Eylül 2003 / September 2003
Devlet Yalanları
Ignacio Ramonet
“Yanlış bir şeyi haykırmaktansa ölmeyi yeğlerdim.” George Washington.
Amerikan kuvvetlerinin (ve Britanyalı takviyelerinin) Mezopotamya’daki “zafer”inden üç ay sonra, haklı gerekçelere dayandığından zaten kuşku duyduğumuz “kitle imha silahları”yla ilgili iddialarının yalan olduğunu öğreniyoruz. Bu dev oyunun içinde, Pentagon’un göbeğinde bulunan, entrikaların düzenlendiği gizli bir büro temel bir rol üstlendi: Özel Planlar Bürosu. Wolfowitz işin içinde bir “Devlet Yalanı” olduğunu kabul etti. Irak’a karşı bir uyarı saldırısını meşrulaştırmak amacıyla “kitle imha silahları” tehdidinin ön plana çıkartılması kararının “bürokratik nedenlerle” kabul edildiğini itiraf etti. “Bir konuda anlaştık, diye belirtti, kitle imha silahları konusunda, çünkü bütün dünyanın kabul edeceği tek gerekçe buydu.” Bush, BM’yi genel tutumundan caydırıp Irak’ın fethi projesine birkaç suç ortağı (Birleşik Krallık, İspanya) bulmak için umutsuzca bir savaş nedeni ararken, hiç duraksamadan en büyük devlet yalanlarından birini üretti.
Bu “Hırsız var!” diye bağıran hırsızın öyküsüdür. George W. Bush 12 Eylül 2002’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde sunduğu, Saddam Hüseyin’e karşı hazırlanan ünlü suçlama raporuna nasıl bir başlık verdi dersiniz? Yalanlarla ve Meydan Okumalarla Dolu Bir On Yıl. Peki raporda “kanıtları” art arda sıralarken kesin olarak ortaya koyduğu iddialar neydi? Bir dizi yalan! Irak, diyordu özünde, El Kaide Terör Örgütü’yle sıkı bir bağ kurmakta ve Amerika Birleşik Devletleri’ni tehdit etmektedir, çünkü elinde “kitle imha silahları” (KİS) bulunmaktadır iletişim danışmanları tarafından tavında dövülmüş ürkütücü bir ifade.
“Tüm zamanların en büyük zehirleme manevrası”
Amerikan kuvvetlerinin (ve Britanyalı takviyelerinin) Mezopotamya’daki zaferinden üç ay sonra, haklı gerekçelere dayandığından zaten kuşku duyduğumuz bu iddiaların yalan olduğunu öğreniyoruz. Amerikan yönetiminin KİS hakkındaki bilgileri değiştirdiği apaçık bir biçimde ortaya çıkıyor. General Dayton’un yönetimindeki 1400 müfettişten oluşan Irak Survey Group, bir kanıt oluşturabilecek en ufak bir unsurun gölgesine bile rastlamamıştır hâlâ. Sonra, Bush’un daha söz konusu suçlamaları ortaya atarken, gizli servislerinin hazırladığı ve bütün söylenenlerin yanlış olduğunu gösteren raporları almış olduğunu da öğrenmeye başlıyoruz. Kaliforniya temsilcisi demokrat Jane Harman’a göre, karşı karşıya olduğumuz şey “tüm zamanların en büyük zehirleme manevrası.” Amerika, tarihinde ilk kez bir savaşın gerçek nedenleri hakkında kendi kendisini sorguluyor, oysa çatışma çoktan bitti…
Bu dev oyunun içinde, Pentagon’un göbeğinde bulunan, entrikaların düzenlendiği gizli bir büro temel bir rol üstlendi: Özel Planlar Bürosu (Office of Special Plans, OSP). 6 Mayıs 2003’te New Yorker’da yayımlanan bir makalede, Seymour M. Hersch’in hakkında bilgi verdiği OSP 11 Eylül 2001’de savunma departmanının iki numaralı adamı Paul Wolfowitz tarafından kurulmuş. Davasına inanmış bir “şahin” olan Abram Shulsky tarafından yönetilen bu büronun görevi, farklı istihbarat birimlerinin (CIA, DIA, NSA) topladığı verileri çözümleyip birtakım sentezlere varmak ve bunları hükümete iletmektir. Pentagon tarafından finanse edilen bir örgüt olan Irak Ulusal Kongresi’nin başkanı pek saygıdeğer Ahmet Şalabi ile yakınları sürgünde olan kongre üyelerinin tanıklıklarına bel bağlayan OSP kitle imha silahları tehdidini ve Saddam Hüseyin ile El Kaide Örgütü arasındaki bağı alabildiğine şişirmiştir.
