üzerinde yükselmekle birlikte, başlangıçtan beri gündelik ve siyasal mücadele arasındaki ilişki farklı çizgileri içerdi. Tarihsel gelişim süreci içinde bu farklı sendikal yorumlar, sendikal hareket içindeki derin bölünmelere doğru evrildiler.

Sendikal faaliyeti ekonomik -demokratik hakların elde edilmesi mücadelesine indirgeyen sendikal tarzın dünya çapmdaki önderi, ABD merkezli ''partilerüstü sendikacılık'' anlayışı oldu. Avrupa sendikal hareketi içinse, uzun mücadeleler sonucunda kazanılan hakların sosyal refah devletinin bir parçası haline getirilmesi, sendikaların da sistemle bütünleşmelerine zemin hazırladı. Bütün bu gelişmeler sonucunda sendikal hareketin büyük bir kanadı düzen içi bir konum kazandı. Sendikalar düzen içi siyasetin aktif bir parçası haline gelirken, işçi sınıfının bağımsız siyasal mücadele hedeflerinden tamamen kopan bir yaklaşımı benimsediler. Bu biçimde işçi sınıfının bazı gündelik çıkarlarını güvence altına alma karşılığında, sermaye sınıflarının politik tercih ve programlarına kitlesel bir destek sunmanın araçları haline geldiler.

Ancak aynı tarihsel dönemde, sendikaların anti-kapitalist, yani düzen karşıtı niteliğini yitirmemesi gerektiğini savunan bir sendikaı anlayış da, ''sınıf ve kitle sendikacılığı'' anıayışı olarak varlığını korudu. Sınıf ve kitle sendikaı anlayşı, işçi sınıfını kiılesel bir temelde örgütleyen sendikaların, aynı zamanda sınıf perspektifini de taşıması gerektiğini öngörüyordu. İşçi sınıfı, aynı işyerinde çalışan farklı inanç, milliyet ya da cinsiyetten işçilerin tümünü kapsayan kitlesel bir temelde ve ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünselliğini gözeten bir sınıfsal kurtuluş perspektifiyle örgütlemek, sınıf ve kitle sendikacılığınm özünü oluşturdu. Bu anlamda, sınıf ve kitle sendikacılığı, kitle sendikacılığının düzen karşıtı bir perspektifle geliştirilmesi anlamma geliyordu.

Yirminci yüzyıl boyunca sendikal hareket, sınıf ve kitle sendikacılığı ile düzen sendikacılığı olarak ikiye ayrııdı. Düzen sendikacılığı ücret sendikacılığı, devlet sendikacılığı,. mafya tipi sendikacılık gibi çeşitli biçimler altında ortaya çıkarken, sınıfsal kurtuluş perspektifinin kendi içinde barındırdığı çeşitlilikler de birden fazla sınıf ve kitle sendikacılığı biçimini mümkün kıldı; devrimci sendikalardan sosyal demokrat sendikalara, volan kayışı teorilerine dek uzanan bir yelpazeyi kapsadı. Sınıfsal kurtuluş perspektifindeki yozlaşmalar , sınıf ve kitle sendikal anlayışı içinde de birebir yansımalarını buldu. Bu yozlaşma, sınıf ve kitle sendikacılığının önemli bir parçasmı dü- zen sendikacılığının yanıbaşına taşıyıp ona benzetirken, işçi sınıfının yenilgisinde de önemli bir rol oynadı.

Bağımlı ülke sendikal hareketleri bu bakımdan tipik bir ömek oluşturmaktadır. Bağımlı ülkelerde Amerikan sendikacılığının egemenliği altında, baştan itibaren sendikaların sınıf örgütü olma niteliğini reddeden bir yaklaşımla kurulan Türk~İş benzeri sendikal hareketlerin ücret mücadelesiyle sınırlı yaklaşımları, işçi sınıfının sermaye karşısındaki yenilgisinde önemli bir rol oynadı. Diğer yandan, işçi sınıfının devlet sendi kacılığının etkisi dışında kalan kesimlerini örgütleyen ''sınıf ve kitle sendikacılığı ,, anlayışı da, bir bütün olarak etkili bir mücadele dinamiği oluşturmakla birlikte, yenilgiyi engelleyen bir mücadele aracı işlevini üstlenemedi. Kendisini sınıf ve kitle sendikacılığı içinde ifade eden ''devrimci sendikal anlayış'ın temel özelliğiyse, sermaye saldırısı karşısmda militan bir mücadele hattı oluşturmak ve işçi sınıfının gündelik mücadelesini tüm emekçilerin bütünsel siyasal mücadelesi ile ilişkilendirnıek olarak şekillendi.

İşçi sınıfını bir bütün olarak devlet ve sermaye karşısında saflaştırmayı öngören sınıf ve kitle sendikal anlayışı, sınıfın siyasallaşmasına ve sendikal mücadelenin toplumsal muhalefet hareketinin en önemli bileşenlerinden birisi haline gelmesine olanak tanıdı. Sınıf ve kitle sendikacılığı bu bakımdan, geleneksel sendikal hareket içindeki en ileri yaklaşımı temsil ederken, devrimci sendikal anlayış da onun en militan ve ileri hattını oluşturdu. İşçi sınıfının gündelik ve siyasal mücadelesi arasında, üretenlerin kendi üretimlerini yönetme hakkı perspektifiyle ve işyeri düzleminde canlı bir bağ kuran devrimci sendikal anlayış, bu canlı siyasal bağı cisimleştiren işyeri komite ve konseyleri perspektifiyle de sendikal demokrasiyi işçi demokrasisine bağlayan bir yaklaşımı temsil ediyordu.

Ancak sendikal hareketteki bütün bu farklı anlayışlara rağmen, sendikaların dayandığı işçi kitle- sinin yapısı aynıydı. Her iki sendikal anlayışın örgütsel temeli de benzer bir yapıya dayanıyor; her iki sendikanlayış da gıdasını kamuda yada özel sektördeki büyük ölçekli işyerlerinde azçok benzer çalışma ve ücret koşullarını paylaşan işçi kitlelerinden alıyorlardı. Her iki sendikal anlayışın sendikal demokrasinin işlerliği konusunda sergiledikleri farklılıklar bir yana, her iki sendikal anlayış da benzer örgütsel hiyerarşilere dayanıyordu.

İşçi sınıfı, sermayenin özel1ikle 1980 sonrasında topyekün biçimde devreye soktuğu saldırı stratejisi karşısında çok önemli tarihsel kazanımlarını yitirdi. Geleneksel sendikal hareketin giderek birbirine benzeşen iki ana akımı, yani kitlesel bir temelde örgütlenen düzen sendikacılığı ile kitlesel bir temelde örgütlenen smıf ve kitle sendikacılığının ana gövdesi, bu saldırı stratejisi karşısmda bir direniş değil teslimiyet eğilimi sergileyerek, üretimin sermaye tarafından yeni bir temelde örgütlenebilmesinin yolunu açtılar .Bugün işçi sınıfı saflarında üretim temelinin parçalanması nedeniyle ortaya çıkan değişim, geleneksel kitle sendikacılığının her iki ana akımımın da önemli bir tarihsel sorumluluk taşıdığı bir sürecin sonrasmda belirginleşmeye başladı. Geleneksel sendikal hareketten bugün ayakta kalabilen unsurların tepkisi en genelde bu yeni işçi kitlesine ya tamamen sırtını dönmek ya da onu eski yöntemlerle örgütlemeye çalışmak olarak özetlenebilir.

Kısacası bugün işçi sınıfı saflarında yaşanan değişim, bütün farklılıklarına rağmen geleneksel sendikal hareketin bütününü etkiliyor. Geleneksel sendikal hareket, eski örgüt yapısı ve mücadele tarzıyla yeni işçi kitlsini kavramaktan uzaktır. Dolayısıyla, geleneksel işçi sınıfı ,yapısına dayalı en ileri sendikal anlayış olan sımf ve kitle sendikacılığı da, ekonomik, politik ve ideolojik mücadeleninin bütünselliği yaklaşımı geçerliliğini korumakla birlikte, eski örgütlenme tarzıyla hareket edilmeye devam edildiği sürece, bugünkü mücadele dinamiklerini kavramaya uygun değildir.

Bugün ortaya çıkan durum kabaca şöyle özetlenebilir: Sınıf ve kitle sendikacılığının işçi sınıfını cinsiyet, din, dil, ırk, milliyet farkı gözetmeksizin bir bütün olarak ve bağımsız sınıfsal çıkarları temelinde örgütleme ilkesinin kendisi değil ama, bu ilkeyi gerçekleştirme biçimi -özellikle işci sınıfının değişik bileşenlerini; örneğin çalışan işçilerle işsizleri bütünleştirmede eskimiştir ve yeni dönemin koşullarına uygun biçimde yeniden .oluşturmalıdır. Sınıf ve kitle sendikal anlaşının yeniden oluşturulmasında yeni bir örgüt yapısı, mücadele tarzı ve örgütlenme programı gibi unsurlar kritik bir önem taşımaktadır.

Bugün yeni bir işçi kitlesiyle karşi karşiyayiz. Yeni işçi kitlesini geleneksel emek hareketleri ve sendikal yapilar örgütleyemez; geleneksel sendikal hareketin önderlik çizgisi, örgütsel yapısi ve mücadele programi ile yeni işçi kitlesi arasinda önemli bir uyumsuzluk vardir. Yeni işçi kitlesini Örgütleyebilmek için yeni bir sendikal hareket kurmak gerekir. Yeni bir sendikal hareket ise yeni örgütlenme ve mücadele biçimleri anlamina gelir. Bu süreçte sinif ve kitle sendikal anlayişinin olumlu mirasi, yeni sendikal harekete aktarilmalidir.Yeni sendikal hareketin yaratilmasinda belirleyici dinamigin yeni işçi kitlesi oldugu ise asla unutulmamalidir.

