Kasım 2003 / November 2003
Yeni Proleterleşme Dalgası
Değişim sürecinin işçi sınıfı saflarında yarattığı son nuçların, geleneksel sendikal hareket içinde kalınarak çözülemeyeceği giderek daha da belirginleşiyor. Sendikal harekette yeniden yapılanma, bir başka deyişle yeni bir sendikal hareketin yaratılması ihtiyacı bugün bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor. Yeni bir sendikal hareket ihtiyacının dayandığı temel, işçi sınıfı saflarında yaşanan değişimdir .Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleşme dalgası yeni bir işçi kitlesi yaratıyor; bu yeni işçi kitlesi de yeni bir emek hareketine ve sendikal harekete ihtiyaç duyuyor.
Geleneksel işçi sınıfı, yeni işçi kitlesi
Modem proletaryanın oluşumunda tarihsel olarak 18. yüzyılın sonlarında yaşanan sanayi devrimi belirleyici bir rol oynadı. Sanayi devrimi ile birlikte, manüfaktür üretimi büyük fabrika sistemine dönüştü;bu üretim sistemi, kitlesel üretim ve ayrıntılı işbölümü temelinde standart (vasıfsız) işçi tipini tarih sahnesine çıkardı. Kırdan koparılan kitlelerin mülksüzleştirilerek bu sistem içerisine dahil edilmeleri, sınıf mücadelesinin yükselmesine de zemin oluşturdu; mülksüz kitlelerin, toplumun diğer kesimlerinden farklılaşmış bağımsız çıkarları etrafında mücadeleye girişmeleri modern proletaryanın doğumunu müjdeledi.
20. yüzyıl tarihi boyunca gelişen işçi hareketlerinin, sendikaların ve siyasal örgütlerin dayandığı temel de bu işçi kitlesi; yani büyük ölçekli işyerlerinde düzenli biçimde istihdam edilen vasıfsız işçi kitlesi oldu. Bu işçi sınıfı yapısı, bugüne kadar varlığmı koruyan kitle sendikalarının temel dayanağını oluşturdu.
Elektriğin temel enerji kaynağı haline gelmesiyle sıçrama kazanan bu üretim sistemi Fordist üretim biçimi (bant sistemi) ve Taylorist (fabrika içi ayrıntılı işbölümü) ,emek yönetimi teknikleriyle dünya çapında egemenlik kazandı. Bu sistem 1970'lere kadar egemenliğini korudu.
1970'ler kapitalizmin tarihindeki son krizin başlangıç yıllarıdır. Bu kriz, yukarda genel hatlarını özetlediğimiz yeni sermaye stratejisini gündeme getirdi.Yeni sermaye stratejisi, işçi sınıfının yapısında köklü değişikliklere yol açıyor; işçi sınıfının geleneksel yapısını/bileşimini çözen, ama önemli ölçüde yeni özellikler taşıyan yeni bir işçi kitlesini tarih sahnesine çıkaran bir işlev görüyor.
''Büyük ölçekli işyeri; düzenli istihdam'' temeline dayalı eski işçi kitlesinin nicel olarak zayıflaması, burjuva ideolojisi tarafından, ''elveda proletarya'' sloganıyla özetlenen bir bakış açısıyla değerlendiriliyor. Öte yandan bu gelişme, sımfa dayalı bütün düşüncelerin ve örgütlenme biçimlerinin sona erdiği şeklindeki yanlış düşünceye de temel oluşturuyor.
Oysa karşı karşıya olduğumuz olgu işçi smıfımn ortadan kalkması değil, eskisinden daha yaygın ve bütün dünya ülkelerini kapsayacak biçimde yeniden şekillenmesidir. Ne teknolojideki gelişmeler ne de diğer olgular işçi sınıfının varlığını ortadan kaldır- maktadır. Bazı işletmelerde emekten tasarruf eden teknolojilerin devreye girmesi genel işçileşme sürecini engelleyici bir unsur değildir. Aksine teknolojik gelişmeler işsizliğe yol açsa da toplam olarak çalışan işçi kitlesinin nicel büyüklüğünde ciddi bir sıçrama yaşandığı görülüyor. Emperyalist merkez ülkelerde ekonomideki durgunluğa, bazı sektörlerin ve yatırımların başka ülkelere kayması ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak işsizlik ve istihdamda hizmet sektörünün payı artarken, bağımlı ülkelerde imalat ve hizmet sektörlerinde çalışan işçi kitleleri sayıca büyüyor.
Bu yeni bir proleterleştirme sürecidir ve eski proleterleştirme süreçlerinde olduğu gibi kırdan ve küçük üretimden koparılan kitlelerin mülksüzleştirilmesine dayanmaktadır. İç ve dış göçlerle kentlere yığılan kitlelerin ücretli olarak çalıştırılmaları, kentlerdeki küçük burjuvazinin bir bölumünün tasfiye edilerek işçileştirilmeleri gibi olgular, yeni proleterleştirme dalgasının eski proleterleştirme dönemleriyle ortak yönünü oluşturmaktadır.
