Kasım 2003 / November 2003

Yeni Bir Örgütlenme Stratejisi

Yeni işçi kitlesini oluşturan atipik, sigortasız, sendikasız, sanayi sitelerinde, küçük atelyelerde, hizmet sektöründe vb. çalışan işçilerin örgütlenmesine yönelik çözümlerin, ''toplumsal hareket sendikacılığı ''nın ayırdedici yönünü oluşturacağı açıktır. Bu anlamda, yeni işçi kitlesinin, örgütlenmede ''temel'' alınması doğru olan yaklaşımdır. Bundan, sınıfın geleneksel kesimlerinin örgütlülüğünün önemsizleştiği değil, yeni işçi kitlesi örgütlenmeksizin ve mücadeleye seferber edilmeksizin yeni bir sendikal hareketten söz edilemeyeceği anlaşılmalıdır. Bu örgutlenme işsizlerin taleplerinide içerenve işsizleri örgütlemeyi öngören bir yaklaşıma sahip olmalıdır.

Bugün "toplumsal hareket sendikaçılığı", 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan yeni sendikacılığın örgütsel temelini oluşturan geleneksel işçi sınıfı yapısının parçalanması ve yeni bir işçi kitlesinin ortaya çıkması nedeni ile, ancak bu yeni işçi kitlesini örgütsel bir temel olarak kabul etmesiyle ''devrimci'' bir içerik kazanabilir.

Bu noktada böyle bir örgütlenmenin nerden ve nasıl başlayacağı sorusu sorulabilir.

Örgütlenecek işçiler, esas olarak ''yeni'' işçilerdir. Sözcüğün gerçek anlamında yeni bir kitlenin örgütlenmesi, yeni bir örgütlenme temelinin yaratılması demektir. ''Yeni bir örgütlenme temeli'', mevcut sendikal örgütlenmenin organlarını temel alarak gele neksel sendikal örgütlenmeyi ''iyileştirme'' yoluyla yaratılamaz. ''Yeni bir örgütlenme temeli'' işçi sınıfının yeni kitlesinin sermayeye karşı kitlesel savunma eyleminin örgülenmesiyle, bu eylemi örgütleyen organlar temel alarak yaratılır.

Öte yandan,'yeni işçi kitlesinin üretim sürecindeki konumuna dayanan bu yeni hareket temelini örgütleyecek ''sendikal kadro"nun omurgasını esas olarak, geleneksel sendikal hareketin kadroları oluşturmaz. Çünkü bu hareket temelinin gerektirdiği mücadele ve örgütlenme tarzı ile geleneksel sendikal hareketin kadrolarının mücadele ve örgütlenme alışkanlıkları birbirinden önemli farklılıklar gösterir. Yeni hareket temelini yaratılması süreci, herşeyden önce geniş bir hareket esnekliğine sahip olan, iyi örgütlenmiş, küçük, hareketli, militan işçi gruplarına dayanacaktır. Böylesi gruplar ise esas olarak ''sınıfsal kurtuluş'' davasına kendisini adamış devrimci işçilerden oluşacaktır. (Elbette geleneksel sendikal kadrolar içerisinde ''işçi sınıfının kurtuluşu'' davasına kendisini adamış en bilinçli unsurlar bu yeni hareketin kendilerine yüklediği görevlere uyum sağlayacak ve bu hareketin kadro temelinin oluşumunda önemli bir yer tutacaklardır. Ama bu da zaten yukardaki öngörümüzün başka bir biçimde ifadesidir.)

Elbette sınıfın geleneksel kesimlerinin ve sendikalı kuşağın deneyimli öncü kadrolarının bu doğrultuda biraraya, getirilmesi, yeni bir hareket düzleminde ortak mücadeleye sevkedilmeleri atılması gereken adımlarından birisidir. Bu adım, mevcut örgütlülüklerin güçlendirilmesi, işyerleri ve bölgeler düzeyinde ortak bir örgütlenme programına yönlendirilmesi ve esas olarak da yüzlerini örgütsüz yeni işçi kitlelerine dönmeleriyle pekiştirilmelidir. Mevcut örgütlü işçiler arasında yeni bir sendikal anlayışın mayalanması ve kök salması sağlanamazsa, yeni işçi kitlesinin örgüt lenmesinin zorlaşacağı ve gecikeceği unutulmamalıdır.

Örgütlenmede yaşanan temel sorun yeni işçi kitlelerinin sendikalaşma düzeyinin düşüklüğüdür. Bunun esas nedeni, devletin ve sermayenin fiili ve yasalardan kaynaklanan baskı ve engellemeleri olmakla birlikte mevcut sendikal örgüt yapısının ve örgütlenme faaliyetinin yetersiz oluşuda etkilidir.

Özellikle yeni işçi kitlesinin yoğunlaştığı yeni sanayi havzalarında bu yetersizlik açıkça görülüyor. Organize sanayi bölgelerinde, farklı işkollarında küçük ve orta boy işletmelerden oluşan yeni bir sanayileşme sürecinden geçiliyor. Bu bölgelerde, yeni bir sermaye kuşağı da doğuyor. Bu sermaye kuşağı, kısmen kara pa para aklama amacıyla kısmen uluslararası işbölümünün onlara tanıdığı avantajları kullanarak sigortasız, sendikasız ve ucuz bir işgücü talebiyle faaliyetlerine yön veriyor.

Bu yaklaşımla, sanayi bölgelerindeki işgücünün ortak yönetimni, sendikalaşmaya kesinlikle fırsat tanımama, bunun için gerektiğinde silahlı baskı kuvvetleri oluşturma, sendikalaşma nedeniyle işyeri kapanan işverenin zararını tazmin etmek için fon oluşturma, sendikalaşan işçilerin listesini tutarak başka işyerlerinde işe ginnesini engelleme gibi yöntemlere başvuruluyor. Aynı yöntemler, taşeron işçileri, turizm, büro, ticaret, ulaştırma vb. hizmet sektörü emekçileri için de kullanılıyor.