“Toplumsal Hareket Sendikacılığı”

Yeni işçi kitlesi nasıl örgütlenecek? Bugün karşı karşıya oldugumuz soru budur. Kuşkusuz bu soruya teorik yanitlar verilebilir. Ancak sadece teorik olarak oluşturulan modeller yeterli bir çözüm sunmaz. Dün yada ortaya çıkan yeni işçi hareketlerini, bu hareketler içindeki yeni sınıfsal dinamikleri de incelemek gerekir. Gerçekten de bazi bagimli ülkelerde gelişen ve bugün emperyalist ülkelerdeki işçi hareketlerinde de etkileri görülen yeni emek hareketleri oldukça önemli ipuçlari taşiyor. Bu ipuçlari, yeni bir emek hareketinin inşasinda genelleştirilmeye uygun özellikler de barindiriyor.

Bu noktayı açmadan önce, ''çağdaş sendikacılık'' anlayışından söz etmek yararlı olacaktır. ''Çağdaş sendikacılık'', kapitalizmdeki değişirn sürecine sendikal alandan verilen yanıtlardan biridir. ''Çağdaş sendikacılık'', değişimin yarattığı sorunları farklı bir bakış açısıyla yorumluyor, ama çözüm olarak düzene eklemlenmekten başka bir şey önermiyor. ''Çağdaş sendikacılık'', işçi sınıfının sistemle bütünleşen bir değişim içinde olduğunu, işçilerirı nitelik kazanarak üretim araçları üzerinde egemenlik,kurabilecek bir konuma kavuştuklarını, dolayısıyla eski '''çatışmacı'' sen- dikal geleneğin yerini ''uzlaşmacı ,, bir tarza bırakması gerektiğini savunuyor. Buna göre, ''sendikalar varolan üye kitlesine mesleki, kültürel eğitirn götürmeli, araştırmalar yapmalı, üyenin ve ailesinin sosyal ihtiyaçlarına yönelik hizmetleri devreye sokmalıdır.'' Görüldüğü gibi, çağdaş sendikacılığın, varolanı korumaya yönelik bir üye sendikacılığından başka bir önerisi yoktur. Üstelik bunu, sermayeyle uzlaşarak, genel bir ''mutabakat'' sağlayarak yapmayı önüne koyuyor.

Ne var ki yaşanan gelişmeler ''çagdaş sendikacilik'' anlayişının, Avrupa gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde bile ancak sinirlı bir işçi kitlesi için ''cazip'' olabilecegini gösterdi. Özellikle yeni işçi kitle- si için ''çagdaş sendikacillgın'' teslimiyetten başka bir sonuç doğurmayacağı son derece açıktır.

Bu noktada ''çağdaş sendikacılık'' anlayışının, geçmişte ''sınıf ve kitle sendikacılığı ,, kavramını ortaya atan, ama bunu ''komünist partinin yan örgütü'' biçimindeki bir sendikal pratik olarak hayata geçiren Fransız Genel Emek Konfederasyonu'nun (CGT) gündeme getirdiği vurgulanmalıdir.Aynı anlayışın bir dönemdeki en keskin temsilcilerinin yeni bir uzlaşma biçimi olan ''çağdaş sendikacılık'' anlayışına aynı keskinlikle savrulmalarının Türkiye ' de de yaşandığı biliniyor. Ancak bugün Türkiye'de ''çağdaş sendikacılık'' anlayışı marjinal bir konumda bulunuyor. Bugün bunu ''sosyal hizmet sendikacıllğı'' olarak Hak-İş savunmaya devam ediyor.

Peki dünyanın çeşitli ülkelerinde ortaya çıkan yeni emek hareketleri ne tür özellikler taşıyorlar?

Brezilya'da, Güney Afrika'da, Güney Kore'de, Filipinler'de, Hindistan'da vb. ortaya çıkan ve bugün Avrupa'da, ABD'de örnekleri görülen yeni sendikal hareketler ''toplumsal hareket sendikacılığı ,, kavramı ile tanımlanıyor. Hemen söylemek gerekiyorki “toplumsal hareket sendikacılığı” sadece bağımlı ülkelerde ortaya çıkan bir örnek değildir.

Bu kavran, teorik bir model oluşturmaktan çok, farkli ülkelerde yaşanan deneyimlerin' ortak yanlarina vurgu yapmak ve yeni sendikal hareketleri, geleneksel olandan ayirmak için kullaniliyor. Ancak nasil tek bir sinif ve kitle sendikaciligi modeli olmadiysa, tek bir ''toplumsal hareket sendikaciligi'' modeli de yoktur ama bütün bu deneyimlerin paylaştlgi ortak bir perspektif vardir.

Sendikal kriz evrensel boyutlu bir sorundur. Sendikal krize yeni işçi kitleleri tarafında:n verilen yanıtsa, birbirinden farklı yerel özellikler taşıyan ''yeni'' sendikal hareketler biçiminde ortaya çıkmaktadır. Peki bütün bu birbirinden farklı sendikal hareketleri ''toplumsal hareket sendikacılığı ,, başlığı altında toplamak nasıl açıklanabilir? Ortak perspektif nedir?

“Toplumsal hareket sendikacılığı”, herşeyden önce yeni proleterleştirme dalgasının neden oldu- ğu sınıf bileşiminin parçalanması/çok katmanlı hale gelmesi ve sınıf bilinci bağlarının zayıflaması gi. bi olumsuz olguları işyeri, işkolu ve meslek gibi bölünmeleri aşan bir örgütlenme yaratarak yanıtla ma çabasına dayanıyor. Yeni bir emek hareketi ancak bu bütünsel örgütlenme çabası sayesinde oluşturulabiliyor; sınıfın bir kesiminin eylem ve talepleri işçi sınıfının bütününe genelleştirilereı diğer toplumsal taleplerle bütünleştirilebiliyor.

Bu yaklaşim ile sinif ve kitle sendikal anlayişi arasinda bir benzerlik oldugu açiktir. ''Toplumsal hareket sendikaciligi'' ile tanimlanan yeni sendikal hareketler, tipki sinif ve kitle sendikaciligi anlayişi gibi, sendikal mücadelenin toplu sözleşme mücadelesi ile sinirli kalmamasi, bir toplumsal hareket olarak örgütlenmesi, yani başindan itibaren siyasal mücadele işçi sinifinin devlet ve sermaye ile bütünsel mücadelesi anlaminda ile baglantili biçimde geliştirilmesi ilkesine dayaniyor. Ikisi arasindaki fark,öz olarak temel alinacak işçi sinifinin bileşiminin/yapisimn degişmiş ol masindan kaynaklaniyor. Sinif've kitle sendikaciligi, büyük ölçekli işyeri temelinde örgütlenen işkolu sendikalari olarak gelişmişken, ''toplumsal hareket sendikaciligi'', işyeri ve işkolu sinirlarinın dişinda, işçi sinifi çalişaniyla işsiziyle bir bütün olarak, aileleriyle ve diger halk katmanlariyla birlikte örgütleyen ve mücadeleye yönelten organlara dayaniyor.

Bu çerçevede, ''toplumsal hareket sendikacılığı''nı, sınıf ve kitle sendikal anlayışının, yeni ser- maye stratejisine bağlı ''küreselleşme'' koşullarındaki dönüşmüş biçimidir , şeklinde tanımlamak mümkündür.

İkisi arasındaki ilişki, ne düz bir süreklilik ne de reddetme ilişkisidir. ''Toplumsal hareket sendikacılığı'', sınıf ve kitle sendikal anlayışının olumlu mirasını üstleniyor, bu mirası yeni bir sendikal hareketin yaratılması sürecine aktarıyor.

“Toplumsal hareket sendikacılığı”nın, sınıf hareketini genelleştirme/toplumsallaştırma çabasının çeşitli yönleri vardır. Birincisi, sendikal örgütlenmenin işyeri ile sınırlı tutulmaması, işyerinden kaynaklanmayan, ama işçi sınıfını ilgilendiren sorunların da sendikal mücadelenin gündemine almması ve işçilerin yaşam çevrelerinde, mahallelerde de örgütlenmesidir. Mahallelerde örgütlenme ikili işlev taşır. İlk olarak, bu çaba, sendikal hareketin taleplerinin iş- yerinden kaynaklanan sorunlardan ibaret görülmemesi demektir. İşçi sınıfının, işyeri dışındaki yaşamından kaynaklanan beslenme, barınma, ulaşım, eğitim, sağlık, sağlıklı çevre gibi taleplerini de dikkate alan, bunun için kooperatif, dayanışma ağı gibi örgütlenmeleri devreye sokan bir yaklaşım öne çıkmaktadır.

İkinci olarak, mahalledeki örgütlenme, belli bir işyerinde düzenli olarak çalışmayan, ama nesnel olarak işçi sınıfının bir parçası (part-time, geçici veya mevsimlik çalışan, evde çalışan, işsiz vb.) ya da en yakm müttefiki (informel sektör çalışanları, küçük esnaf, ev kadmları vb.) olan kesimlerin de örgütlenebilmesine olanak sağlar .Sendikal hareketin mahalli örgütlenme biçimleri, yerel dayanışma sandıkları, işçi/sendika evleri, tüketim koopreratif1eri, mahalle dernekleri, mahalli işçi komiteleri ve konseyleri vb. olarak gerçekleşmektedir.

Sendikal hareketin sadece işyerlerindeki sorunlarla sınirli olmayan bir talep çerçevesine sahip olmasi ve standart olmayan işlerde çalişanlari da örgütlemesi, işçi sinifinin gerçek yaşam standartlarini ve insanca çalişma koşullarını topyekün bir temelde savunma mücadelesinin vazgeçilmez koşullarından birisidir .Sermayenin işçi sinifina yönelik saldiri stratejisi, sadece ücretleri dondurma ve çalişma saatlerini uzatmaya dayanan bir temelde değil, özellikle egitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi kamusal hakları da ortadan kaldiran birtemelde gelişiyor. Diger yandan standart olmayan işlerde çalişanlarin sendikal örgütlenmeye dahil edilememesi de bir bütün oiarak emekçi, siniflarin yaşam standartlarının giderek daha da kötüleştirilrnesi anlamına geliyor.