Ancak bu kez mülksüz kitlelerin işçi olarak istihdamı eskisi gibi ''büyük fabrika, kitle üretimi, düzenli istihdam'' temelinde değil, küçük ve orta ölçekli işletmelerde, yeni sektörlerde, özellikle hizmetler alanında ve düzensiz temelde gerçekleşmektedir. Bunlarla birlikte yapısal işsizliğin ve işsiz kitlesinin varlığı da yeni proleterleştirme dalgasının ayırdedici tarafıdır. Yeni proleterleştirme dalgası, işçisi/işsiziyle çok katmanlı, parçalı, heterojen bir yeni işçi kitlesini tarih sahnesine çıkarmaktadır .
Yeni işçi kitlesinin özellikleri
Çalışma biçimleri açısından bakıldığmda, düzenli bir çalışma sisteminin yanısıra, part-time, geçici, mevsimlik çalışma, evde çalışma, uzaktan çalışma gibi yeni düzensiz çalışma biçimlerinin hızla arttığı gözleniyor .Özellikle part-time (kısmi zamanlı) çalışanların toplam işgücü içindeki payları gittikçe artıyor. Buna karşılık, bizim gibi ülkelerde, taşeronlaştırma yoluyla geçici, sözleşmeli veya mevsimlik iş- çilikte önemli bir artış gözleniyor. Yine tekstil, kimya, gıda gibi emek yoğun sektörlerde ''evde çalışma'' sistemi önemli bir gelişme kaydediyor.
Bu yeni çalışma biçimleri özellikle kadın, çocuk, göçmen, azınlık ve ulusal eşitsizliğe maruz kalan emekçilerin üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırıyor .Çünkü kadınların, çocukların, göçmenlerin ve ulusal eşitsizliğe maruz kalan ( ezilen halk) emekçile- rin,'(önneğin Avrupa'da Türklerin, ABD'de Meksikalıların ya da Türkiye'de Kürtlerin) daha düzensiz bir biçimde ve daha düşük ücretlerle çalıştırılmaları kolay görülüyor.
Devletin ekonomideki rolününün değişmesine bağlı olarak kamu çalışanlarının büyük bir bölümü de bu yeni işçi kitlesine dahil oluyorlar. Ayrıca kentlerin yoksul kenar mahallelerinde yoğunlaşan, kısa süreli işlerde çalışan yarı işçi-yarı işsiz kitleler ve informel sektör çalışanları da yeni işçi kitlesi içinde giderek daha fazla önem kazanıyorlar.
İşletme yapıları ve sektörel dağılım açısından bakıldığında, yeni işçi kitlesinin yeni sanayi bölgelerinde; hizmetler alanındaki işkollarında; ana işletmelerden çok, ana işletmelere üretim yapan yan sanayilerde yoğunlaştığı görülüyor. Yeni sanayi bölgelerindeki üretim birimleri, farklı işkollarında yeralan ama emek yönetimi açısından ortak politikalara sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşuyor. Hizmetler alanındaki gelişme ise turizm, büro-ticaret, ulaştırma, haberleşme, banka-finans, sağlık, eğitim, enerji ve yerel hizmetler gibi işkollarında somut olarak yaşanıyor.
İşçi hakları açısından bakıldığında, yeni işçi kitlesinin esnek çalışma sistemine bağlı hale getirildiği görülüyor. Esnek çalışma, işçiler arasında ücret farklılığı, sendikasız, hatta sigortasız çalışma, düzensiz çalışma saatleri, düzensiz vardiya sistemi, yoğun işçi sirkülasyonu,yani işten atılmalar gibiolgularla ortaya çıkıyor.
Bütün bunların sonucu olarak, işyerine bağımlılığı zayıf, sınıfsal bağları gevşek, dağınık ve düzensiz, çok katmanlı (heterojen) ve çoğunlukla genç yeni bir işçi kitlesiyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu yeni işçi kitlesini ağır sömürü koşullarında çalıştırmak temel bir sermaye stratejisi olarak dünyanın dört bir yanında hüküm sürüyor. Türkiye'de yeni işçi kitlesinin oldukça önemli bir sayıya ulaştığı, hat- ta işçi sınıfının ana gövdesini oluşturduğu da gerçektir.
Nitelikli işgücü
Bu çerçevede,nitelikli jşgücünün, yani büyük ölçüde kafa emeğini kullanan, eğitim düzeyi yüksek ve genel olarak çekirdek işgücü içinde yer alan işçilerin nasıl değerlendirilmesi gerektiği sorulabilir. Burada aslında bir yandan da bilginin metalaşmasına bağlı olarak, kafa emekçilerinin proleterleştirildiği bir süreçle karşı karşıyayız.