Veteran Intelligence Professionals for Sanity adı altında toplanmış, eski CIA ve Dışişleri Bakanlığı uzmanlarından oluşan bir grup 29 Mayıs tarihinde Başkan Bush’a gönderdikleri bir yazıda, geçmişte istihbarat birimlerinin topladığı, dalavereler sonucunda skandallara yol açan bilgilerin, “daha önceden de birtakım siyasal nedenlerle saptırılmış olduğunu, ancak hiçbir zaman, seçilmiş temsilcilerimizi bir savaşa izin vermelerini sağlayacak denli sistemli biçimde kandırmak amacıyla şimdiki gibi saptırılmadığını,” belirtmiştir.
Colin Powell bile oyuna gelmiştir ve artık kendi siyasal geleceğiyle oynamaktadır. En tartışmalı bilgilerin açıklanması konusunda Beyaz Saray ve Pentagon’dan gelen baskılara karşı direnmeye çalışmıştır. 5 Şubat 2003 tarihinde Güvenlik Konseyi önünde yaptığı ünlü konuşmanın öncesinde Powell, Başkan Yardımcısı Richard Cheney’in kabine müdürü Lewis Libby’nin hazırladığı müsveddeyi okudu. Belge o kadar kuşkulu bilgiler içeriyordu ki, Powell öfkesine hakim olamadı, sayfaları havaya fırlatıp şöyle dedi: “Bunu okumayacağım. Bu tam bir bok… ”. Sonunda, Dışişleri Bakanı, 5 Şubatta CIA Müdürü George Tenet’nin de görünür bir biçimde Powell’ın arkasına oturmasını ve söyleneceklerin sorumluluğunu paylaşmasını isteyecekti.
30 Mayıs’ta yayımlanan Vanity Fair dergisindeki bir röportajda Wolfowitz işin içinde bir Devlet Yalanı olduğunu kabul etti. Irak’a karşı bir uyarı saldırısını meşrulaştırmak amacıyla KİS tehdidinin ön plana çıkartılması kararının “bürokratik nedenlerle” kabul edildiğini itiraf etti. “Bir konuda anlaştık, diye belirtti, kitle imha silahları konusunda, çünkü bütün dünyanın kabul edeceği tek gerekçe buydu.”
Yani Amerika Birleşik Devletleri Başkanı yalan söyledi. Bush, BM’yi genel tutumundan caydırıp Irak’ın fethi projesine birkaç suç ortağı (Birleşik Krallık, İspanya) bulmak için umutsuzca bir savaş nedeni ararken, hiç duraksamadan en büyük devlet yalanlarından birini üretti.
Tek o değildi bunu yapan. Müttefiki, Britanya Başbakanı Anthony Blair, Londra’da 24 Eylül 2002’de Avam Kamarası önünde şöyle diyordu: “Irak’ın elinde kimyasal ve biyolojik silahlar var. (…) Elindeki füzeler 45 dakika içinde ateşlenebilir.” Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde geçen 5 Şubat’ta yaptığı konuşmasında şöyle diyordu: “Saddam Hüseyin gazlı kangren, veba, tifüs, kolera, çiçek ve kanamalı ateş gibi çeşitli hastalıklara yol açabilecek düzinelerce biyolojik ajan araştırmalarına girişmiştir.” “Öyle sanıyoruz ki, Saddam Hüseyin nükleer silahlar yaptırttı,” diye savunuyordu son olarak Başkan Yardımcısı Cheney Mart 2003’te savaşın hemen öncesinde.