Bu koşullarda sadece işçi sınıfının yaşam standartlarını ve gerçek gelirlerini korumaya yönelik bir mücadelenin bile kamu hizmetlerinin çökertilmesine karşı mücadeleyle birleştirilmesi ve sendikal örgütlenmenin standart işlerde çalişanlarm dişına taşirilmasi gerektigi açiktir .Sermayenin topyekün saldırı programının kendisinin ücret ve çalişma saatleriyle ilgili mücadeleyle eğitim, sağlık ve ulaşım konularındaki mücadeleyi içiçe geçirrnesi, işyeri ile mahalle arasinda dogalbir ortak mücadele ve örgütlenme kanali oluşturuyorlar.

Özellikle yeni işçi kitlelerinin açlık ve yoksul1uk sınırlarında gezinen bir yaşam standardına mahkum edilmeye çalişildigi bagimli ülkelerde gelişen yeni tür sendikal hareketler, iki temel olguya işaret ediyor. Birincisi, işçi sınıfının işyerinde ve yaşam alanlarında, aynı saldırı politikasının iki ayrı yüzü olarak yüzyüze kaldigi uygulamalara karşi bütünsel mücadelesinin geliştirilmesi sorumlulugu, diger politik-toplumsal örgütlenmelerin yanisira, dogrudan dogruya sendikal harekete de ait bir sorumluluktur. Hele hele işsizligin yapisai bir boyut kazanarak, toplumsal dişlanma düzeyine ulaşmasi ye sermayenin bu olguyu örgütlü işçilerin gücünü zayiflatma yönünde kullanma egilimi bu soriimlulugu bir zorunluluk haline getirmektedir. Emekçiler arasinda bütünsel bir mücadelenin oluşturulmasi sorumlulugunu kendi dişindaki güçlere aktaran sendikal hareketlerin, işyeri sorunlariyla sinirli talepler konusundaki mücadelelerde de herhangi bir başari elde edebilmesi olanaksizdir.

Diğer yandan, işyerleri ve mahalle mücadelelerinin birleştirilmesine yönelik çabalar, sendikal hareketin sınıf perspektifinin bulanıklaşmasıyla değil, tam tersine eğitim, sağlık, ulaşım gibi alanlarda yaşanan sorunların da sınıfsal bir perspektifle ele alınmasyla sonuçlanmaktadır. ''Toplumsal hareket sendikacılığı'', sınıfsal taleplerin toplumsal-politik içerikleri ile diğer toplumsal taleplerin sınıfsal içeriklerini açığa çıkartan ikili bir işlev üstlenmektedir.

İşyerinin sendikal örgütlenmenin tek zemini olarak görülmemesi, işyeri örgütlülüğünün önemsizleşmesi anlamına gelmez. Aksine “toplumsal hareket sendikacılığı”nın bütün örneklerinde, öncelikle güçlü bir işyeri örgütlenmesinin sağlandığı görülüyor. Bu işyeri örgütlülükleri işyeri- komite ve konseyleri vb. biçiminde ortaya çıkıyor. İşyeri örgütlülükleri arasındaki ilişki ise bölge komitesi, genel grev komitesi gibi örgütlenmelerle sağlanıyor. Bununla birlikte işyeri örgütlülüklerine dayanan sendikal hareketin, ancak mahalli sendikal organlarla bütünleşerek gerçek bir toplumsal hareket oluşturabilmesi de yine bu deneyimlerin ortaya koyduğu bir olgudur.

“Toplumsal hareket sendikacılığı” deneyimlerinin ikinci özelliği ise, işyeri ve işkolu ayrımmı aşmaya yönelen, işçi sınıfını bir ya da birkaç işkolunda, bölge ve/veya ülke düzeyinde ''genel ve topyekün'' olarak örgütlemeyi önüne koyan bir yaklaşımının benimsenmesidir .Bu yaklaşım işkolu sendikalarının reddedilmesi değil, işlevlerinin ve çalışma biçimlerinin değişmesi anlamına gelir. İşkolu şendikaları bile olsa, bunlar hedef kitleye/bölgeye yönelik olarakortak ve kollektif bir örgütlenme programıyla hareket etmektedirler. Bu örgütlenme anlayışı konfederal örgütlerin önemini ve rolünü arttırmaktadır.

Üçüncü özellik, örgütlenmede yeni işçi kitlesinin temel alınmasıdır. Ancak bu, sınıfın geleneksel kesimlerinin reddedilmesi olarak da görülmemelidir. Aksine, ilk örgütlenmeler geleneksel kesimlerde, özellikle metal işçileri saflarinda ortaya çikmiş ve örgütlenme, hizla sinifin yeni kesimlerine yönelmiştir.Yeni işçi kitlesinin ana gövde haline gelmesi, işçi sinifinin bütünselligini gözeten bir yaklaşimla birlikte gelişmektedir. Örgütlenmede yeni işci kitlelerine yönelme, işyeri ve işkolu ayrmini aşan bir tarzdil, yeni sanayi havzalarinda, yan işletmelerde, taşeron firmalarda ortaya çikmaktadir. Özellikle yeni sanayi havzalarindaki örgütlenme, işyeri ve işkolu sendikaciliginin örgütlenme tarzindan farkli olarak bütün işçilere birden yönelen, çalişan işçilerin taleplerini işsizlerin talepleriyle bütünleştiren merkezi bir örgütlenme stratejisiyle hayata geçirilmektedir. Bu noktada yeni sanayi havzalarındaki işçilerin örgütlenmesi, aynı zamanda -onların yaşamçevrelerinde de örgütlenmesiyle birlikte gerçekleştirilmektedir.

Dördüncü özellik, işçi sınıfının sendikal mücadelesi ile diğer ezilen kesimler ve toplumsal hareketlerin mücadelesini birleştirme çabasıdır .Bunun ömekleri, sendikal hareketin, kadin hareketi, çevre hareketi, kent ve kır yoksullari hareketleri gibi toplumsal hareketlerle ittifak ve güç birliği içine girmesidir. Kimi yerlerde, sendikal hareket ile diger toplumsal hareketler, tek bir hareket olarak örgütlenirken, diğer yerlerde bu platform, koordinasyon biçimleri altında gerçekleşmiştir.

Beşinci özellik, kadin, göçmen,azınlik gibi kategorilerin sendikal hareket içinde özerk kimlikleri- nin korunmasi; bu kimliklerinden dogan sorunlarınin sendikal talepler oIarak formüle edilmesidir. Bunun en açık örnegi, Güney Afrika ' da siyahların irk ayrımına tabi tutulmalarının, sendikal mücadelenin öncelikli sorunu olarak görülmesi, ama bunun işçi olmaktan kaynaklanan sorunlarin bir parçasi olarak, yani sinifsal bir sorun olarak formüle edilmiş olrnasıdır.

Bütün bu özelliklerin ortak sonucu, sendikal hareketin ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünselliği üzerine oturtulmasıdır. ''Toplumsal hareket sendikacılığı'', işçi sınıfının bir bütün olarak, diğer ezilen halk kesimleriyle mücadele birlikteliği içinde, sermaye sınıfına ve devlete karşı saflaştırmayı ve ekonomik-demokratik talepleri siyasal taleplerle bütünleştirmeyi hedeflemektedir.

Bütün bunlar, ''büyük ölçekli işyerindeki düzenli işçilerin ekonomik ve demokratik haklarini geliştirme, (daha devrimci bir yaklaşımla bu mücadeleyi sinifin politik örgütünün mücadelesine eklemleme) perspektifiyle sinirli geleneksel sendikal mücadelenin sinirlarinin aşilmasi çabasi olarak yorumlanabilir.

''Toplumsal hareket sendikacılığı'' işçi sınıfının bütün tarihsel sorunlarını çözebilecek sihirli bir araç değildir. Yukarıda özetlenen yaklaşımlar, dogmatik bir yorumla her sorunun anahtarı olarak modelleştirilirse, yanlış yapılrnış olacaktır. Doğru olan, ''toplumsal hareket sendikacılığı''nın taşıdığı olumlu özelliklerin, sınıf mücadelesinin ve sendikal hareketin tarihsel sürekliliği içinde, yeni işçi kitlesini kapsayan somut bir eylem çizgisinin yaratılması doğrultusunda değerlendirilebilmesidir.

Bu yaklaşım ışığıinda, broşürün bundan sonraki bölüm1erinde, yeni bir sendikal mücadele programina ilişkin bazı temel öneriler geliştirilecektir. Bu önerilerin bir kısmı bugüne dek çeşitli yerlerde dile getirilmiştir. Ancak bunlar parça parça kaldigi için bir bütünlük oluşturamamiştir. Aşağıdaki önerilerin, bu bütünlügün oluşturulmasina yönelik bir adim olarak degerlendirilmesi gerekir. Yeni bir sendikal hareket ise esas olarak mücadele içinde oluşturulacaktır.

Yeni Bir Örgütlenme Stratejisi

Yeni işçi kitlesini oluşturan atipik, sigortasız, sendikasız, sanayi sitelerinde, küçük atelyelerde, hizmet sektöründe vb. çalışan işçilerin örgütlenmesine yönelik çözümlerin, ''toplumsal hareket sendikacılığı ''nın ayırdedici yönünü oluşturacağı açıktır. Bu anlamda, yeni işçi kitlesinin, örgütlenmede ''temel'' alınması doğru olan yaklaşımdır. Bundan, sınıfın geleneksel kesimlerinin örgütlülüğünün önemsizleştiği değil, yeni işçi kitlesi örgütlenmeksizin ve mücadeleye seferber edilmeksizin yeni bir sendikal hareketten söz edilemeyeceği anlaşılmalıdır. Bu örgutlenme işsizlerin taleplerinide içerenve işsizleri örgütlemeyi öngören bir yaklaşıma sahip olmalıdır.