Yaşanan bütün deneyimler gösteriyor ki artık tek bir işyerinde işkolu sendikacılığı temelinde tek tek sendikaların örgütlenmeyi geliştinnesi mürnkün değildir. Her tür örgütlenme girişirni ideolojik ve politik, hatta şiddet içeren araçlarla kırılrnaktadır. Dolayısıyla işçi mücadelelerinin örgütlenmesinde bu "emek yönetimi" anlayışına karşı uygun bir tarz oluşturulması kaçınılmazdır. İşverenlerin fon oluşturma, doğrudan ya da siyasal şiddete başvurma, işten çıkarma kara liste oluşturma gibi aktif saldırı yöntemlerine işçi sınıfının aktif savunma araçlarının geliştirilmesi de meşru ve zorunlu görülmelidir. Bu noktada özellikle örgütlenen işçilerin işten atılması ve çalışmak ile işsiz kalmak arasındaki sınırın oldukça zayıflaması, çalışan işçilerle işsizlerin, aynı örgütsel biçim altında olmasa da ''birlikte'' örgütlenmesini zorunlu kılmaktadır.

İşkolu sendikacılığını yetersiz kılan bir diğer etmen, birden fazla işkolunda faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerdir. Çok uluslu şirketler, farklı işkolllarındaki işletmelerde aynı emek yönetimi tekniğiyle işçi ça1ıştırıyor; buna karşı ortak ve kollektif bir tavır gösterilmesi gerekiyor. Bir başka etmen ise, part-time (kısmi zamanlı) çalışmanın artmasıyla, bir işçinin birden fazla işkolunda çalışması olgusudur: Sabah bir metal işyerinde ça1ışan bir işçi öğleden sonra bir nakliye firmasında çalışabiliyor. Bütün bu olgular genel bir sendikacılığın önemini arttırıyor.

Özellikle organize sanayi bölgelerine yönelik çalışmada, işyeri ve işkolu ayrımını aşan bir ortak/kollektif örgütlenmeye ihtiyaç duyuluyor. Bu sadece birden fazla işkolu sendikasının ortak bir örgütlenme faaliyetine girmesiyle sağlanamaz, Mutlaka sendikalar arası dayanışmanın olumlu etkileri olacaktır; ancak, bundan da öte belirli bir bölgeyi temel alan, 0 bölgedeki tüm işçilerin sınıf bilincine kavuşturulmasını amaçlayan; sınıf bilincinin oturtulmasından hareketle ortak bir sendikal örgütlülüğe yönelmeyi önüne koyan bölge sendikal örgütlülüklerinin oluşturulması gerekiyor.

Örgüt yapısı değişmeli

Bu tespit, mevcut sendikal örgüt yapısında da bazı temel değişiklikleri zoruıılu kılıyor. İşyeri, şube:, genel merkez ve konfederasyon merkezi biçimindeki dikey örgüt modeli, yeni işçi kitlesinin örgütlenebilmesi için elverişli değildir; bu model sadece mevcudu korumayı hedefleyen savunmacı bir nitelik taşıyor. Bu nedenle, mevcut sendikal örgüt yapısının, bölge temsilciler meclisi, bölge yönetim ve yürütme kurulları gibi sendikal organlarla tamamlanması gerekiyor; Bıı çerçevede, farklı işkollarındaki sendikaların yerel bi- rimlerinin oluşturacağı ''bölge konseyleri'', bu konseylerin kendi içinden seçeceği ''bölge komiteleri'' yatay örgütlenmenin ilk adımı olarak değerlendirilebilir.

Bu bölge örgütlülükleri, kendi bölgelerine ilişkin program oluşturma ve üstorganlara temsilci (delege) gönderebilme yetkisine de sahip olmalıdırlar. Bölge örgütlülükleri, bölgedeki tüm toplumsal sorunlarla ilgili çalışma yapabilmeli, bu amaçla diğer top lumsal örgütlülüklerle işbirliği geliştirebilmelidir. Bölgedeki çalışmada. yön örgütsüz yeni işçi kitleleri ve ezilen halk kesimlerine çevrilmelidir.

Bugün sendikal örgütlenmenin önündeki bir başka engel, bir işyerinde sınıf birliğini bozmayı amaçlayan yöntemlerin kullanılmasıdır. Bir işyerinde sendikalı işçi, taşeron işçisi, kapsamdışı personel, o işyeri bir kamu işletmesiyse kamu çalışanı birarada çalışıyor, ama mevcut sendikal ilişkiler, bütün bu işçi kesimleri arasında bağ kurulmasına olanak tanımıyor. Bu bağın, tepeden, sendikalar arasında kurulmasını beklemek doğru değildir. İşyerlerinde ortak bir mücadelenin yaratılmasın hedefleyen işyeri komite ve konseyleri oluşturulmalıdır. Sendikalı, sendikasız ,sigortasız işçiler , kamu çalışanları ortak talepler etrafında işyeri komite ve konseylerinde biraraya getirilmelidir .Ancak bu örgütlülüğünün sadece işyeri sınırları içinde kalınarak süreklileştirilemeyeceği unutulmamalıdır.

Yeni bir örgütlenme stratejisinin en önemli unsurlarından birisi, kadın, genç, göçmen, azınlık ve ezilen halka mensup işçilerin özerk talepleri üzerine kurulu , sendikal organların yaratılmasıdır. Farklı sendikalar arasında ya da bir bölge örgütlenmesinde kadın işçiler, genç işçiler, göçmenler, azınlıklar ve ezilen halktan emekçileri kapsayan komitelerin oluşturulması gerekir.

Ülkemiz açısından bu saptarna, Kürt sorunu çerçevesinde Kürt işçilerden oluşturulan bir komisyonun kurulması ile sınırlı olarak anlaşılmarnalıdır. Kürt sorununun sendikal mücadele programına dahil edilmesi, halkların kardeşliği ve eşitlik temelindeki bir toplumsal barış talebinin, işçi sınıfı tarafından temel bir mücadele talebi olarak benimsenmesi olarak ele alınmalıdır. Şovenizmin emekçiler üzerindeki etkisi, sen dikal hareketin gerek genel gerekse gündelik mücadele düzlemlerinde ulusal eşitsizliğin ve savaşın yarattığı yıkıcı sonuçlar karşısında aktif bir tutum içinde olmasıyla sağlanabilir ; böyle bir sendikal stratejinin uygulanabilmesi ise ulusal eşitizliğin Üretimin örgütlenrnesi içinde oynadığı yıkıcı sonuçlara karşı gündelik bir mücadelenin yaratılabilmesiyle olanaklıdır.