Yaptığı sayısız açıklamalarda Başkan Bush aynı suçlamaları aralıksız sürdürdü. Hatta Amerikan ulusuna radyodan yayınlanan 8 Şubat 2003 tarihli konuşmasında şu ayrıntıları bile verdi: “Irak El Kaide örgütüne patlayıcı hazırlama ve sahte belge düzenleme konularında uzman kişiler göndermiştir. Ayrıca El Kaide örgütüne biyolojik ve kimyasal silahların hazırlanması konusunda destek sağlamıştır. Bir El Kaide ajanı 1990’lı yılların sonunda Bağdat’a birtakım zehir ve gazları elde etmekte yardımcı olmak üzere birçok kez Irak’a gönderilmiştir.”
Savaş Çığırtkanı Ülkeler, Medyalar ve Aydınlar
Propaganda organları haline gelmiş, savaş yanlısı büyük medyalar tarafından defalarca yinelenip güçlendirilen bütün bu açıklamalar Fox News, CNN ve MSNC televizyonları, Clear Channel radyo kanalı (Amerika Birleşik Devletleri’nde 1 225 istasyon) ve hatta Washington Post ya da Wall Street Journal gibi önemli gazeteler aracılığıyla kusturana dek tekrarlandı. Bu yalan suçlamalar tüm dünyada bütün “hadi savaşa” çağrılarının temel dayanak noktasını oluşturdu. Sözgelimi Fransa’da, Pierre Lelouche, Bernard Kouchner, Yves Roucaute, Pascal Bruckner, Guy Millière, André Glucksmann, Alain Finkelkraut, Pierre Rigoulot, vb gibi birçok önemli kişilik utanıp sıkılmadan bu suçlamaları diline doladı.
Suçlamalar Bush’un bütün müttefikleri tarafından da aynı şekilde yinelendi. İçlerinde en gayretli olanından başlayalım; İspanyol Hükümetinin Başkanı José Maria Aznar, Madrid Temsilciler Meclisi’nde 5 Şubat 2003’te yaptığı konuşmada suçlamaları şöyle onaylıyordu: “Saddam Hüseyin’in elinde kitle imha silahları bulunduğunu hepimiz biliyoruz. (…) Ayrıca kimyasal silahları da olduğunu hepimiz biliyoruz.” Birkaç gün önce, 30 Ocak’ta Aznar, Bush’un verdiği emri yerine getirerek Amerika Birleşik Devletleri’ni destekleyen bir bildiri yazmıştı, “Sekizlerin Mektubu” adındaki bu bildiriyi imzalayanlar arasında Blair, Silvio Berlusconi ve Vaclav Havel de vardı. Bildiride, “Irak rejiminin ve kitle imha silahlarının dünya güvenliği için bir tehdit oluşturduğunu” kesin bir dille kabul ediyorlardı.
Böylece, altı aydan uzun bir süre boyunca, Bush’un çevresindeki doktriner topluluğun idaresi altındaki gerçek bir propaganda ve zehirleme makinesi, ne Birleşmiş Milletler’in ne de dünya kamuoyunun istediği bir uyarı saldırısını meşrulaştırmak için birtakım devlet yalanlarını XX. yüzyılın en çok nefret edilen rejimlerine özgü bir kendini beğenmişlikle yaydı.
Devlet Yalanları Geleneği
Bu yalanlar Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihine damgasını vurmuş uzun bir devlet yalanları geleneğini yansıtıyor aslında. Bu yalanların arasında en pislerinden biri de Amerikan zırhlısı Maine’in 1898 yılında Havana körfezinde patlamasıyla ilgilidir; bu patlama, Amerika Birleşik Devletleri’nin İspanya’ya karşı savaşa girmesi ile Küba’nın, Porto Riko’nun, Filipinler’in ve Guam Adası’nın ilhakında bahane olarak kullanılmıştır.