Bugün "toplumsal hareket sendikaçılığı", 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan yeni sendikacılığın örgütsel temelini oluşturan geleneksel işçi sınıfı yapısının parçalanması ve yeni bir işçi kitlesinin ortaya çıkması nedeni ile, ancak bu yeni işçi kitlesini örgütsel bir temel olarak kabul etmesiyle ''devrimci'' bir içerik kazanabilir.

Bu noktada böyle bir örgütlenmenin nerden ve nasıl başlayacağı sorusu sorulabilir.

Örgütlenecek işçiler, esas olarak ''yeni'' işçilerdir. Sözcüğün gerçek anlamında yeni bir kitlenin örgütlenmesi, yeni bir örgütlenme temelinin yaratılması demektir. ''Yeni bir örgütlenme temeli'', mevcut sendikal örgütlenmenin organlarını temel alarak gele neksel sendikal örgütlenmeyi ''iyileştirme'' yoluyla yaratılamaz. ''Yeni bir örgütlenme temeli'' işçi sınıfının yeni kitlesinin sermayeye karşı kitlesel savunma eyleminin örgülenmesiyle, bu eylemi örgütleyen organlar temel alarak yaratılır.

Öte yandan,'yeni işçi kitlesinin üretim sürecindeki konumuna dayanan bu yeni hareket temelini örgütleyecek ''sendikal kadro"nun omurgasını esas olarak, geleneksel sendikal hareketin kadroları oluşturmaz. Çünkü bu hareket temelinin gerektirdiği mücadele ve örgütlenme tarzı ile geleneksel sendikal hareketin kadrolarının mücadele ve örgütlenme alışkanlıkları birbirinden önemli farklılıklar gösterir. Yeni hareket temelini yaratılması süreci, herşeyden önce geniş bir hareket esnekliğine sahip olan, iyi örgütlenmiş, küçük, hareketli, militan işçi gruplarına dayanacaktır. Böylesi gruplar ise esas olarak ''sınıfsal kurtuluş'' davasına kendisini adamış devrimci işçilerden oluşacaktır. (Elbette geleneksel sendikal kadrolar içerisinde ''işçi sınıfının kurtuluşu'' davasına kendisini adamış en bilinçli unsurlar bu yeni hareketin kendilerine yüklediği görevlere uyum sağlayacak ve bu hareketin kadro temelinin oluşumunda önemli bir yer tutacaklardır. Ama bu da zaten yukardaki öngörümüzün başka bir biçimde ifadesidir.)

Elbette sınıfın geleneksel kesimlerinin ve sendikalı kuşağın deneyimli öncü kadrolarının bu doğrultuda biraraya, getirilmesi, yeni bir hareket düzleminde ortak mücadeleye sevkedilmeleri atılması gereken adımlarından birisidir. Bu adım, mevcut örgütlülüklerin güçlendirilmesi, işyerleri ve bölgeler düzeyinde ortak bir örgütlenme programına yönlendirilmesi ve esas olarak da yüzlerini örgütsüz yeni işçi kitlelerine dönmeleriyle pekiştirilmelidir. Mevcut örgütlü işçiler arasında yeni bir sendikal anlayışın mayalanması ve kök salması sağlanamazsa, yeni işçi kitlesinin örgüt lenmesinin zorlaşacağı ve gecikeceği unutulmamalıdır.

Örgütlenmede yaşanan temel sorun yeni işçi kitlelerinin sendikalaşma düzeyinin düşüklüğüdür. Bunun esas nedeni, devletin ve sermayenin fiili ve yasalardan kaynaklanan baskı ve engellemeleri olmakla birlikte mevcut sendikal örgüt yapısının ve örgütlenme faaliyetinin yetersiz oluşuda etkilidir.

Özellikle yeni işçi kitlesinin yoğunlaştığı yeni sanayi havzalarında bu yetersizlik açıkça görülüyor. Organize sanayi bölgelerinde, farklı işkollarında küçük ve orta boy işletmelerden oluşan yeni bir sanayileşme sürecinden geçiliyor. Bu bölgelerde, yeni bir sermaye kuşağı da doğuyor. Bu sermaye kuşağı, kısmen kara pa para aklama amacıyla kısmen uluslararası işbölümünün onlara tanıdığı avantajları kullanarak sigortasız, sendikasız ve ucuz bir işgücü talebiyle faaliyetlerine yön veriyor.

Bu yaklaşımla, sanayi bölgelerindeki işgücünün ortak yönetimni, sendikalaşmaya kesinlikle fırsat tanımama, bunun için gerektiğinde silahlı baskı kuvvetleri oluşturma, sendikalaşma nedeniyle işyeri kapanan işverenin zararını tazmin etmek için fon oluşturma, sendikalaşan işçilerin listesini tutarak başka işyerlerinde işe ginnesini engelleme gibi yöntemlere başvuruluyor. Aynı yöntemler, taşeron işçileri, turizm, büro, ticaret, ulaştırma vb. hizmet sektörü emekçileri için de kullanılıyor.

Yaşanan bütün deneyimler gösteriyor ki artık tek bir işyerinde işkolu sendikacılığı temelinde tek tek sendikaların örgütlenmeyi geliştinnesi mürnkün değildir. Her tür örgütlenme girişirni ideolojik ve politik, hatta şiddet içeren araçlarla kırılrnaktadır. Dolayısıyla işçi mücadelelerinin örgütlenmesinde bu "emek yönetimi" anlayışına karşı uygun bir tarz oluşturulması kaçınılmazdır. İşverenlerin fon oluşturma, doğrudan ya da siyasal şiddete başvurma, işten çıkarma kara liste oluşturma gibi aktif saldırı yöntemlerine işçi sınıfının aktif savunma araçlarının geliştirilmesi de meşru ve zorunlu görülmelidir. Bu noktada özellikle örgütlenen işçilerin işten atılması ve çalışmak ile işsiz kalmak arasındaki sınırın oldukça zayıflaması, çalışan işçilerle işsizlerin, aynı örgütsel biçim altında olmasa da ''birlikte'' örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır.

İşkolu sendikacılığını yetersiz kılan bir diğer etmen, birden fazla işkolunda faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerdir. Çok uluslu şirketler, farklı işkolllarındaki işletmelerde aynı emek yönetimi tekniğiyle işçi ça1ıştırıyor; buna karşı ortak ve kollektif bir tavır gösterilmesi gerekiyor. Bir başka etmen ise, part-time (kısmi zamanlı) çalışmanın artmasıyla, bir işçinin birden fazla işkolunda çalışması olgusudur: Sabah bir metal işyerinde ça1ışan bir işçi öğleden sonra bir nakliye firmasında çalışabiliyor. Bütün bu olgular genel bir sendikacılığın önemini arttırıyor.

Özellikle organize sanayi bölgelerine yönelik çalışmada, işyeri ve işkolu ayrımını aşan bir ortak/kollektif örgütlenmeye ihtiyaç duyuluyor. Bu sadece birden fazla işkolu sendikasının ortak bir örgütlenme faaliyetine girmesiyle sağlanamaz, Mutlaka sendikalar arası dayanışmanın olumlu etkileri olacaktır; ancak, bundan da öte belirli bir bölgeyi temel alan, 0 bölgedeki tüm işçilerin sınıf bilincine kavuşturulmasını amaçlayan; sınıf bilincinin oturtulmasından hareketle ortak bir sendikal örgütlülüğe yönelmeyi önüne koyan bölge sendikal örgütlülüklerinin oluşturulması gerekiyor.

Örgüt yapısı değişmeli

Bu tespit, mevcut sendikal örgüt yapısında da bazı temel değişiklikleri zoruıılu kılıyor. İşyeri, şube:, genel merkez ve konfederasyon merkezi biçimindeki dikey örgüt modeli, yeni işçi kitlesinin örgütlenebilmesi için elverişli değildir; bu model sadece mevcudu korumayı hedefleyen savunmacı bir nitelik taşıyor. Bu nedenle, mevcut sendikal örgüt yapısının, bölge temsilciler meclisi, bölge yönetim ve yürütme kurulları gibi sendikal organlarla tamamlanması gerekiyor; Bu çerçevede, farklı işkollarındaki sendikaların yerel bi- rimlerinin oluşturacağı ''bölge konseyleri'', bu konseylerin kendi içinden seçeceği ''bölge komiteleri'' yatay örgütlenmenin ilk adımı olarak değerlendirilebilir.

Bu bölge örgütlülükleri, kendi bölgelerine ilişkin program oluşturma ve üstorganlara temsilci (delege) gönderebilme yetkisine de sahip olmalıdırlar. Bölge örgütlülükleri, bölgedeki tüm toplumsal sorunlarla ilgili çalışma yapabilmeli, bu amaçla diğer top lumsal örgütlülüklerle işbirliği geliştirebilmelidir. Bölgedeki çalışmada. yön örgütsüz yeni işçi kitleleri ve ezilen halk kesimlerine çevrilmelidir.

Bugün sendikal örgütlenmenin önündeki bir başka engel, bir işyerinde sınıf birliğini bozmayı amaçlayan yöntemlerin kullanılmasıdır. Bir işyerinde sendikalı işçi, taşeron işçisi, kapsamdışı personel, o işyeri bir kamu işletmesiyse kamu çalışanı birarada çalışıyor, ama mevcut sendikal ilişkiler, bütün bu işçi kesimleri arasında bağ kurulmasına olanak tanımıyor. Bu bağın, tepeden, sendikalar arasında kurulmasını beklemek doğru değildir. İşyerlerinde ortak bir mücadelenin yaratılmasın hedefleyen işyeri komite ve konseyleri oluşturulmalıdır. Sendikalı, sendikasız ,sigortasız işçiler , kamu çalışanları ortak talepler etrafında işyeri komite ve konseylerinde biraraya getirilmelidir .Ancak bu örgütlülüğünün sadece işyeri sınırları içinde kalınarak süreklileştirilemeyeceği unutulmamalıdır.