Mühendis, mimar ve hekim örneklerinden yola çıkılırsa, bu meslek gruplarının ücretli istihdamında eskisinden farklı bir emek-sermaye ilişkisinin geliştiği görülecektir. Özellikle hekimlerin, sağlık hizmetlerinin metalaştırılmasına (özel hastaneler vb.) paralel olarak ücretli istihdamı artıyor, mühendis emeği ise üretim sürecinde karar mekanizmasındaki merkezi konumunu giderek yitiriyor; bu anlamda ''vasıfsızlaşıyor''. Yeni teknolojiler üretim sürecinde dikey ayrışmayı, bir başka deyişle derinlemesine işbölümünü zayıflatırken, üretimde kafa ve kol emeğinin daha çok içiçe geçmesine yol açıyor. Bu ise, eskiden üretimdeki karar süıeçlerinde merkezi bir role sahip olan ücretli mühendislerin karar sürecinin dışına itilmesini ve doğrudan üretimin içinde yer almasını doğuruyor. Bu 'vasıfsızlaşma'', yüksek teknolojiye uyum sağlayamama ya da eğitimsiz olma değil, üretim sürecinin bütününe müdahale edememe anlamına geliyor. Karar mekanizması ise yeni teknolojilerin bilgiyi denetleme imkan sağlaması nedeniyle doğrudan doğruya sermayedarın kendisine geçiyor.
Gerek kafa emeğinin gerekse çekirdek işgücü içinde yer alan kol emeğinin, göreli olarak daha iyi koşullarda ( daha yüksek ücret, daha iyi çalışma koşulları vb.) istihdam edildiği de biliniyor. Ama yeni emek yönetim teknikleriyle işverenin karı için tüm yeteneklerini seferber etmeye yöneltilen çekirdek işgücü de, bu biçimde aslında eskisinden daha yoğun bir sömürüye tabi tutuluyor.
Ancak işçi sınıfı içindeki farklılaşma ve bunun yol açtığı ''çıkar farklılığı'', bu durumun bilince çıkmasının önünde engel oluşturuyor. Çekirdek işgücünden tümüyle farklı koşullarda çalıştırılan, daha ağır çalışma şartlarına sahip çevre işgücünün varlığı, çekirdek işgücü içinde yer alan işçilerin kendi durumlarını muhafaza etmeye yönelik bir zemin oluşturuyor. Yeni bir işçi aristokrasisi görüntüsü oluşturan bu durum, kuşkusuz, bu işçi kitlesinin sınıf olma özelliğini yitirdiği anlamına gelmez. Olsa olsa geçici bir ''mutlu, fakat işsizlerin oluşturduğu tehdit nedeniyle tedirgin azınlık'' konumu kazandıklarını gösterir.
Burada işletmeye bağımlılık ve daha yüksek çalışma standartları, diğer işçi sınıfı katmanlarından uzaklaşma gibi eğilimler , yeni bir emek hareketinin yaratılmasının önünde somut engeller oluştursa da bu engeller aşılmaz değildir .Bu kesime yönelik sınıfın birliğini öne çıkaran sürekli bir ideolojik kampanya, burjuva ideolojisi tarafından sınıfın çeşitli katmanları arasına örülen duvarları parçalamaya hizmet edecektir.
Bununla birlikte çekirdek işgücünün yeni bir emek hareketinin gerçek bir parçası haline getirilebilmesi, örgütsüz ve dağınık çevre işgücünü, yeni bir emek hareketinin oluşumunda ana gövde yapabilmeye bağlıdır .Bu ise yeni işçi kitlesinin, sınıf mücadelesinde kazanacağı mevzilerin korunması ve güçlendirilmesiyle olanaklıdır.
Sermaye şiddeti ve yeni işçi kitlesi
Yeni işçi kitlelerinin kendi aralarındaki bağlar, kapitalizm karşısında aynı sömürü koşullarına tabi kılınmalarıyla kuruluyor. Benzer sömürü koşulları potansiyel olarak bir sınıfsal birlik imkanı yaratıyor, ancak bu olanak kendiliğinden biçimde ortaya çı- kamıyor .Yeni işçi kitlesini, sanayi devriminin proletaryasından farklı kılan ögelerden biri budur . Ancak bu durum bilinçli bir eylem çizgisi tarafından aşılabilir pratik bir zorluktur.
Sınıf kimliği sınıf mücadelesi içinde kazanılan bir özelliktir. Bir toplumsal kesimin sınıf özelliğini kazanması kategorik değil, tarihsel bir oluşumdur. Sınıflaşmanın dayandığı temel, üretim içindeki konum olmakla birlikte bunun somut bir biçim kazandığı yer sınıf mücadelesidir .Sınıf mücadelesinin herhangi bir düzeyi ise siyasetten bağımsız değildir , tersine geniş anlamda siyasetin kendisidir .Dolayısıyla temel sorunlardan biri, yeni işçi kitlesinin sınıflaşma sürecini inceleyerek, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına dayattığı bireyselleşmeyi aşan kollektif bir sınıf kimliğinin yaratılabileceği mücadele ve örgütlenme biçimlerini saptamaktır.
Sorunun çözümü için öncelikle, yeni işçi kitlesini doğuran proleterleştirme sürecinin ana özelliklerini incelemek gereklidir.