Benzer bir tutum cinsel eşitsizlik sorunu karşısında da geliştirilrnelidir. Geleneksel sendikaların kadınları dışlayan örgütsel pratik ve kültürleri, sendika içindeki kadın çalışmasını ''ana ve çocuk sağlığı'' eğitimine indirgeyen yaklaşırnlarının yerini, kadının sendikal faaliyet içinde özgürleştiren bir yaklaşırn almalıdır. Dayak ve cinsel tacize karşı mücadele gibi ''kadın talepleri'', sendikal hareketin özsel talepleri olarak ele alınmalıdır. Böyle bir .yaklaşımın ancak gelneksel ideolojilerin işçi sınıfı üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı aktif bir eğitim süreciyle aşılabileceği unutulmamalıdır.

Gerek bu tip örgütlenme biçimlerinin kalıcı ve başarılı olması gerek işsizler, emekliler, evde çalışanlar, informel sektör çalışanları gibi sınıf kesitlerinin örgütlenebilmesi gerekse de küçük esnaf, yoksul ev kadını ve diğer kent yoksullarınin mücadele içine çekilebilmeleri için, başta da söylediğimiz gibi, sendikal örgütlenrnenin işyeri sınırları dışında da gerçekleştirilmesi zorunludur. Bu noktada mahalli sendikal örgütlenmenin önemi karşımıza çıkmaktadır.

Yaşam çevresi ve işçi örgütlenmesi

"Toplumsal hareket sendikacılığı"nın ayırdedici yönlerinden biri olan; işçilerin sadece işyerlerinde değil, yaşam çevrelerinde de örgütlenmesi ilkesi; ayrca işçi sınıfı kitlesine dahil olmakla birlikte düzenli bir işi olmayan, informel sektörde çalışanların ve işsizlerin; ve genel olarak kent yoksulları kategorisinin mahalle esasına göre örgütlenmesi ilkesi gibi unsurlar, mahallede yapılacak sendikal çalışmaların ayrı bir önemle ele alınmasını zorunlu kılıyor.

İşyerleri ile sınırlı kalmayan bir örgütlenme anlayışı, sadece işyerlerinde örgütlenmesi zor olan işçilere oturduklan bölgede sınıf bilincini götürmek gibi pratik bir çözüm sağlamaz. İşçilerin sürekli olarak iş ve meslek değiştirdiği,yani çalışmakla işsiz kalmak arasında yüksek duvarlann olmadığı koşullarda işçi sınıfı mücadelesininin sürekliliğinin sağlanması ve eyleminin gücünün arttırılması bakımmdan da önemli bir olanak yaratır.

İşçilerin topyekün olarak örgütlenmesini, ömeğin işten çıkarmalar karşısında işe giren her yeni işçinin mücadele bilincini işyerine taşımasını; işyerindeki çatışmalarda gündeme gelen mücadele yöntemlerinin yerel mücadele yöntemleriyle desteklenmesi ve korunmasını; ulaşım, barınma, yerel hizmetler, eğitim vb. gibi, sendikal hareketin geleneksel talepleri arasında yer almayan taleplerin işyeri mücadelelerinin de konusu haline gelebilmesini sağlayan bir hareket ortaını yaratır.

"Toplumsal hareket sendikacılığı" örneklerinin yaşandığı ülkelerde, mahalli sendikal örgütlenmeler sayesinde, ortaya çıkan kadroların, sendika yöneticilerinin tutuklandığı koşullarda dahi hareketın sürekliliğini sağlayabildikleri görülmüştür. Mahalli sendikal ör gütlenmeler, işyerindeki grevle dayanışmak amacıyla bütün bir yaşamı durdumanın ''halk grevi'' gibi yeni yöntemlerin geliştirilmesine de olanak sağlamıştır.

Bu örnekler çoğaltılabilir; burada önemli olan, bu tip örgütlenmelerin, geleneksel yerel mücadelelerden de, geleneksel sendikal faaliyetten de farklı olduğunun kavranmasıdır. Mahalli sendikal örgütlenme, işçi çalışmasını temel alan, ama işyeri dışındaki yaşamdan kaynilianan sorunları da önüne koyan, diğer halk kesimlerinin taleplerini işçi çalışması ekseninde yeniden tanımlayan bir yaklaşıma sahiptir.

İşyeri ile yaşam çevresi arasındaki bu mücadele ortaklığı kuşkusuz eskiden de zorunlu bir ihtiyaçtı. Ancak bugün, bu ortak mücadele ilişkisinin çok daha dolaysiz biçimlerde kurulabilriıesi hem daha mümkündür hemde daha büyük bir ihtiyaçtır.

Yaşam çevresindeki örgütlenmenin somut aracı olarak ''işçi evleri'' projesinin hayata geçirilmesi yerel talepler için verilen mücadelelerin kabuk değiştirmesine hizmet edecektir .''İşçi evleri''; 1) yeni sanayi havzalarındaki işçileri işyerinde örgütlemenin giderek imkansızlaşması karşısında işçileri işyeri dışında örgütleyip işyerlerine örgütlü girmelerini sağlayacak; 2) yeni işçi kitlesinin büyük bir bölümü için işyerinin sürekli bir temel oluşturmaması karşısmda bu tip işçilerle ilişkide süreklilik temelini oluşturacak; 3) işsizlerin ve diğer kent yoksullarının örgütlenmesinde zemin olacak bir işlev üstlenebilir.

Bununla birlikte mahalli sendikal örgütlenmeyi sadece ''işçi evi'' formu altında tasarlamak gerekmez. Mahalli işçi komiteleri, konseyleri vb. gibi esas olarak işçi sınıfının öz savunma gücünü geliştiren meşru organlar da, yeni bir emek hareketinin ve bu çerçevede yeni bir sendikal hareketin yapı taşları olarak düşünülmelidir.

Mücadele Hedefleri ve Biçimleri

"Toplumsal hareket sendikacılığı"nın ayırdedici yönleriliden birinin, mücadele hedeflerinİn işçi sınıfının dar ekonomik talepleriyle sınırlı tutulmaması olduğunu söylemiştik. Ekonomik talepler, demokratik, sosyal ve siyasal taleplerle içiçe geçen bir tarzda savunulmaktadır. Başka bir deyişle, ''ekmek mücadelesi ile demokrasi mücadelesi'' birlikte yürütülmektedir.