Yeni bir örgütlenme stratejisinin en önemli unsurlarından birisi, kadın, genç, göçmen, azınlık ve ezilen halka mensup işçilerin özerk talepleri üzerine kurulu , sendikal organların yaratılmasıdır. Farklı sendikalar arasında ya da bir bölge örgütlenmesinde kadın işçiler, genç işçiler, göçmenler, azınlıklar ve ezilen halktan emekçileri kapsayan komitelerin oluşturulması gerekir.

Ülkemiz açısından bu saptarna, Kürt sorunu çerçevesinde Kürt işçilerden oluşturulan bir komisyonun kurulması ile sınırlı olarak anlaşılmarnalıdır. Kürt sorununun sendikal mücadele programına dahil edilmesi, halkların kardeşliği ve eşitlik temelindeki bir toplumsal barış talebinin, işçi sınıfı tarafından temel bir mücadele talebi olarak benimsenmesi olarak ele alınmalıdır. Şovenizmin emekçiler üzerindeki etkisi, sen dikal hareketin gerek genel gerekse gündelik mücadele düzlemlerinde ulusal eşitsizliğin ve savaşın yarattığı yıkıcı sonuçlar karşısında aktif bir tutum içinde olmasıyla sağlanabilir ; böyle bir sendikal stratejinin uygulanabilmesi ise ulusal eşitizliğin Üretimin örgütlenrnesi içinde oynadığı yıkıcı sonuçlara karşı gündelik bir mücadelenin yaratılabilmesiyle olanaklıdır.

Benzer bir tutum cinsel eşitsizlik sorunu karşısında da geliştirilrnelidir. Geleneksel sendikaların kadınları dışlayan örgütsel pratik ve kültürleri, sendika içindeki kadın çalışmasını ''ana ve çocuk sağlığı'' eğitimine indirgeyen yaklaşırnlarının yerini, kadının sendikal faaliyet içinde özgürleştiren bir yaklaşırn almalıdır. Dayak ve cinsel tacize karşı mücadele gibi ''kadın talepleri'', sendikal hareketin özsel talepleri olarak ele alınmalıdır. Böyle bir .yaklaşımın ancak gelneksel ideolojilerin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı aktif bir eğitim süreciyle aşılabileceği unutulmamalıdır.

Gerek bu tip örgütlenme biçimlerinin kalıcı ve başarılı olması gerek işsizler, emekliler, evde çalışanlar, informel sektör çalışanları gibi sınıf kesitlerinin örgütlenebilmesi gerekse de küçük esnaf, yoksul ev kadını ve diğer kent yoksullarınin mücadele içine çekilebilmeleri için, başta da söylediğimiz gibi, sendikal örgütlenrnenin işyeri sınırları dışında da gerçekleştirilmesi zorunludur. Bu noktada mahalli sendikal örgütlenmenin önemi karşımıza çıkmaktadır.

Yaşam çevresi ve işçi örgütlenmesi

"Toplumsal hareket sendikacılığı"nın ayırdedici yönlerinden biri olan; işçilerin sadece işyerlerinde değil, yaşam çevrelerinde de örgütlenmesi ilkesi; ayrca işçi sınıfı kitlesine dahil olmakla birlikte düzenli bir işi olmayan, informel sektörde çalışanların ve işsizlerin; ve genel olarak kent yoksulları kategorisinin mahalle esasına göre örgütlenmesi ilkesi gibi unsurlar, mahallede yapılacak sendikal çalışmaların ayrı bir önemle ele alınmasını zorunlu kılıyor.

İşyerleri ile sınırlı kalmayan bir örgütlenme anlayışı, sadece işyerlerinde örgütlenmesi zor olan işçilere oturduklan bölgede sınıf bilincini götürmek gibi pratik bir çözüm sağlamaz. İşçilerin sürekli olarak iş ve meslek değiştirdiği,yani çalışmakla işsiz kalmak arasında yüksek duvarlann olmadığı koşullarda işçi sınıfı mücadelesininin sürekliliğinin sağlanması ve eyleminin gücünün arttırılması bakımmdan da önemli bir olanak yaratır.

İşçilerin topyekün olarak örgütlenmesini, ömeğin işten çıkarmalar karşısında işe giren her yeni işçinin mücadele bilincini işyerine taşımasını; işyerindeki çatışmalarda gündeme gelen mücadele yöntemlerinin yerel mücadele yöntemleriyle desteklenmesi ve korunmasını; ulaşım, barınma, yerel hizmetler, eğitim vb. gibi, sendikal hareketin geleneksel talepleri arasında yer almayan taleplerin işyeri mücadelelerinin de konusu haline gelebilmesini sağlayan bir hareket ortaını yaratır.

"Toplumsal hareket sendikacılığı" örneklerinin yaşandığı ülkelerde, mahalli sendikal örgütlenmeler sayesinde, ortaya çıkan kadroların, sendika yöneticilerinin tutuklandığı koşullarda dahi hareketın sürekliliğini sağlayabildikleri görülmüştür. Mahalli sendikal ör gütlenmeler, işyerindeki grevle dayanışmak amacıyla bütün bir yaşamı durdumanın ''halk grevi'' gibi yeni yöntemlerin geliştirilmesine de olanak sağlamıştır.

Bu örnekler çoğaltılabilir; burada önemli olan, bu tip örgütlenmelerin, geleneksel yerel mücadelelerden de, geleneksel sendikal faaliyetten de farklı olduğunun kavranmasıdır. Mahalli sendikal örgütlenme, işçi çalışmasını temel alan, ama işyeri dışındaki yaşamdan kaynilianan sorunları da önüne koyan, diğer halk kesimlerinin taleplerini işçi çalışması ekseninde yeniden tanımlayan bir yaklaşıma sahiptir.

İşyeri ile yaşam çevresi arasındaki bu mücadele ortaklığı kuşkusuz eskiden de zorunlu bir ihtiyaçtı. Ancak bugün, bu ortak mücadele ilişkisinin çok daha dolaysiz biçimlerde kurulabilriıesi hem daha mümkündür hemde daha büyük bir ihtiyaçtır.

Yaşam çevresindeki örgütlenmenin somut aracı olarak ''işçi evleri'' projesinin hayata geçirilmesi yerel talepler için verilen mücadelelerin kabuk değiştirmesine hizmet edecektir .''İşçi evleri''; 1) yeni sanayi havzalarındaki işçileri işyerinde örgütlemenin giderek imkansızlaşması karşısında işçileri işyeri dışında örgütleyip işyerlerine örgütlü girmelerini sağlayacak; 2) yeni işçi kitlesinin büyük bir bölümü için işyerinin sürekli bir temel oluşturmaması karşısmda bu tip işçilerle ilişkide süreklilik temelini oluşturacak; 3) işsizlerin ve diğer kent yoksullarının örgütlenmesinde zemin olacak bir işlev üstlenebilir.

Bununla birlikte mahalli sendikal örgütlenmeyi sadece ''işçi evi'' formu altında tasarlamak gerekmez. Mahalli işçi komiteleri, konseyleri vb. gibi esas olarak işçi sınıfının öz savunma gücünü geliştiren meşru organlar da, yeni bir emek hareketinin ve bu çerçevede yeni bir sendikal hareketin yapı taşları olarak düşünülmelidir.

Mücadele Hedefleri ve Biçimleri

"Toplumsal hareket sendikacılığı"nın ayırdedici yönleriliden birinin, mücadele hedeflerinİn işçi sınıfının dar ekonomik talepleriyle sınırlı tutulmaması olduğunu söylemiştik. Ekonomik talepler, demokratik, sosyal ve siyasal taleplerle içiçe geçen bir tarzda savunulmaktadır. Başka bir deyişle, ''ekmek mücadelesi ile demokrasi mücadelesi'' birlikte yürütülmektedir.

Mücadele hedeflerilnin bütünselliği, yalnızca belli bir sendikal anlayışın doğurduğu sonuç değildir; bu bütünlüğün kurulması, nesnel bir gereklilik halini almıştır. Mevcut sendikal etkinlik, ''işyerlerinde toplü, sözleşme yapma'' pratiğine indirgenmiş durumdadır.Bu durum işçi sınıfını ve sendikal hareketi parçalayan, dolayısıyla işlevsizleştiren bir etki yaratmaktadır.

Ayrıca bugün en temel ekonomik talepler bile sermayenin ve devletin tehdidiyle sindiriliyor . Ekonomik hakların geliştirilebilmesi için siyasal- demokratik hakların ilerlemesi gerekiyor . ''Özerk'' bir ekonomik mücadele alanı tanımlamak imkansız hale gelmiştir .Bugün ekonomik mücadele taleplerinin bile, siyasal mücadeleye bağlı olarak yeniden tanımlanması gerekiyor.

Buradaki ''siyasi mücadele'', başta da belirttiğİmiz gibi, dar anlamda iktidar olma perspektifiyle sınırlı bir mücadele biçimi değil, sınıfın bir bütün olarak sermaye karşısında saflaştırılmasını, sermayenin iktidarını sınırlamaktan başlayan ve işçi sınıfının iktidarına kadar uzanan geniş bir mücadeleler dizisini ifade ediyor. Sendikal mücadele, bu mücadeleler sürecinin bir parçası, ama iktidar olmanın aracı değildir.