Tarihteki her proleterleştirme döneminde olduğu gibi, bu yeni dönemde de proleterleştirme, işçi sınıfının geleneksel mevzilerini dağıtan bir sermaye şiddetinin açtığı yolda ilerliyor .Burada devletin egemen smıfların baskı ve zor aygıtı olma niteliği bütün çıplaklığıyla öne çıkıyor. Devlet, ''sosyal'' örtülerinden sıyrılarak, bu öz niteliğini oluşturan çıplak bir şiddeti, emekçi sınıflar ve ezilenler üzerinde uyguluyor.
Sanayi Devrimi 'ndeki proleterleştirme, tarlaların ''çitlenmesi'', yani meraların köylülere kapatılması yoluyla kırın insansızlaştırılması, müksüzleşen köylülerin sanayi kentlerine göçü ve fabrikalarda, madenlerde insanlık dışı koşullarda çalıştırılmaları biçiminde gerçekleşmişti. O dönemde siyasal baskı mekanizması ve sermayenin doğrudan şiddetinin genel hedefleri, ücretler ve çalışma koşullarının bu koşullara göre şekillendirilmesiydi.
İçinde bulunduğumuz dönemdeki şiddetin en genel hedefi ise, işçi sınıfının bütün kollektif örgütlülüklerinin dağıtılması, tüm öz savunma direncinin kırılması, yani örgütsüzleştirme, depolitizasyon, bireyselleştirme ve her türlü başkaldırının fiilen ezilmesidir .Sermaye ve devlet bu genel hedeflerine ulaşmak üzere iki temel yol izlemektedir .Bunlardan birincisi sermayenin işçi direnişlerine karşı, kendi örgütlenme özelliklerinin de bir yansıması olarak ortaya çıkan, mafya tarzı doğrudan şiddete yaygın biçimde başvurmasıdır .İkinci yol, 1990'larda yaygınlaşan ''terörizm tehditi'' kavramının giderek isyankar işçi direnişlerini de kapsar biçimde kullanılmasıdır .Kısacası, gerek sermayenin mafya tarzı doğrudan şiddeti, gerekse rejimin niteliğini belirleyen örgütlü siyasal şiddeti, üretimin yeni bir temelde örgütlenmesinin kurucu unsurlarından birisi halini almıştır.
Bu olgu, belirli sanayi ve hizmet kollarında yeni bir vahşi kapitalizm (mafyalaşma, üretiminin her aşamasının zor ve baskıya dayandırılması vb.) olarak yaşanırken, sendikal hakların görece daha iyi olduğu ülkelerde ve/veya işkollarında saldırgan ideolojik kampanyalarla gerçekleşiyor. Her iki durumda da işçi sınıfına yönelik fiziksel-politik şiddet biçimleri, ideolojik-politik şiddetle içiçe gelişmektedir. Ve her iki durumda da yeni işçi kitleleri bu saldırgan siyasetin başlıca hedefi durumundadırlar. Sendikasız işçilerin direnişi ''terörle mücadele'' kapsamına kolaylıkla sokulabilmekte, diğer yandan, geleneksel işçi tipi kadar bile saygı görmeyen bu kesimler her türlü toplumsal aşağılama ve ayrımcılığın hedefi haline gelmektedirler.
Sendikal haklara yönelik sermaye yaklaşımının en açık örneği, Dünya Bankası 'nın ''Bütünleşen Dünyada İşçiler'' başlığını taşıyan raporunda belirtilmektedir. Bu Rapor'da sendikalar, 'işgücü piyasasında tekeller'' olarak gösterilirken, sendikalara önerilen tek politika,işletme stratejileriyle bütünleşmeleri, yani işletme/işyeri sendikaları haline gelmeleridir.
Emeğe yönelik bu ideolojik, politik ve fiziksel şiddet dalgası, emek hareketini tümüyle tasfiye etmeyi, bunun için de emeğin öz savunma eylemini ve bunun bütün temel örgütlenme biçimlerini yok etmeyi ya da etkisizleştirmeyi amaçlıyor.
Yeni işçi kitlesi ise tam da bu şiddet dalgasının içınde ortaya çıkıyor. Sermayenin çok yönlü stratejisınin bir sonucu olarak işçi sınıfının yapısında/bileşiminde parçalanma yaygınlaşıyor. Yeni istihdam odakları, örneğin organize sanayi bölgeleri; tekstil, gıda, kimya gibi uluslararası işbölümünden kaynaklanan yükselen imalat işkolları; turizm, ulaştırma, sağlık, büro-ticaret gibi hizmet sektörünün alt kolları egemen hale geliyor. Fason üretim, evde çalışma, taşeron işçiliği, geçici-mevsimlik ya da sözleşmeli çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaşırken, kamu çalışanları işçi sınıfının organik bir parçası haline geliyor; kadın ve çocuk emeğinin yaygın sömürüsü genelleşiyor.