Mücadele hedeflerilnin bütünselliği, yalnızca belli bir sendikal anlayışın doğurduğu sonuç değildir; bu bütünlüğün kurulması, nesnel bir gereklilik halini almıştır. Mevcut sendikal etkinlik, ''işyerlerinde toplü, sözleşme yapma'' pratiğine indirgenmiş durumdadır.Bu durum işçi sınıfını ve sendikal hareketi parçalayan, dolayısıyla işlevsizleştiren bir etki yaratmaktadır.

Ayrıca bugün en temel ekonomik talepler bile sermayenin ve devletin tehdidiyle sindiriliyor . Ekonomik hakların geliştirilebilmesi için siyasal- demokratik hakların ilerlemesi gerekiyor . ''Özerk'' bir ekonomik mücadele alanı tanımlamak imkansız hale gelmiştir .Bugün ekonomik mücadele taleplerinin bile, siyasal mücadeleye bağlı olarak yeniden tanımlanması gerekiyor.

Buradaki ''siyasi mücadele'', başta da belirttiğİmiz gibi, dar anlamda iktidar olma perspektifiyle sınırlı bir mücadele biçimi değil, sınıfın bir bütün olarak sermaye karşısında saflaştırılmasını, sermayenin iktidarını sınırlamaktan başlayan ve işçi sınıfının iktidarına kadar uzanan geniş bir mücadeleler dizisini ifade ediyor. Sendikal mücadele, bu mücadeleler sürecinin bir parçası, ama iktidar olmanın aracı değildir.

Bu yaklaşım ışığında, yeni bir sendikal mücadelenin hedefleri, sömürüyü sınırlama anlamında, özelleştirme, taşeronlaştırma, sigortasız.çalıştırma, esnek çalışma biçimleri, emek karşıtı ekonomik ve sosyal politikalar gibi uygulamalara karşı çıkma; sermaye iktidarını geriletme anlamında, ülkedeki demokrasi mücadelesinin temel taleplerini savunma; emekçi halk iktidarına yönelme anlamında, işçi sınıfının ve emekçi halkın yöneten olmasını öngören bir demokrasi anlayışının nüvelerini yaratma olarak özetlenebilir. Kuşkusuz bu yaklaşımın güncel gelişmelere bağlı olarak somutlaştırılması gerekir.

Mücadele biçimleri açısından ise çok düzeyli, yani işyeri, işkolu, ülke ve uluslararası düzeyinde toplu sözleşme hedefi gündeme getirilmeli; hak grevi, dayanışma grevi ve genel grev temel mücadele yöntemleri olarak benimsenmelidir. Bunun dışında, işçi sınıfının öz savunma gücünü kırmayı ve işçileri tek tek bireyler konumuna indirgemeyi hedefleyen onaya dayalı olan ya da olmayan (sermaye ve devlet şiddeti vb.) emek yönetimi tekniklerini dağıtacak eylem ve mücadele biçimleri de Üretilmelidir. Bu konuda işçi sınıfının mücadele tarihi zengin ömeklerle ve dene yimlerle doludur. Tarihte emek hareketinin baskı altına alındığı ve şiddet yönetmeleriyle etkisizleştirildiği tıkarıma dönemleri ancak güçlü direniş ve karşı şiddet biçimlerini içeren savunma taktikleriyle aşılabilmiştir. Bugün de bu geçerlidir; yeterki bu deneyimlerden yararlanılabilsin.

Uluslararası Sendikal Mücadele

Sendikal hareket, ''entemasyonal'' niteliklerini geliştirmeyi hedefleyen girişimlere karşın, tarihi boyunca esas olarak ulusal bir hareket olmuştur. Elbette işçi sınıfının uluslararası örgütleri olmuştur ve bunlar uluslararası işçi hareketinde belirleyici bir önem de kazanmıştır. Ama kapitalist ekonominin ulusal pazarlar temelinde gelişmiş olmasına da bağlı olarak, işçi Sınıfı hareketleri ulusal sınırlar içinde gelişmiş; uluslararası örgütlenme ise ya siyasal ya da sendikal ''dayanışma'' işleviyle sınırlı kalmış ya da uluslararası bloklaşmanın sendikal alandaki destekçiliğini üstlenmiştir.

Bugün içinde bulunduğumuz koşullar bu yönüyle farklılık taşıyor. Kuşkuşuz ''küreselleşme'' ulusal ekonomileri, sermayenin ulusal kimliğihi tümüyle ortadan kaldıran bir gelişme göstermiyor. ''Dünya pazarı'' için ''dünyada'' üretim yapan, yani üretimin çeşitli aşamalarım çeşitli ülkelerde gerçekleştiren ''çokuluslu şirketler'' bile, ''ulusal kimliklerihden'' tümüyle arınmış değil. Mali sermaye hareketleri açısından bu bağımlılık daha az olmakla birlikte, sermayenih ulusal tabiyetinih bir ''ultraemperyalizm'' ya da ''uluslarüstü kapitalizm'' doğuracak kadar gerilemediği görü- lüyor.

Bununla birlikte ''küreselleşme''nin, ulusal ekonomilerin ''bağırnsız'' niteliğini sınırlandırdığı, ''ulusal ekonomileri'' ''küresel üretim zinciri''nih parçası 01- maya zorladığı, ''ulusal ya da bölgesel pazarlar''ın ''küresel hiyerarşi'' içihde yeniden tanımladığı da açıktır.

Buradan hareketle .ulusal işçi hareketlerinin, ulusal sendikaların hareket alanı da daraliyor. Sermayenin dünya çapında alışkanlık kazanması, işçi sınıfının ulusal pazar temelihde ''pazarlık gücünü korumasını'' gittikçe zayıflatıyor. Sermaye üretimin çeşitli aşamalarını, hatta bazı sektör!erin tümünü, düşük maliyet esasına göre dünya çapında yeniden paylaştırıyor. Dolayısıyla bazı ülkelerde bazı sektörlerde işgücü azalırken dünyanın diğer ülkelerinde işçi sınıfı nicel olarak genişliyor.