Bu yaklaşım ışığında, yeni bir sendikal mücadelenin hedefleri, sömürüyü sınırlama anlamında, özelleştirme, taşeronlaştırma, sigortasız.çalıştırma, esnek çalışma biçimleri, emek karşıtı ekonomik ve sosyal politikalar gibi uygulamalara karşı çıkma; sermaye iktidarını geriletme anlamında, ülkedeki demokrasi mücadelesinin temel taleplerini savunma; emekçi halk iktidarına yönelme anlamında, işçi sınıfının ve emekçi halkın yöneten olmasını öngören bir demokrasi anlayışının nüvelerini yaratma olarak özetlenebilir. Kuşkusuz bu yaklaşımın güncel gelişmelere bağlı olarak somutlaştırılması gerekir.

Mücadele biçimleri açısından ise çok düzeyli, yani işyeri, işkolu, ülke ve uluslararası düzeyinde toplu sözleşme hedefi gündeme getirilmeli; hak grevi, dayanışma grevi ve genel grev temel mücadele yöntemleri olarak benimsenmelidir. Bunun dışında, işçi sınıfının öz savunma gücünü kırmayı ve işçileri tek tek bireyler konumuna indirgemeyi hedefleyen onaya dayalı olan ya da olmayan (sermaye ve devlet şiddeti vb.) emek yönetimi tekniklerini dağıtacak eylem ve mücadele biçimleri de Üretilmelidir. Bu konuda işçi sınıfının mücadele tarihi zengin ömeklerle ve dene yimlerle doludur. Tarihte emek hareketinin baskı altına alındığı ve şiddet yönetmeleriyle etkisizleştirildiği tıkarıma dönemleri ancak güçlü direniş ve karşı şiddet biçimlerini içeren savunma taktikleriyle aşılabilmiştir. Bugün de bu geçerlidir; yeterki bu deneyimlerden yararlanılabilsin.

Uluslararası Sendikal Mücadele

Sendikal hareket, ''entemasyonal'' niteliklerini geliştirmeyi hedefleyen girişimlere karşın, tarihi boyunca esas olarak ulusal bir hareket olmuştur. Elbette işçi sınıfının uluslararası örgütleri olmuştur ve bunlar uluslararası işçi hareketinde belirleyici bir önem de kazanmıştır. Ama kapitalist ekonominin ulusal pazarlar temelinde gelişmiş olmasına da bağlı olarak, işçi Sınıfı hareketleri ulusal sınırlar içinde gelişmiş; uluslararası örgütlenme ise ya siyasal ya da sendikal ''dayanışma'' işleviyle sınırlı kalmış ya da uluslararası bloklaşmanın sendikal alandaki destekçiliğini üstlenmiştir.

Bugün içinde bulunduğumuz koşullar bu yönüyle farklılık taşıyor. Kuşkuşuz ''küreselleşme'' ulusal ekonomileri, sermayenin ulusal kimliğihi tümüyle ortadan kaldıran bir gelişme göstermiyor. ''Dünya pazarı'' için ''dünyada'' üretim yapan, yani üretimin çeşitli aşamalarım çeşitli ülkelerde gerçekleştiren ''çokuluslu şirketler'' bile, ''ulusal kimliklerihden'' tümüyle arınmış değil. Mali sermaye hareketleri açısından bu bağımlılık daha az olmakla birlikte, sermayenih ulusal tabiyetinih bir ''ultraemperyalizm'' ya da ''uluslarüstü kapitalizm'' doğuracak kadar gerilemediği görü- lüyor.

Bununla birlikte ''küreselleşme''nin, ulusal ekonomilerin ''bağırnsız'' niteliğini sınırlandırdığı, ''ulusal ekonomileri'' ''küresel üretim zinciri''nih parçası 01- maya zorladığı, ''ulusal ya da bölgesel pazarlar''ın ''küresel hiyerarşi'' içihde yeniden tanımladığı da açıktır.

Buradan hareketle .ulusal işçi hareketlerinin, ulusal sendikaların hareket alanı da daraliyor. Sermayenin dünya çapında alışkanlık kazanması, işçi sınıfının ulusal pazar temelihde ''pazarlık gücünü korumasını'' gittikçe zayıflatıyor. Sermaye üretimin çeşitli aşamalarını, hatta bazı sektör!erin tümünü, düşük maliyet esasına göre dünya çapında yeniden paylaştırıyor. Dolayısıyla bazı ülkelerde bazı sektörlerde işgücü azalırken dünyanın diğer ülkelerinde işçi sınıfı nicel olarak genişliyor.

Bu gelişme nesnel 'olarak dünyanın farklı ülkelerindeki işçi sınıflarının çıkarları ortaklaştırıyor. Ancak bu nesnel durumun bilince çıktığını söylemek mümkün değildir. Hakların daha gelişmiş olduğu ülkelerin sendikal hareketleri, bu hakları yitirmemek için kendi sanayedarlarıyla uzlaşma arayışına giriyorlar. Öte yandan sermayenin dünya ölçeğindeki rekabeti, bu rekabetten olumsuz etkilenen toplumsal sinıflar ve kesimler arasında milliyetçiliği teşvik eden bir işlev de görüyor. Böylece işçi sınıfı milliyetçi bir kuşatma altında tutuluyor.

Ancak ulusal temelde haklarin korunmasına yönelik bir yaklaşımın da sınıra dayandığı görülüyor, çünkü dünya çapında süren tekelci rekabet, seraye açısından hakların en aza indirgenmesini zorunlu kılıyor. Bu nedenle sermaye, hakların gelişkin olduğu ülkelerde bile, sınıf mücadelelerinin doğurduğu tarihsel kazanımları geri almak için yoğun çaba gösteriyor ve ulus devlet sınırları içinde kalınarak hakları korumak gıderek imkansız hale geliyor.

Son yıllarda işçi sınıfının uluslararası birliğinin nesnel olarak zorunlu hale gelmeye başladığı bilince çıkıyor. Bu bilinç değişimi şimdilik çok sınırlıdır; Avrupa 'da uluslararası toplu sözleşme, uluslararası işkolu örgütlenmeleri, ortak Avrupa grevi, çokuluslu şirketlerde iş konseyleri türünden girişimler olmakla birlikte bunların utku Avrupa Birliği'nindışma çıkamıyor. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, sendikal hareket ulusal sınırların dışında, ömeğin Latin Amerika'da görüldüğü gibi bölgesel çapta bir uluslararasılaşma eğilimi içindedir; bu eğilimin, gerçek anlamda uluslarası işçi harketine dönüştürülmesi için duyarlı olunmalı, çaba gösterilmelidir.

Geleneksel işçi kitlesi ve sendikalar

Türkiye sendikal hareketi, kamu çalışanlarını bir yana bırakırsak, üç konfederasyona bölünmüş durumdadır. tarihsel açıdan, bu üç konfederasyonun üç farklı sendikal anlayışa tekabül ettiği biliniyor. Ancak sendikal krizin geldiği boyut, konfederasyonlar arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Söylem ve politika düzeyinde farklılık olsa bile, örgüt yapısı ve örgütlenme'-mücadele stratejisi açısından farklılıklar gittikçe azalıyor.

Bunda üç konfederasyonun sendikal çizgilerinin rolü olduğu açıktır; ancak sadece yanlış sendikal siyaset çizgisine vurgu yapmak eksik bir yaklaşım olacaktır. çünkü sorun daha temeldedir; o da yeni işçi kitlesinin, uç konfederasyonun da ortak yanı olan örgüt yapısıyla ve örgütlenme anlayışıyla sendikalaşmasının mümkün olmamasıdır.

Özellikle 12 Eylül yasaları, işçilerin sendikalaşmasının önüne ciddi engeller dikmiştir. Örgütlenmeyi ''üye kazanmak'' ile sınırlayan anlayış bu yasalar karşısında etkisiz kalıyor. 12 Eylül sonrasında;, özellikle 1990'dan sonraki dönemde, hemen hemen bütün yeni örgütlenme girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Sermayenin örgütlülüğü, yeni sendikalaşma girişimirini baştan engelleme doğrultusunda yeniden yapılandınldı. Kamu sektöründeki özelleştirme ve taşeronlaştırma girişimleriyle birlikte ele alındığında, sermaye örgütlülüğünün bu yeni yapılanması, geleneksel sendikal örgütlenme tarzının duvara çarpması sonucunu doğurdu.

Türk-İş sendikalarının büyük birçoğunluğu bu durumu ciddi bir sorun olarak görmüyor; Kamu sektöründeki Türk-iş üyesi sendikalar, özelleştirme sonucu üyelerinin büyük bir bölümünü yitirecekleri biliyor; buna karşın ne özelleştirmeyi önlemeye ne de özelleştirmeye rağmen örgütlülüğü geliştirmeye yöneliyorlar. Taşeron işçilerinin örgütlenmesi için de ciddi hiç bir çaba gösterilmiyor.

Bu sorunu ciddiye alan sendikalar ise, örgütlülüğü yeni işçi kitlesi üzerinden geliştirmek için örgütsel bir yapı değişikliğini gündemlerine almış değildir. Bütün bunların sonucunda Türk-İş üyesi işkolu sendikaları nın nesnel durumu, varolanı korumaya dönük tutucu bir çizgiyi ifade ediyor. Türk-İş içerisinden yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına katkı sağlanması mümkünse de, Türk -İş 'in kendisi, artık çökmekte olan geleneksel sendikal tarzın tipik bir örneğini oluşturuyor; dolayısıyla Türk-İş, yeni bir sendikal hareket için kalkış noktası oluşturamaz. Türk-İş içerisinden yapılacak katkı ise, esas olarak yeni işçi kitlesine katılan katılma potansiyeli taşıyan iş kollarındaki işçiler ve sendikalar ile mücadele deneyimi ve birikimi olan kadrolardan gelebilir. Bu ise özelleştirme ve taşeronlaştırmanın, sendikal varlığı bütünüyle tehdit ettiği sendikalar için geçerlidir. Türk-İş bünyesindeki ilerici, devrimci ve demokrat kadrolar yeni bir emek hareketinin yaratılması hedefiyle somut bir eylem çizgisinde bütünleştirilmelidir.