Özetlersek; ''yeni proleterleştirme dalgası'' birkaç yöntemle yeni işçi kitleleri yaratıyor. Birincisi, işletme içi taşeronlaştırma gibi yöntemlerle işyerindeki sınıf içi farklılaşmaları ve farklı çalışma biçimleri arasındaki ayrılığı derinleştirme yöntemidir. Bunun en tipik ömeğini kamu işletmelerinde ve özel sektöre ait imalat sanayi işyerlerinde görebilmek mümkündür. Örneğin, enerji üretimi ve dağıtımı hizmetinin neredeyse her aşaması taşeron firmalar tarafından yapılıyor. Taşeron firmaların işçileri, sendikasız ve çoğunlukla sigortasız çalıştırılıyor.
İkincisi, kapitalizmin ''stoksuz üretim'', ''yalın üretim'' gibi ihtiyaçlarını tatmin etmek amacıyla, bazı üretim birimlerinin işletmenin dışına çıkarılması, ana ve yan sanayi ayrımlarmm pekiştirilmesi yöntemidir .Bunun en açık örneğini otomobil fabrikalarında görüyoruz. Otomotiv sektörü, ana fabrika ve ana fabrikaya üretim yapan yan işletmeler olarak örgütlenmiş durumdadır ve yan sanayi işçileri düşük haklarla çalıştırılmaktadır.
Üçüncüsü, hizmet sektörünün genişlemesidir . Turizm, ulaştırma/nakliye, büro-ticaret, banka-finans, haberleşme iletişim gibi hizmet faaliyetlerinin önemi ve bu faaliyetlerde istihdam edilen işçilerin sayısı hızla artıyor.
Dördüncüsü, işsiz, yarı işsiz ve informel sektör çalışanlarmm dünya çapında genişlemesidir.
Sonuçta işçi sınıfı gerek işletme ölçeğinde gerekse ülke ve dünya düzleminde parça parça bölünerek yeni işçi kitleleri yaratılmakta, bu yeni işçi kitleleri daha vahşi ve ağır sömürü koşullarına maruz bırakılmaktadır .Bütün bu süreç dünya çapında yeni bir işbölümüyle birlikte gelişiyor ve özellikle bağımlı ülkelerde yeni işçi kitlesinin çoğal- masına yol açıyor.
Yeni işçi kitlesinin maruz kaldığı ağır sömürü koşulları, görünüşte, hala düzenli istihdam biçimlerini koruyan büyük fabrika işçilerini etkilemiyor gibi görünebilir. Ancak kısa vadede sermayenin işçi kesimleri arasında yarattığı bu ''çıkar çelişkisi'' sadece görünüşte ve geçicidir.
Bunun nedenleri şöyle özetlenebilir:
Birincisi, yeni işçi kitlesinin maruz kaldığı ağır sömürü, hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacak olan büyük fabrika işçilerinin çalışma ve yaşama koşullarını da ağırlaştırıyor. İkincisi, emperyalizmle bütünleşmenin derinleştiği işkollarındaki yeni tip büyük özel işyerlerinde, eskisinden çok daha farklı çalışma ve sömürü koşulları egemen kılınıyor. Bu yeni tür işçi kuşağı, hem eski sanayi işçilerinden hem de informel sektör işçilerinden farklıdır. Birkaç kuşaktır işçi olan, eğitim, toplumsal duyarlılık ve politikleşme düzeyi yüksek olan bu genç işçiler, ortak bir mücadele çerçevesi içinde düzensiz işçilerle birleşmeye yatkın oldukları gibi, sınıf hareketinin bütünü açısından da öncü roller üstlenme potansiyeline sahiptirler.
Türkiye'deki yaklaşık 10 milyon ücretli emekçinin ancak 1 milyonu sendikalı ve toplu sözleşmelidir. Yaklaşık 1.5 milyon kamu çalışanı ve memur olduğu düşünülürse, geriye kalan 8.5 milyon işçinin sendikasız olduğu görülecektir. Bunun 4-4.5 milyonu ise sigortasızdır. Bu rakamlar da, yeni işçi kitlesinin neden işçi sınıfının ana gövdesi haline geldiğini ortaya koymaktadır.
İşsizlik ve toplumsal dışlanma sorunu
Yapısal işsizliğin ve işsiz kitlesinin varlığı da yeni proleterleştirme dalgasının ayırdedici yönlerinden biridir. Bu olgu, yeni işçi kitlesinin yeni bir tarzda ör- gütlenmesi gerekliliğinin de temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır.
Kuşkusuz işsizlik kapitalizmin tarihsel bir sorunudur ve eskiden de işsizlik sınıf mücadelesi içinde önemli bir role sahipti. Bununla birlikte tarihte ilk kez ekonomik gelişme ile işsizlik arasında doğrusal bir ilişki görülüyor. Geçmişteki işsizlik bugüne göre daha ''arızi'' bir özellik taşıyordu ve esasen ''yedek sanayi ordusu'' olma niteliğindeydi. Bununla birlikte ''tam istihdamın'', yani işsizliğin ortadan kaldırılmasının , kapitalizmin uzunca bir döneminde hedef olarak benimsendiği de biliniyor. Kuşkusuz bugün de işsizlik çalışan işçi kitlelerinin haklarının budanması yönünde ''değerlendiriliyor''; ama bugünkü işsizliğin temelinde teknolojik gelişmenin payı olduğu ve işsizlerin önemli bir bölümünün üretimde ''yedek'' olarak bile yer iş- gal etmeyen ''dışlanmışlar'' kategorisini oluşturduğu kabul edilmelidir.