Bu gelişme nesnel 'olarak dünyanın farklı ülkelerindeki işçi sınıflarının çıkarları ortaklaştırıyor. Ancak bu nesnel durumun bilince çıktığını söylemek mümkün değildir. Hakların daha gelişmiş olduğu ülkelerin sendikal hareketleri, bu hakları yitirmemek için kendi sanayedarlarıyla uzlaşma arayışına giriyorlar. Öte yandan sermayenin dünya ölçeğindeki rekabeti, bu rekabetten olumsuz etkilenen toplumsal sinıflar ve kesimler arasında milliyetçiliği teşvik eden bir işlev de görüyor. Böylece işçi sınıfı milliyetçi bir kuşatma altında tutuluyor.

Ancak ulusal temelde haklarin korunmasına yönelik bir yaklaşımın da sınıra dayandığı görülüyor, çünkü dünya çapında süren tekelci rekabet, seraye açısından hakların en aza indirgenmesini zorunlu kılıyor. Bu nedenle sermaye, hakların gelişkin olduğu ülkelerde bile, sınıf mücadelelerinin doğurduğu tarihsel kazanımları geri almak için yoğun çaba gösteriyor ve ulus devlet sınırları içinde kalınarak hakları korumak gıderek imkansız hale geliyor.

Son yıllarda işçi sınıfının uluslararası birliğinin nesnel olarak zorunlu hale gelmeye başladığı bilince çıkıyor. Bu bilinç değişimi şimdilik çok sınırlıdır; Avrupa 'da uluslararası toplu sözleşme, uluslararası işkolu örgütlenmeleri, ortak Avrupa grevi, çokuluslu şirketlerde iş konseyleri türünden girişimler olmakla birlikte bunların utku Avrupa Birliği'nindışma çıkamıyor. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, sendikal hareket ulusal sınırların dışında, ömeğin Latin Amerika'da görüldüğü gibi bölgesel çapta bir uluslararasılaşma eğilimi içindedir; bu eğilimin, gerçek anlamda uluslarası işçi harketine dönüştürülmesi için duyarlı olunmalı, çaba gösterilmelidir.

Geleneksel işçi kitlesi ve sendikalar

Türkiye sendikal hareketi, kamu çalışanlarını bir yana bırakırsak, üç konfederasyona bölünmüş durumdadır. tarihsel açıdan, bu üç konfederasyonun üç farklı sendikal anlayışa tekabül ettiği biliniyor. Ancak sendikal krizin geldiği boyut, konfederasyonlar arasındaki ayrımı silikleştiriyor. Söylem ve politika düzeyinde farklılık olsa bile, örgüt yapısı ve örgütlenme'-mücadele stratejisi açısından farklılıklar gittikçe azalıyor.

Bunda üç konfederasyonun sendikal çizgilerinin rolü olduğu açıktır; ancak sadece yanlış sendikal siyaset çizgisine vurgu yapmak eksik bir yaklaşım olacaktır. çünkü sorun daha temeldedir; o da yeni işçi kitlesinin, uç konfederasyonun da ortak yanı olan örgüt yapısıyla ve örgütlenme anlayışıyla sendikalaşmasının mümkün olmamasıdır.

Özellikle 12 Eylül yasaları, işçilerin sendikalaşmasının önüne ciddi engeller dikmiştir. Örgütlenmeyi ''üye kazanmak'' ile sınırlayan anlayış bu yasalar karşısında etkisiz kalıyor. 12 Eylül sonrasında;, özellikle 1990'dan sonraki dönemde, hemen hemen bütün yeni örgütlenme girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı. Sermayenin örgütlülüğü, yeni sendikalaşma girişimirini baştan engelleme doğrultusunda yeniden yapılandınldı. Kamu sektöründeki özelleştirme ve taşeronlaştırma girişimleriyle birlikte ele alındığında, sermaye örgütlülüğünün bu yeni yapılanması, geleneksel sendikal örgütlenme tarzının duvara çarpması sonucunu doğurdu.

Türk-İş sendikalarının büyük birçoğunluğu bu durumu ciddi bir sorun olarak görmüyor; Kamu sektöründeki Türk-iş üyesi sendikalar, özelleştirme sonucu üyelerinin büyük bir bölümünü yitirecekleri biliyor; buna karşın ne özelleştirmeyi önlemeye ne de özelleştirmeye rağmen örgütlülüğü geliştirmeye yöneliyorlar. Taşeron işçilerinin örgütlenmesi için de ciddi hiç bir çaba gösterilmiyor.

Bu sorunu ciddiye alan sendikalar ise, örgütlülüğü yeni işçi kitlesi üzerinden geliştirmek için örgütsel bir yapı değişikliğini gündemlerine almış değildir. Bütün bunların sonucunda Türk-İş üyesi işkolu sendikaları nın nesnel durumu, varolanı korumaya dönük tutucu bir çizgiyi ifade ediyor. Türk-İş içerisinden yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına katkı sağlanması mümkünse de, Türk -İş 'in kendisi, artık çökmekte olan geleneksel sendikal tarzın tipik bir örneğini oluşturuyor; dolayısıyla Türk-İş, yeni bir sendikal hareket için kalkış noktası oluşturamaz. Türk-İş içerisinden yapılacak katkı ise, esas olarak yeni işçi kitlesine katılan katılma potansiyeli taşıyan iş kollarındaki işçiler ve sendikalar ile mücadele deneyimi ve birikimi olan kadrolardan gelebilir. Bu ise özelleştirme ve taşeronlaştırmanın, sendikal varlığı bütünüyle tehdit ettiği sendikalar için geçerlidir. Türk-İş bünyesindeki ilerici, devrimci ve demokrat kadrolar yeni bir emek hareketinin yaratılması hedefiyle somut bir eylem çizgisinde bütünleştirilmelidir.

Bununla birlikte, ''toplumsal hareket sendikacılığı''nın kimi çözümlerinin, ömeğin bölgesel temelde yatay örgütlenme, sendikal mücadelenin siyasallaştırılması, sendika yönetirnlerinin devrimcileştirilmesi, sendikal demokrasinin yerli yerine oturtulması gibi politikaların, Türk-İş tabanında da etkili olacağı, bu çabanın ise yeni bir sendikal hareketin yaratılması sürecinde hiç de küçümsenemeyecek katkı oluştuiucağı unutulmamalıdır. Bu nedenle, Türk-İş kitlesine yönelik, eğitim ve propoganda, işyerlerinde ortak mücadele örgütlülüğünün sağlanması, ''şubeler platformu'' gibi oluşumları gerçek bir bölgesel örgütlülüğe dönüştürme çabası, bu kesimde yürütülecek bir çalışmanın başlıkları olarak değerlendirilebilir.