Bununla birlikte, ''toplumsal hareket sendikacılığı''nın kimi çözümlerinin, ömeğin bölgesel temelde yatay örgütlenme, sendikal mücadelenin siyasallaştırılması, sendika yönetirnlerinin devrimcileştirilmesi, sendikal demokrasinin yerli yerine oturtulması gibi politikaların, Türk-İş tabanında da etkili olacağı, bu çabanın ise yeni bir sendikal hareketin yaratılması sürecinde hiç de küçümsenemeyecek katkı oluştuiucağı unutulmamalıdır. Bu nedenle, Türk-İş kitlesine yönelik, eğitim ve propoganda, işyerlerinde ortak mücadele örgütlülüğünün sağlanması, ''şubeler platformu'' gibi oluşumları gerçek bir bölgesel örgütlülüğe dönüştürme çabası, bu kesimde yürütülecek bir çalışmanın başlıkları olarak değerlendirilebilir.

Hak -İş, "İslami sendikacılık" anlayışını savunmaya devam ediyor. Kökenini, "hristiyan sendikacılık" geleneğinden alan bu yaklaşımın, işçi ile işverenin ortaklığına dayalı bir '' yeni korporatizm''i öne çıkarıyor. Yeni korporatizm, yani emek ile sermayenin çıkarlarının ortaklığı anlayışı; kendini en somut olarak . Hak-İş'in özelleştirmeye yaklaşımında ifade ediyor. Hak-İş, özelleştirmeyi işletmelerin sendikalara devredilmesi, dolayısıyla işletme temelinde ''emek-sermaye ortak yönetirni''nin gerçekleştirilmesi olarak değerlendiriyor. Hak-İş'in Et ve Balık Kurumu'nun özelleştirilmesine karşı yaklaşımı, Karabük Demir- Çelik Fabrikası 'nın özelleştrilmesi bunun en açık örneğidir. Dolasıyıyla Hak-İş 'in de yeni bir sendikal hareketin oluşumuna katkı sunamayacağı açıktır. Ancak yine bu, yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına ilişkin düşüncelerin, Hak-İş kitlesi içinde yayılması için çaba göstermek gerektiğini ortadan kaldırmaz.

DİSK, tarihsel mücadelesi ve ilkeleriyle Türkiye'de sınıf mücadelesine önemli katkılar yapmış, sınıf ve kitle sendikal anlayışın Türkiye işçi sınıfına taşımış olan bir örgüttür. 'Ancak bu olumıu özelliklerin 12 Eylül somasındaki süreçte ciddi bir erozyona uğradığı da bilinmektedir. Bunun nedenleri arasında DİSK yöneticilerinin bir bölümünün 12 Eylül yıllarında inanç yitimine uğramaları ve DİSK'in ve bağlı sendikaların maddi varlığının ''verimli'' olarak kullanılmaması sayılabilir. Kuşkusuz bunlar önemli nedenlerdir. Bununla birlikte, DİSK saflarında gündeme getirilen "çağdaş sendikacılık" tezleri de bir süre yeniden örgütlenmenin önünde engel oluşturdu. Özellikle son dönemde, DİSK'i ''işveren örgütleriyle ve düzen kurumlarıyla'' aynı potaya koyan sendikal siyaset çizgisi, DİSK'in ''bağımsız bir sınıf ve kitle örgütü'' olma niteliğini zedeledi.

Ancük bütün bunlar sonuç olarak öznel faktörlerdir; sorunu sadece bu öznel faktörlere indirgemek, örgütsel yapı ve mücadele tarzı değişikliği olmaksızın DİSK'in yönetimini ''sosyalistleştirmenin'' çözüm olacağını sanmak yanılgıdan ibarettir. Çünkü DİSK'in başarısız kalmasının temelinde nesnel faktörlerin önemli bir rolü vardır; bu nesnel faktörler, DİSK'in yeni bir işçi kuşağıyla karşı karşıya olması, buna karşın örgütlenmeyi eski tarzda, işkolu sendikacılığı aracılığıyla ve üye sayısını arttırmayı birinci hedef yaparak gerçekleştirmek istemesi, şeklinde özetlenebilir. Bu süreç sonucunda ''örgütlenebilen'' sendikalar, belediyelerde, bazı kamu işletmelerinde siyasi ilişkileri kullanarak; metal, turizm ve lastik işkolunda ''bağımsız sendikalar''ın katılımıyla; tekstil işkolunda ise bazı büyük işletmelerde oluşan Türk –İş’e yönelik tepkinin sağladığı olanaklarla örgütlenmede belirli bir gelişme sağlanabildi. Diğer bütün çabalar ise çoğunlukla sonuçsuz kaldı.

DİSK bugün, tıpkı Türk-İş ve Hak-İş gibi gerçek anlamda bir konfederasyon niteliği taşımıyor. 1980 öncesinde, sendikaların DİSK bütünlüğüna az çok benimsemeleri ve faaliyetlerini" DİSK 'inbir parçası olarak sürdürmelerine dayanan güçlü konfederal yapılanma bugün geçerli değildir. 1980 sonrası koşullarındaki ''bağımsız sendikacılık'' geleneği DİSK'te esas çizgi haline gelmiştir.

Geçmişte DİSK ' e bir bütünlük kazandıran sendikal organlar, başkanlar kurulu, genel temsilciler kurulu, özellikle bölge temsilcilikleri, bu süreçte işlevini ve önemini yitirdi. Bunun sonucunda DİSK işlevsiz ve güçsüz bir çatı örgütüne dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. İşkolu sendikalarının birbirinden bağımsız faaliyetleri ise, gittikçe onların yeni işçi örgütlemekten uzaklaşmalarına ve üyeleriyle sınırlı bir sendikal faaliyet yürütmelerine yol açtı.

Bütün bu gelişmeler sonucunda DİSK'in de geleneksel sendikal hareket içinde kaldığı, geleneksel sendikal hareketin zaaflarını taşıdığı söylenebilir. Bununla birlikte DİSK'in bugün karşı karşıya bulunduğu tehlike, yeni işçi kitlesini örgütlemeyi önüne koymadığı sürece, varolan örgütlülüğünün de güvencede olmamasıdır. Belki bir iki bağlı sendika kendini bu tehlikenin dışında görebilir ama DİSK'in büyük bir bölümü açısından bu tehlike mevcuttur. Dolayısıyla, DİSK'in bir yeniden yapılanmaya yönelik nesnel bir zorlama ile karşı karşıya olduğu görülüyor. Türkiye'de özel sektör işçilerinin çok büyük bir bölümü örgütsüzdür ve bu durum en başta DİSK'in bugünkü örgütlülüğünün önünde tehlike oluşturmaktadır. DİSK, yeniden yapılanmaya yönelik nesnel zorunluluğu bilince çıkarıp, buna uygun bir örgütlenme ve mücadele stratejisi geliştirebilirse, yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına katkı sunabilir. Bu başarılabildiği ölçüde, DİSK'e yeniden doğru bir sendikal önderliğin oturtulması ve DİSK'in olumlu mirasının bugüne taşınarak DİSK'in gerçekten ''devrimcileştirilmesi'' sağlanabilir. DİSK bunu yapamazsa, geleneksel sendikal hareketin çöküşüne ortak olmaktan başka bir sonuç doğmayacaktır.

Bu düşünce DİSK bünyesindeki işçiler, temsilciler, şubeler ve sendikalar arasında egemen hale getirilmeli ve bu doğrultuda adımlar atılması sağlanmalıdır. Bu çaba, diğer konfederasyonların kitlesine yönelik çabayla birlikte yürütülmelidir. Bunun somutlaşacağı biçim, bölgelerde, özellikle yeni sanayi havzalarında, kent merkezlerinde ücretli çalışmanın arttığı işkollarında, özellikle hizmet alanında ve işçi mahallelerinde ortak mücadele platfotmlarının yaratılması olmalıdır. DİSK'in Ankara yürüyüşü, buna uygun bir zeminin varolduğunu ve bu zeminin geliştirilmesini gerektiğini göstermiştir.

Sonuç olarak, Türkiye'deki mevcut konfederasyonların topu topu 1 milyon sendikalı üye üzerinde faliyet yürüttüğü ve esas olarak kendi üyelerine yüzünü dönen bir çalışma tarzına sahip oldukları görülüyor. Bu tarzın varacağı sonuç çöküşten başka birşey değildir. Konfederasyonlar bu yapılarıyla, sendikal krizin çözümüne zemin oluşturmaktan çok uzaktırlar. Bununla birlikte işçi sınıfı yapısındaki değişme, mevcut sendikal hareketin bir bölümü bakımından, yeniden yapılanma yönünde nesnel bir baskı oluşturuyor. Bu nesnellik kullanılabildiği ölçüde, geleneksel sendikal hareketten, yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına katkı gelmesi mümkündür. Aksi halde, topyekün bir çöküş ve yeni bir sendikal hareketin tümüyle yeni dinamikler üzerinde yükselmesi zorunluluğu kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu yeni dinamiklerden biri hiç kuşkusuz, 1980 sonrasında sendikal mücadeleye katılan kamu çalışanlarıdır. Ama kamu çalışanları sendikal hareketi de ciddi sorunlarla yüzyüzedir.

Kamu çalışanlarının sendikal mücadelesi

"Toplumsal hareket sendikacılığı" çerçevesinde kamu çalışanları hareketi özel bir önem taşıyor. Kamu çalışaları, devletle olan geleneksel bağlarını kırarak içine girdikleri sınıfsal mücadelede yeni bir sınıf hareketi için önemli bir dinamik olduklarını kanıtladılar.