Bugünkü yapısal işsizliği tanımlamak amacıyla kullanılan ''toplumsal dışlanma ,, kavramı üretim için ''gereksiz'' bir mülksüzler kitlesine işaret ediyor. Tam da bu nedenle yeni bir emek hareketinin yaratılmasında, bu ''yeni'' işsizleri hesaba katmayan bir yaklaşımın başarı şansı kalmıyor. İşsizleri de kucaklayan bir emek hareketi ise sadece işyerleri ile sınırlı ve geleneksel mücadele araçları ile yetinen bir hareket olamaz; yeni örgütlenme ve mücadele araçlarına, ve işçi sınıfının taleplerinin toplumun ''dışlanan" kesimlerini de kapsayacak tarzda oluşturulrnasına ihtiyaç vardır.
Bu sorun yalnızca sendikal örgütlenme açısından önem taşımıyor; üretimden ''dışlanma'' aynı zamanda, insanın insan olrna özelliğinin elinden alınması anlamına geliyor. Dolayısıyla işsizleri de kapsayan bir emek hareketi, bu insanlara bu özelliğin yeniden kazandınlması imkanını da taşıyor. Bu da sendikal mücadelenin ekonomik, ideolojik ve politik muhtevasının yeniden tanımlanmasını ve bu mücadelelerin yeni bir emek hareketi ekseninde bütünleştirilmesini zorunlu kılıyor.
Yeni İşçi Kitlesi, Sınıf Mücadelesi ve Sınıf Bilinci
Yeni işçi kitlesi söz konusu olduğunda sınıf kimliğine,sınıf bilincine ilişkin bir dizi soruyla karşılaşılıyor. ''Bunca dağınık bir çalışma sistematiğine bağlı yeni işçi kitlesi sınıf kimliğini nereden alacak? Kendiliğinden sınıf bilinci dinamiği kaldı mı? İşçilerin büyük bir bölümü kendini işçi olarak bile görmüyor. Ya da alt kültürel kimlikler kendilerini ifade etmede daha belirleyici değil mi?'' gibi değerlendirme ve sorular gündeme geliyor.
Yeni işçi kitlesinin, kendilerini diğer toplumsal kesimlerden ayırdeden bir sınıfsal kimliğe dolaysız olarak ulaşmalarının zor olduğu görülüyor. Geleneksel işçi sınıfının, ''büyük fabrika, kitlesel üretim'' sisteminden kaynaklanan kendinde sınıf bilinci zemi- ni, yani kendiliğinden bir temelde gelişen ve sınıfın bütününü içeren öz savunma eylemi, düzensiz istihdam edilen yeni işçi kitlesi için geçerli değildir . İşçi sınıfının ilk oluşum sürecinde, üretimdeki konumlarıyla aynı koşulları paylaşan işçi kitlelerinin ''kendiliğinden'' (sendikal) bir biçimde ortak bir tutum oluşturmaları, bu tutum alışın gittikçe ''kendinde'' (politik) bir sınıf bilincine dönüşmesi daha kolaydı. Bugün böyle bir ''kendiliğinden'' bilinç zemininden ancak sınırlı bir alanda sözedebilmek mümkündür. Çünkü yeni işçi kitlelerinin istihdam biçimleri, sınıfın bütününü kapsayan gündelik bir mücadele sürecinin örgütlenmesini giderek daha da zorlaştırmaktadır.
Oysa, ister gündelik sendikal isterse politik sınıf kimliği ve bilinci, üretim sürecinde değil, ancak ve ancak sınıf mücadelesi sürecinde oluşur .Sınıf mücadelesi, işçi sınıfını toplumsal olarak diğer sınıf ve katmanlardan farklılaştıran bir işlev görür; bu farklılaşma üretim içi ve üretim dışı alanlarda, yaşamın bütününde ortaya çıkar. İlk oluşum evrelerinde işçi sınıfı, üretim içindeki konumlanışın yanısıra burjuvazi karşısındaki nesnel konumu ve yaşam biçimiyle de farklı bir sınıf kimliği edinmiştir.
Bugün sınıf mücadelesi koşulları, böylesine dolaysız ve nesnel bir sınıf kimliği oluşumuna eskisi kadar elverişli değildir. En büyük engel de sınıfın çok kat- manlı/parçalı ve dağınık yapısıdır. Bu dağınık yapımn ''kendiliğinden ,, bir tarzda sendikal bir sınıf bilincini doğurmasını beklemek doğru değildir.