Hak -İş, "İslami sendikacılık" anlayışını savunmaya devam ediyor. Kökenini, "hristiyan sendikacılık" geleneğinden alan bu yaklaşımın, işçi ile işverenin ortaklığına dayalı bir '' yeni korporatizm''i öne çıkarıyor. Yeni korporatizm, yani emek ile sermayenin çıkarlarının ortaklığı anlayışı; kendini en somut olarak . Hak-İş'in özelleştirmeye yaklaşımında ifade ediyor. Hak-İş, özelleştirmeyi işletmelerin sendikalara devredilmesi, dolayısıyla işletme temelinde ''emek-sermaye ortak yönetirni''nin gerçekleştirilmesi olarak değerlendiriyor. Hak-İş'in Et ve Balık Kurumu'nun özelleştirilmesine karşı yaklaşımı, Karabük Demir- Çelik Fabrikası 'nın özelleştrilmesi bunun en açık örneğidir. Dolasıyıyla Hak-İş 'in de yeni bir sendikal hareketin oluşumuna katkı sunamayacağı açıktır. Ancak yine bu, yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına ilişkin düşüncelerin, Hak-İş kitlesi içinde yayılması için çaba göstermek gerektiğini ortadan kaldırmaz.

DİSK, tarihsel mücadelesi ve ilkeleriyle Türkiye'de sınıf mücadelesine önemli katkılar yapmış, sınıf ve kitle sendikal anlayışın Türkiye işçi sınıfına taşımış olan bir örgüttür. 'Ancak bu olumıu özelliklerin 12 Eylül somasındaki süreçte ciddi bir erozyona uğradığı da bilinmektedir. Bunun nedenleri arasında DİSK yöneticilerinin bir bölümünün 12 Eylül yıllarında inanç yitimine uğramaları ve DİSK'in ve bağlı sendikaların maddi varlığının ''verimli'' olarak kullanılmaması sayılabilir. Kuşkusuz bunlar önemli nedenlerdir. Bununla birlikte, DİSK saflarında gündeme getirilen "çağdaş sendikacılık" tezleri de bir süre yeniden örgütlenmenin önünde engel oluşturdu. Özellikle son dönemde, DİSK'i ''işveren örgütleriyle ve düzen kurumlarıyla'' aynı potaya koyan sendikal siyaset çizgisi, DİSK'in ''bağımsız bir sınıf ve kitle örgütü'' olma niteliğini zedeledi.

Ancük bütün bunlar sonuç olarak öznel faktörlerdir; sorunu sadece bu öznel faktörlere indirgemek, örgütsel yapı ve mücadele tarzı değişikliği olmaksızın DİSK'in yönetimini ''sosyalistleştirmenin'' çözüm olacağını sanmak yanılgıdan ibarettir. Çünkü DİSK'in başarısız kalmasının temelinde nesnel faktörlerin önemli bir rolü vardır; bu nesnel faktörler, DİSK'in yeni bir işçi kuşağıyla karşı karşıya olması, buna karşın örgütlenmeyi eski tarzda, işkolu sendikacılığı aracılığıyla ve üye sayısını arttırmayı birinci hedef yaparak gerçekleştirmek istemesi, şeklinde özetlenebilir. Bu süreç sonucunda ''örgütlenebilen'' sendikalar, belediyelerde, bazı kamu işletmelerinde siyasi ilişkileri kullanarak; metal, turizm ve lastik işkolunda ''bağımsız sendikalar''ın katılımıyla; tekstil işkolunda ise bazı büyük işletmelerde oluşan Türk –İş’e yönelik tepkinin sağladığı olanaklarla örgütlenmede belirli bir gelişme sağlanabildi. Diğer bütün çabalar ise çoğunlukla sonuçsuz kaldı.

DİSK bugün, tıpkı Türk-İş ve Hak-İş gibi gerçek anlamda bir konfederasyon niteliği taşımıyor. 1980 öncesinde, sendikaların DİSK bütünlüğüna az çok benimsemeleri ve faaliyetlerini" DİSK 'inbir parçası olarak sürdürmelerine dayanan güçlü konfederal yapılanma bugün geçerli değildir. 1980 sonrası koşullarındaki ''bağımsız sendikacılık'' geleneği DİSK'te esas çizgi haline gelmiştir.

Geçmişte DİSK ' e bir bütünlük kazandıran sendikal organlar, başkanlar kurulu, genel temsilciler kurulu, özellikle bölge temsilcilikleri, bu süreçte işlevini ve önemini yitirdi. Bunun sonucunda DİSK işlevsiz ve güçsüz bir çatı örgütüne dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. İşkolu sendikalarının birbirinden bağımsız faaliyetleri ise, gittikçe onların yeni işçi örgütlemekten uzaklaşmalarına ve üyeleriyle sınırlı bir sendikal faaliyet yürütmelerine yol açtı.

Bütün bu gelişmeler sonucunda DİSK'in de geleneksel sendikal hareket içinde kaldığı, geleneksel sendikal hareketin zaaflarını taşıdığı söylenebilir. Bununla birlikte DİSK'in bugün karşı karşıya bulunduğu tehlike, yeni işçi kitlesini örgütlemeyi önüne koymadığı sürece, varolan örgütlülüğünün de güvencede olmamasıdır. Belki bir iki bağlı sendika kendini bu tehlikenin dışında görebilir ama DİSK'in büyük bir bölümü açısından bu tehlike mevcuttur. Dolayısıyla, DİSK'in bir yeniden yapılanmaya yönelik nesnel bir zorlama ile karşı karşıya olduğu görülüyor. Türkiye'de özel sektör işçilerinin çok büyük bir bölümü örgütsüzdür ve bu durum en başta DİSK'in bugünkü örgütlülüğünün önünde tehlike oluşturmaktadır. DİSK, yeniden yapılanmaya yönelik nesnel zorunluluğu bilince çıkarıp, buna uygun bir örgütlenme ve mücadele stratejisi geliştirebilirse, yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına katkı sunabilir. Bu başarılabildiği ölçüde, DİSK'e yeniden doğru bir sendikal önderliğin oturtulması ve DİSK'in olumlu mirasının bugüne taşınarak DİSK'in gerçekten ''devrimcileştirilmesi'' sağlanabilir. DİSK bunu yapamazsa, geleneksel sendikal hareketin çöküşüne ortak olmaktan başka bir sonuç doğmayacaktır.