Bu dinamiğin ortaya çıkmasının temelinde, kamu emekçilerinin ''memur'' olma özelliklerınden sıyrılarak, ''işçileşme süreci'' içine girmeleri yatıyor. Devletin ekonomideki ve sosyal yaşamdaki rolünün değişmesi, ''ekonomik ve sosyal'' görevlerin piyasaya terkedilmesi biçiminde ortaya çıktı. Bunun bir biçimini özelleştirme oluştururken, diğer biçmi kamu hizmetlerinin metalaştırılması olarak gerçekleşti. Her ikisi de, devletin kamu çalışanlarıyla olan ilişkisinde radikal bir değişikliği beraberinde getirdi. Devlet ile kamu çalışanları arasındaki ilişkinin emek sermaye ilişkisi biçimini kazanması, kamu çalışanlarını işçi sınıfının organik bir parçası olmaya yönelten süreci başlattı.

Bu süreç, fiili, meşru ve demokratik bir sendikal önderlik çizgisiyle bütünleşerek gelişti; bugüne gelmesinde de bu önderlik çizgisi etkili oldu. Bu mücadele sürecinin ayırdedici yönlerinden biri, kamu çalışanlarının işçi sınıfının bir parçası olduğu bilincinin eksik de olsa açığa çıkmasıdır, ''İşçiler ve kamu çalışanlarının birlikte örgütlenmesi'', ''ortak sendikal haklar yasası'' gibi talepler , ''memur'' zihniyetinin kırılmasına katkı sunduğu gibi, işçi sınıfı hareketi açısından da yenileyici bir dinamik oldu.

Kamu çalışanları, örgütlenme alanında, işkolu sendikaları ayrımını aşan, topyekün ve kollektif bir tarzı da pratiğe geçirdiler; özellikle mücadelenin ilk döneminde ''şubeler platformu'', KÇSP (Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu) gibi oluşumlar, kollektif bir tavrın örneklerini oluşturdu. Mücadele hedefleri ve eylem biçimleri açısından da kamu çalışanlarının sendikal mücadelesi olumlu özellikler taşıyor. Hareket, ekonomik talepler ile demokratik ve siyasal talepler arasında tutarlı bir bütünlük oluşturulabildi. Özellikle Ankara eylemleri sınıf mücadelesine önemli bir katkı olarak tarihe geçti.

Ancak 8 yıllık mücadele sonunda, bugün bu dinamizmin zayıfladığı görülüyor. Bunun çok çeşitli nedenleri sıralanabilir: Kamu çalışanları sendikalarının üst örgütlenmesinin, yani KESK 'in yaratılması sürecinde ''sınıf-siyaset'' ilişkisinin yanlış kurulması ve bunun sonucunda kitle dinamiğinin devre dışı kalması; üst örgütlenmede, kamu çalışanlarının çok yönlü ihtiyaçlarına yanıt vermeyen geleneksel hiyerarşik örgüt yapısının model alınması; kamu çalışanlarını işçi sınıfının organik bir parçası olarak örgütlemeyi öngören ''çalışanların birliği'' projesinin kesintiye uğratılması vb. Bu nedenler tek tek değerlendirilebilir ve tartışılabilir; bugün önemli olan, kamu çalışanları mücadelesinin taşıdığı olumlu özellikleri tümüyle yok olmadan, yeni bir mücadele dönemini başlatabilmektir. Özellikle kamu çalışanları hareketini sonuç olarak bir ''memur organizasyonu''na kitlemeyi öngören yasal düzenleme tehlikesi karşısında bu daha da zorunlu hale gelmektedir.

Kamu çalışanları hareketinin, yeni bir sendikal hareketin temel taşıyıcıları arasında yerini alabilmesi için öncelikle sınıfın bütünsel örgütlenmesi ilkesine uygun yeni bir hamlenin başlatılması zorunludur. Bu noktada ''ortak çalışanlar yasası'' talebinin altında yatan ''birlikte örgütlenme, birlikte mücadele'' programına uygun bir perspektif yeniden devreye sokulmalıdır.

Bu zorunluluk, kamu çalışanlarının mücadelesinde yeni bir ''sorun alanı''nın devreye girmesiyle de yakından ilintilidir. Kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesinİn ilk evresinde bütün kamu çalışanlarını birbirine bağlayan, ''kamu çalışanlarının grevli ve toplu sözleşmeli sendikalaşma hakkı'' talebi, bugün en azından kimi sektörler açısından başka bir sorun tarafından ikinci plana itilmiştir. Özellile özleştirme tehditi altında olan enerji, haberleşme, sağlık gibi sektörlerde; ayrıca demiryolları, maden, eğitim yerel yönetimler gibi sektörlerde de taşeronlaştırma ve sözleşmeli personel yoluyla sınıf içi farklılaşma derinleştiriliyor. Bu sektörlerde, sınıfsal bütnlük sağlanmadan sadece kamu çalışanlarının grev ve toplu sözleşme hakkına sahip olmaları mümkün görünmüyor. Bu haklar kazanılsa bile tek başına kamu çalışanlarının bu hakları kullanabilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle temel hedef çalışanların ortak örgütlenmesi olmalıdır; bunun için ''ortak mücadele platformları '' türünden işyeri örgütlülüklerinin yaratılması hem kamu çalışanlarının zayıflayan dinamizmlerinin yeniden ayağa kaldırılması hem de yeni bir sendikal hareketin yapı taşlarının yaratılması bakımından öncelikli bir görev haline gelmiştir. Ayrıca bu girişim, ''toplumsal hareket sendikacılığı''nın ete kemiğe bürünmesi açısından da katkı sunacaktır.

Kamu çalışanlarının işçi sınıfının organik bir parçası olarak yeniden örgütlenmesi için, geleneksel sendikal hareketten örnek alınarak oluşturulan dikey örgüt yapısı yani bugünkü KESK yapısı, yatay örgütsel mekanizmalarla (bölge meclisi, bölge yürütme kurulu vb.) geliştirilmelidir .Bu noktada KESK'in bugünkü yapısma ve sendikal siyaset çizgisine muhalif unsurların, mevcut tıkanıklığın süreklileşmesi karşısmda fiili il meclisleri türünden birleştirici araçlar yaratabilmeleri, yeni bir örgüt yapısının oluşturulabilmesi ve kamu çalışanlarının yeni bir sendikal hareketin kurucu dinamiği haline gelmesini sağlayabilecektir.

Kamu çalışanları sendikal hareketi açısından bir başka önem taşıyan nokta, özellikle eğitim, sağlık ve belediye hizmetleri gibi kamu hizmetleri alanında ''hizmeti üreten ile hizmeti alan'', yani kamu çalışanları ile halkın ortak mücadelesini yaratmayı amaçlayan faaliyetlere girişebilmektir. Kamu hizmeti, üretici ile tüketicinin dolaysız olarak karşıya karşıya gelmesini sağlıyor. Özelleştirme ve kamu hizmetlerinin metalaştırılması, bu ilişkinin toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi için kullanılabilmesine olanak tanıyor. Bu nedenle, yüzünü sadece çalışanlara değil, halka dönen bir çalışma biçimi, yani hizmeti üretenle hizmeti alanın birleşebileceği bir muhalefet çizgisi, kamu çalışanlarının sahip olduğu mücadele potansiyelinin etkili bir halk muhalefetinin yaratılmasına katkı yapmasını kolaylaştıracaktır.

Sonuç

İşçi sınıfının yapısındaki hızlı değişim, mutlaka buna uygun yeni örgütsel biçimleri üretecektir. Geleneksel sendikal yapıların işlevsizleştiği bu ortamda, eğer bu ihtiyaç yeni bir sendikal hareket ile giderilmezse, boşluk daha uzlaşmacı sendikal anlayışlarca ve dinci, milliyetçi ideolojilerce doldurulacaktır. Bu noktada ''toplumsal hareket sendikacılığı'' anlayışı, yeni bir sendikal hareketin yaratılması için başlangıç zeminini oluşturmaktadır.

İşçi sınıfının ortak ve militan mücadele tarihinin yarattığı komite ve konseyleri deneyiminin ''toplumsal hareket sendikacılığı'' çerçevesinde yeniden tanımlanması zorunludur. Bugünkü koşullarda ''komite ve konseyler''in sadece işyeri temelinde tanımlanması eksik bir yaklaşım olacaktır. Kuşkusuz işyerinde oluşacak komite ve: konseyler, yeni bir sendikal hareketin ve gerçek bir işçi demokrasisinin temel yapı taşları olmaya devam edecektir. Bununla birlikte yeni örgütlenme biçimlerine paralel olarak komite ve konseyler kavramının bölge ve mahalleyi de kapsayan bir temelde yeniden tanımlanması gerektiği de açıktır.

Yeni bir sendikal hareketin yaratılması, sendikal hareketin sadece bir parçasını oluşturduğu yeni bir emek hareketinin güçlü dinamiklerinden birisini oluşturmaktadır. Emekçi, ezilen kitlelerin bugünkü sömürü ve egemenlik sistemine karşı, gündelik mücadele düzlemlerini bile toplumsal muhalefet karakteriyle örgütlenmek dışında bir seçenekleri yoktur. Çünkü bugün toplumsal muhalefet karakteriyle örgütlenmeyen gündelik mücadeleler, sınıfın en basit öz savunma ihtiyaçlarını bile karşılayabilmekten uzaktır. Sendikal hareketin, bir toplumsal muhalefet bilinciyle yeniden yaratılması ise işçi sınıfını tüm emekçilerin kitlesel, bütünsel ve bağımsız çıkarları etrafında örgütlemeyi öngören; kurumsallamış ve resmileşmiş mücadele alan ve araçlarını aşan; işçilerin aktif bir politik özne haline gelmesinin asgari koşullarını yaygınlaştıran bir yaklaşımın benimsenmesiyle mümkündür.

Kaynak: www.sendika.org