Kuşkusuz, sınıf mücadelesi yine kendiliğinden biçimler altında da sürüyor: Emek ile sermaye her gün atelyelerde, fabrikalarda, işyerlerinde nesnel olarak, farklı sınıf çıkarları temelinde karşı karşıya geliyorlar ve bu zeminde ''işçilik bilinci'', yani tek tek işçilerin ya da işçi topluluklarımn işveren karşısında bağımsız ve farklı çıkarlara sahip oldukları fikri gelişebiliyor. Ancak bu parça parça mücadelelerin ''kendiliğinden'' bütünleşmesi, buradan hareketle ''kendiliğinden'' bir emek hareketinin doğması, dolayısıyla ''işçilik bilinci''nin dolaysız ve ''kendiliğinden'' sınıf bilincine dönüşmesi mümkün görünmüyor . Çünkü parça parça direnişler , sınıfın bütünsel sendikal eylemine kendiliğinden dönüşmüyor.
Bu nedenle yeni bir emek hareketinin dayanacağı sınıf bilinci, dar anlamda işçilik bilinci değil, işçi sınıfının bir bütün olarak sermayenin ekonomik, politik ve ideolojik egemenliğine karşı mücadelesini hedefleyen dolaysız olarak siyasal bir bilinç olarak gelişmek zorundadır. Bu sınıf bilincinin mayalanacağı zemin sadece işyerlerini değil, işçi sınıfının sermayeye karşı topyekün karşı koyuş zeminlerinin bütününü kapsa- maktadır. Bir başka deyişle, yeni işçi kitlesi sınıf bilincini sermayeye karşı direniş içinde elde edecek; işyeri ve işkolu smırlarmı aşan topyekün bir mücadele içinde smıflaşacak ve siyasallaşacaktır .Sermayenin işçi sınıfının yapısını parçalamaya, sınıfı parça parça teslim almaya yönelik stratejisi, sermaye karşıtı bilinçle sınıfı bütünleştirmeye dönük bir karşı stratejiyle altedilebilir.
Bununla birlikte aslında yaşam koşullarının giderek zayıflaması yeni işçi kitlesinin sistemle olan bağların da zayıflamasına neden olmaktadır. Bu nedenle düzenin atomizasyon ve bireyselleştirme faaliyetininin et ki alanı da sınırsız değildir. Çünkü sermayenin küresel hareketi, yeni işçi kitlesini de toplumsallaştırıyor/sınıfsal mücadeleye hazırlıyor.
Yaşama koşulları, benzer tarzda çalışanlar için gittikçe eşitleniyor .İşyerleri, işkolları ve çalışma biçimleri açısından işçi sınıfı çok katmanlı ve parçalı hale gelirken, sermaye egemenliği karşısında ulusal ve uluslararası planda işçi sınıfının ortaklaşma ve bütünleşme imkanı da çoğalıyor .Parçalanma olgusu ile bütünleşme imkanı arasındaki bu gerilimi yeni emek hareketinin yaratılabilmesi için en verimli şekilde değerlendirebilmek, tek tek işyerlerindeki mücadeleleri yanyana getirmeye çalışarak değil, sermaye egemenliği karşısında dolaysız bir siyasal bilinci temel alan ve yaşamın bütününü kapsayan topyekün bir mücadeleye yönelmekten geçiyor.
Sınıf kimliği ve alt kimlikler
Sınıf bilincine ilişkin bir başka sorun alanı, işçiler arasında varolan alt-kültürel değerlerdir.Milliyet, din gibi faktörlerin ve popüler kültürden kaynaklanan motiflerin(sınıf atlama güdüsü, ezilmişlik psikolojisi vb.) işçi sınıfı saflarında etkili olduğu biliniyor. Bunun en önemli nedeni, sermaye saldırısının şiddeti, buna karşılık işçi sınıfının mücadele gücünün yeterli olmayışının işçi sınıfı saflarında yol açtığı güvensizlik duygusudur. Milliyetçilik ve dinsel akımların işçi kitlelerini bu denli etkilemesi, diğer bütün etmenlerin yanısıra, yeni bir güvence arayışı olarak da değerlendirilmelidir.
Bu gelişme de sınıf kimliğinin sadece üretim içindeki konumlanışla değil daha genel bir çerçeveden, sistem karşıtı bir yerden kurulabileceğini somut olarak gösteriyor; Kuşkusuz sadece ideolojik bir kampanyayla ya, da kültürel alandan müdahale ederek işçilerin bilincini değiştirme şansı yoktur. İşçiler ancak başka bir hayat yaşayabildikleri ölçüde, yani sermaye karşıtı mücadeleye sevkedilebildikleri ölçüde sınıf bilinci edinebileceklerdir.
Bununla birlikte işçilerin alt kimliklerinin de önem kazandığı gözardı edilmemelidir. Eskiden işçi sınıfına ait alt kimlikler (özellikle cinsiyet ve milliyet) sınıfsal birliğin oluşturulmasına engel oluşturmuyordu. Bunun nedeni, başta da söylediğimiz gibi, üretim içindeki konumlanışın, yani dar anlamda işçilik bilincinin, sınıf bilincinin yükselmesi için dolaysız bir zemin oluşturmasıydı. Bu nedenle kadın, göçmen, azınlık gibi sorunlar, genel proleter kimliği altında eriyebiliyordu. Diğer yandan, alt kimliklere sahip işçiler (ömeğin kadınlar, ezilen mezhep ya da ulustan işçiler, göçmenler) daha geçici ve dönemsel biçimlerde (ömeğin savaş ya da ekonomik genişleme dönemlerinde) istihdam edilebiliyor; dönemin sonunda işten çıkartıldıklarında bu durum, sınıfın büyük çoğunluğunun yaşama ve çalışma koşullarını daha sınırlı biçimlerde etkiliyordu.