Bu düşünce DİSK bünyesindeki işçiler, temsilciler, şubeler ve sendikalar arasında egemen hale getirilmeli ve bu doğrultuda adımlar atılması sağlanmalıdır. Bu çaba, diğer konfederasyonların kitlesine yönelik çabayla birlikte yürütülmelidir. Bunun somutlaşacağı biçim, bölgelerde, özellikle yeni sanayi havzalarında, kent merkezlerinde ücretli çalışmanın arttığı işkollarında, özellikle hizmet alanında ve işçi mahallelerinde ortak mücadele platfotmlarının yaratılması olmalıdır. DİSK'in Ankara yürüyüşü, buna uygun bir zeminin varolduğunu ve bu zeminin geliştirilmesini gerektiğini göstermiştir.

Sonuç olarak, Türkiye'deki mevcut konfederasyonların topu topu 1 milyon sendikalı üye üzerinde faliyet yürüttüğü ve esas olarak kendi üyelerine yüzünü dönen bir çalışma tarzına sahip oldukları görülüyor. Bu tarzın varacağı sonuç çöküşten başka birşey değildir. Konfederasyonlar bu yapılarıyla, sendikal krizin çözümüne zemin oluşturmaktan çok uzaktırlar. Bununla birlikte işçi sınıfı yapısındaki değişme, mevcut sendikal hareketin bir bölümü bakımından, yeniden yapılanma yönünde nesnel bir baskı oluşturuyor. Bu nesnellik kullanılabildiği ölçüde, geleneksel sendikal hareketten, yeni bir sendikal hareketin yaratılmasına katkı gelmesi mümkündür. Aksi halde, topyekün bir çöküş ve yeni bir sendikal hareketin tümüyle yeni dinamikler üzerinde yükselmesi zorunluluğu kaçınılmaz olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu yeni dinamiklerden biri hiç kuşkusuz, 1980 sonrasında sendikal mücadeleye katılan kamu çalışanlarıdır. Ama kamu çalışanları sendikal hareketi de ciddi sorunlarla yüzyüzedir.

Kamu çalışanlarının sendikal mücadelesi

"Toplumsal hareket sendikacılığı" çerçevesinde kamu çalışanları hareketi özel bir önem taşıyor. Kamu çalışaları, devletle olan geleneksel bağlarını kırarak içine girdikleri sınıfsal mücadelede yeni bir sınıf hareketi için önemli bir dinamik olduklarını kanıtladılar.

Bu dinamiğin ortaya çıkmasının temelinde, kamu emekçilerinin ''memur'' olma özelliklerınden sıyrılarak, ''işçileşme süreci'' içine girmeleri yatıyor. Devletin ekonomideki ve sosyal yaşamdaki rolünün değişmesi, ''ekonomik ve sosyal'' görevlerin piyasaya terkedilmesi biçiminde ortaya çıktı. Bunun bir biçimini özelleştirme oluştururken, diğer biçmi kamu hizmetlerinin metalaştırılması olarak gerçekleşti. Her ikisi de, devletin kamu çalışanlarıyla olan ilişkisinde radikal bir değişikliği beraberinde getirdi. Devlet ile kamu çalışanları arasındaki ilişkinin emek sermaye ilişkisi biçimini kazanması, kamu çalışanlarını işçi sınıfının organik bir parçası olmaya yönelten süreci başlattı.

Bu süreç, fiili, meşru ve demokratik bir sendikal önderlik çizgisiyle bütünleşerek gelişti; bugüne gelmesinde de bu önderlik çizgisi etkili oldu. Bu mücadele sürecinin ayırdedici yönlerinden biri, kamu çalışanlarının işçi sınıfının bir parçası olduğu bilincinin eksik de olsa açığa çıkmasıdır, ''İşçiler ve kamu çalışanlarının birlikte örgütlenmesi'', ''ortak sendikal haklar yasası'' gibi talepler , ''memur'' zihniyetinin kırılmasına katkı sunduğu gibi, işçi sınıfı hareketi açısından da yenileyici bir dinamik oldu.

Kamu çalışanları, örgütlenme alanında, işkolu sendikaları ayrımını aşan, topyekün ve kollektif bir tarzı da pratiğe geçirdiler; özellikle mücadelenin ilk döneminde ''şubeler platformu'', KÇSP (Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu) gibi oluşumlar, kollektif bir tavrın örneklerini oluşturdu. Mücadele hedefleri ve eylem biçimleri açısından da kamu çalışanlarının sendikal mücadelesi olumlu özellikler taşıyor. Hareket, ekonomik talepler ile demokratik ve siyasal talepler arasında tutarlı bir bütünlük oluşturulabildi. Özellikle Ankara eylemleri sınıf mücadelesine önemli bir katkı olarak tarihe geçti.

Ancak 8 yıllık mücadele sonunda, bugün bu dinamizmin zayıfladığı görülüyor. Bunun çok çeşitli nedenleri sıralanabilir: Kamu çalışanları sendikalarının üst örgütlenmesinin, yani KESK 'in yaratılması sürecinde ''sınıf-siyaset'' ilişkisinin yanlış kurulması ve bunun sonucunda kitle dinamiğinin devre dışı kalması; üst örgütlenmede, kamu çalışanlarının çok yönlü ihtiyaçlarına yanıt vermeyen geleneksel hiyerarşik örgüt yapısının model alınması; kamu çalışanlarını işçi sınıfının organik bir parçası olarak örgütlemeyi öngören ''çalışanların birliği'' projesinin kesintiye uğratılması vb. Bu nedenler tek tek değerlendirilebilir ve tartışılabilir; bugün önemli olan, kamu çalışanları mücadelesinin taşıdığı olumlu özellikleri tümüyle yok olmadan, yeni bir mücadele dönemini başlatabilmektir. Özellikle kamu çalışanları hareketini sonuç olarak bir ''memur organizasyonu''na kitlemeyi öngören yasal düzenleme tehlikesi karşısında bu daha da zorunlu hale gelmektedir.