Ancak alt kimliklerin bu biçimde önemsizleşmesi, geleneksel işçi sınıfının sınıf kapasitesinin daraltılması anlamına da geliyordu. Çünkü kapitalizmin temel çelişkisi emek ile sermaye arasındaki çelişki olmak1a birlikte, diğer eşitsizlik alanları da (milliyete,cinsiyete, dine dayalı ayrımcılık) kapitalizmin yeniden ürettiği ve kendi çelişkileriyle bütünleştirdiği toplumsal çelişkiler içinde yer almayı sürdürüyordu. Bu çelişkilerin çözüm koşullarının nihai olarak emek ve sermaye çelişkisinin ortadan kalkmasına bağlanmasının gereklililiği bir yana, bu durum diğer çelişki alanlarının özerkliklerini reddetmek anlamına geldiği oranda sınıf hareketi içinde gerici bir etki yarattı. Geleneksel emek hareketi bu sorunlar karşısında ağırlıklı biçimde geleneksel gerici ideolojilerin (cinsiyetçilik, milliyetçilik vs.) yanında saf tuttu ya da bu eşitsizlikler karşısında başarılı bir mücadele sergileyemedi. Bu durum, sınıfın ana kitlesine göre daha zayıf toplumsal, ulusal, cinsel özelliklere sahip alt kesimlerin çıkarlarının, geleneksel sendikal hareket tarafından, kısa süreli uzlaşmalar için feda edilmesini de beraberinde getirdi.
Bugünse, üretimin örgütlenmesi, bütün ezilme ve egemenlik biçimlerini vahşi sömürü koşullarının doğrudan ve sürekli bir parçası haline getirmektedir. Bağımlı ülkelere dayatılan emperyalist uluslararası işbölümü, neredeyse uluslararası cinsiyetçi bir işbölümü biçiminde gelişmekte, yeni gelişen sektörlerde kadın emeği sömürüsü önemli bir yer tutmakta; taşeron sistemi ezilen horlanan halka mensup emekçilere dayanmaktadır; özel bir ezilme ilişkisine maruz kalan toplumsal kesimlerin belirli özellikleri, sermayeye sömürüyü ağırlaştırma ( örneğin düşük ücret, ağır çalışma koşulları) olanakları sunmaktadır. Dolayısıyla sınıfa ait alt kimlikler tanınmaksızın ve bu kimliklere, sınıfın bütünlüğü içinde ve sınıf bilincine bağlı bir özerklik kazandırılmaksızın, yeni bir sınıf kimliği oluşturma imkanı yoktur.
Alt kimliklerden kaynaklanan çelişkilerin emek- sermaye karşıtlığı içinde eritilebileceği varsaymak, daha baştan yeni bir emek hareketi oluşturma imkanını ortadan kaldıran bir yaklaşımdır. Bugün işçi sınıfının çeşitli bileşenlerinin özel sorunlarına karşı özel olarak mücadele etmeyen bir çizgi, dün olduğundan çok daha fazla sınıfı bütünleştiren değil parçalayan bir nitelik kazanmaktadır. Vahşi bir sömürü sisteminin topyekün işlemesini olanaklı kılan özel çeşitşizliklere karşı özel bir mücadele yürüten bir tarz ise, sınıfın bütünlüğünün yaratılabilmesi açısından yaşamsaldır.
İşçi sınıfının yeni birliği, kapitalizm karşıtı sınıf mücadelesi koşullarının geliştirilmesiyle yaratılabilir: Bu mücadele ise sadece üretimden kaynaklanan sorunlar etrafında değil, yaşamın bütününde işçi sınıfının karşı karşıya olduğu sorunlar karşısında tavır alarak yaratılabilir. Dolayısıyla cinsiyet ve milliyet temelindeki ayrımcılığa karşı mücadele, ulusal ve cinsel eşitlik talebinin sınıfın temel talepleri haline getirilmesi, sermayeye karşı sınıf mücadelesinin daha başından 'ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir. Sendikaların böyle bir bütünleştirme girişimi için anlamlı bir araç olup olamayacakları tartışması, geçerli bir tartışma değildir. Çünkü hem dünya çapındaki sendikal pratikler bunun ''mümkün'' olduğunu göstermekte, hem de bu bütünleşmenin gündelik sendikal mücadele içinde sağlanamadığı koşullarda, diğer siyasal araçlar da çaresiz kalmaktadır. Gündelik yaşamlarında yanyana mücadele edemeyen işçiler, sermaye tarafından birbirlerine karşı mücadeleye yöneltilebilmektedir.