Kamu çalışanları hareketinin, yeni bir sendikal hareketin temel taşıyıcıları arasında yerini alabilmesi için öncelikle sınıfın bütünsel örgütlenmesi ilkesine uygun yeni bir hamlenin başlatılması zorunludur. Bu noktada ''ortak çalışanlar yasası'' talebinin altında yatan ''birlikte örgütlenme, birlikte mücadele'' programına uygun bir perspektif yeniden devreye sokulmalıdır.

Bu zorunluluk, kamu çalışanlarının mücadelesinde yeni bir ''sorun alanı''nın devreye girmesiyle de yakından ilintilidir. Kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesinİn ilk evresinde bütün kamu çalışanlarını birbirine bağlayan, ''kamu çalışanlarının grevli ve toplu sözleşmeli sendikalaşma hakkı'' talebi, bugün en azından kimi sektörler açısından başka bir sorun tarafından ikinci plana itilmiştir. Özellile özleştirme tehditi altında olan enerji, haberleşme, sağlık gibi sektörlerde; ayrıca demiryolları, maden, eğitim yerel yönetimler gibi sektörlerde de taşeronlaştırma ve sözleşmeli personel yoluyla sınıf içi farklılaşma derinleştiriliyor. Bu sektörlerde, sınıfsal bütnlük sağlanmadan sadece kamu çalışanlarının grev ve toplu sözleşme hakkına sahip olmaları mümkün görünmüyor. Bu haklar kazanılsa bile tek başına kamu çalışanlarının bu hakları kullanabilmesi mümkün değildir.

Bu nedenle temel hedef çalışanların ortak örgütlenmesi olmalıdır; bunun için ''ortak mücadele platformları '' türünden işyeri örgütlülüklerinin yaratılması hem kamu çalışanlarının zayıflayan dinamizmlerinin yeniden ayağa kaldırılması hem de yeni bir sendikal hareketin yapı taşlarının yaratılması bakımından öncelikli bir görev haline gelmiştir. Ayrıca bu girişim, ''toplumsal hareket sendikacılığı''nın ete kemiğe bürünmesi açısından da katkı sunacaktır.

Kamu çalışanlarının işçi sınıfının organik bir parçası olarak yeniden örgütlenmesi için, geleneksel sendikal hareketten örnek alınarak oluşturulan dikey örgüt yapısı yani bugünkü KESK yapısı, yatay örgütsel mekanizmalarla (bölge meclisi, bölge yürütme kurulu vb.) geliştirilmelidir .Bu noktada KESK'in bugünkü yapısma ve sendikal siyaset çizgisine muhalif unsurların, mevcut tıkanıklığın süreklileşmesi karşısmda fiili il meclisleri türünden birleştirici araçlar yaratabilmeleri, yeni bir örgüt yapısının oluşturulabilmesi ve kamu çalışanlarının yeni bir sendikal hareketin kurucu dinamiği haline gelmesini sağlayabilecektir.

Kamu çalışanları sendikal hareketi açısından bir başka önem taşıyan nokta, özellikle eğitim, sağlık ve belediye hizmetleri gibi kamu hizmetleri alanında ''hizmeti üreten ile hizmeti alan'', yani kamu çalışanları ile halkın ortak mücadelesini yaratmayı amaçlayan faaliyetlere girişebilmektir. Kamu hizmeti, üretici ile tüketicinin dolaysız olarak karşıya karşıya gelmesini sağlıyor. Özelleştirme ve kamu hizmetlerinin metalaştırılması, bu ilişkinin toplumsal muhalefetin güçlendirilmesi için kullanılabilmesine olanak tanıyor. Bu nedenle, yüzünü sadece çalışanlara değil, halka dönen bir çalışma biçimi, yani hizmeti üretenle hizmeti alanın birleşebileceği bir muhalefet çizgisi, kamu çalışanlarının sahip olduğu mücadele potansiyelinin etkili bir halk muhalefetinin yaratılmasına katkı yapmasını kolaylaştıracaktır.

Sonuç

İşçi sınıfının yapısındaki hızlı değişim, mutlaka buna uygun yeni örgütsel biçimleri üretecektir. Geleneksel sendikal yapıların işlevsizleştiği bu ortamda, eğer bu ihtiyaç yeni bir sendikal hareket ile giderilmezse, boşluk daha uzlaşmacı sendikal anlayışlarca ve dinci, milliyetçi ideolojilerce doldurulacaktır. Bu noktada ''toplumsal hareket sendikacılığı'' anlayışı, yeni bir sendikal hareketin yaratılması için başlangıç zeminini oluşturmaktadır.

İşçi sınıfının ortak ve militan mücadele tarihinin yarattığı komite ve konseyleri deneyiminin ''toplumsal hareket sendikacılığı'' çerçevesinde yeniden tanımlanması zorunludur. Bugünkü koşullarda ''komite ve konseyler''in sadece işyeri temelinde tanımlanması eksik bir yaklaşım olacaktır. Kuşkusuz işyerinde oluşacak komite ve: konseyler, yeni bir sendikal hareketin ve gerçek bir işçi demokrasisinin temel yapı taşları olmaya devam edecektir. Bununla birlikte yeni örgütlenme biçimlerine paralel olarak komite ve konseyler kavramının bölge ve mahalleyi de kapsayan bir temelde yeniden tanımlanması gerektiği de açıktır.

Yeni bir sendikal hareketin yaratılması, sendikal hareketin sadece bir parçasını oluşturduğu yeni bir emek hareketinin güçlü dinamiklerinden birisini oluşturmaktadır. Emekçi, ezilen kitlelerin bugünkü sömürü ve egemenlik sistemine karşı, gündelik mücadele düzlemlerini bile toplumsal muhalefet karakteriyle örgütlenmek dışında bir seçenekleri yoktur. Çünkü bugün toplumsal muhalefet karakteriyle örgütlenmeyen gündelik mücadeleler, sınıfın en basit öz savunma ihtiyaçlarını bile karşılayabilmekten uzaktır. Sendikal hareketin, bir toplumsal muhalefet bilinciyle yeniden yaratılması ise işçi sınıfını tüm emekçilerin kitlesel, bütünsel ve bağımsız çıkarları etrafında örgütlemeyi öngören; kurumsallamış ve resmileşmiş mücadele alan ve araçlarını aşan; işçilerin aktif bir politik özne haline gelmesinin asgari koşullarını yaygınlaştıran bir yaklaşımın benimsenmesiyle mümkündür.

Kaynak: www.sendika.org