15 Şubat 1898 akşamı saat 21:40 civarlarında, Maine gerçekten de şiddetli bir patlamaya kurban gitmişti. Gemi Havana limanında sulara gömülmüş, 260 kişi yaşamını kaybetmişti. Popüler basın hiç zaman yitirmeden İspanyolları geminin gövdesine bir mayın yerleştirmiş olmakla suçlayıp ne denli barbar bir toplum olduklarını anlatmaya başladı; “ölüm kampları”’ndan tutun da yamyamlıklarına kadar, işlemedikleri suç kalmamıştı tarih boyunca…
İki basın patronu, rakiplerini geride bırakmak amacıyla sansasyonel bir haber arayışına girişmiştiler; bunlar World’ten Joseph Pulitzer ve özellikle de New York Journal’den William Randolph Hearst idi. Bu girişim çok geçmeden, Küba’ya büyük yatırımlar yapmış ve adayı İspanya’nın elinden almayı düşleyen kimi Amerikalı işadamlarının desteğini kazandı. Ama halk Küba’yla pek ilgilenmiyordu. Gazeteciler de öyle. Mart 1898’de York Journal’in çizimcisi Frederick Remington Havana’dan patronuna şöyle yazıyordu: “Burada savaş mavaş yok, beni geri çağırmanızı istiyorum.” Hearst çektiği telgrafta cevap olarak şöyle dedi ona: “Orada kalın. Siz çizimlerinizi yapın, ben size savaş çıkartırım.” Sonra da Maine’in patlaması olayı gündeme geldi. Hearst, Orson Welles’in filmi Yurttaş Kane’de (1941) görülen türden şiddetli bir karalama kampanyası başlattı.
Haftalar boyunca her gün gazetelerinin birçok sayfasını Maine olayına ayırdı ve intikam isteyerek bıkıp usanmadan şu sözleri tekrarladı: “Remember the Maine! In Hell with Spain” (Maine’i hatırlayın! Cehenneme git İspanya!). Tüm diğer gazeteler de onu izledi. New York Journal’in tirajı önce 30 binden 400 bine yükseldi, sonra da adım adım bir milyonun üzerine çıktı! Kamuoyu fokur fokur kaynamak üzereydi. Olağanüstü bir ortam oluşmuştu. Dört bir yandan baskı altında kalan Başkan William McKinley 25 Nisan 1898’de Madrid’e savaş ilan etti. On üç yıl sonra, 1911’de, Maine’in patlamasıyla ilgili olarak kurulan bir soruşturma komisyonu makine dairesinde meydana gelen bir kazanın patlamaya yol açtığı sonucuna varacaktı...
Medya Destekli “Psikolojik Savaş” ve Manipülasyonları
1960 yılında, soğuk savaşın en kızgın dönemlerinin yaşandığı bir ortamda, Central Intelligence Agency (CIA) birkaç gazeteciye, Sovyetler’in silahlanma yarışında öne geçmek üzere olduğunu gösteren birtakım “gizli belgeler” verdi. Büyük medya hemen başkan adaylarına baskı yapmaya ve kıyametler kopartarak savunma paylarında ciddi bir artış talep etmeye başladı. John F. Kennedy sonunda, gelen baskılara dayanamayarak, denizden karaya balistik füzelerin (the missile gap) yapımı programına milyarlar ayıracağına söz verdi. Bunu yalnızca CIA değil, bütün askeri sanayi de istiyordu. Seçildikten ve programının onaylanmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin Sovyetler Birliği karşısında askeri bakımdan zaten üstün olduğunu öğrenecekti…
1964 yılında, iki destroyer Tonkin Körfezinde Kuzey Vietnamlıların torpido atarak kendilerine saldırdıklarını açıklar. Televizyon ve basın hemen olayı bir ulusal onur meselesi haline getirir. Misilleme yapılmasını isterler. Başkan Lyndon B. Johnson Kuzey Vietnam’a misilleme bombardımanları yapmak için bu saldırıları bahane eder. Kongre’den Amerikan ordusunu olayın içine istediği gibi katmasını sağlayacak bir karar almasını ister. Vietnam savaşı işte böyle başlar, ancak 1975 yılında bir bozgunla sona erecektir. Daha sonradan, yine iki destroyerin mürettebatından öğreneceklerimize göre, Tonkin Körfezindeki saldırı baştan aşağı bir uydurmadır…
Başkan Ronald Reagan’da da aynı senaryo. 1985 yılında, birdenbire “ulusal alarm” kararı alır; gerekçesi, Managua’da Sandinocuların iktidara gelmiş olması nedeniyle bir “Nikaragua tehdidi”nin ortaya çıkmış olmasıdır, oysa Sandinocular hem siyasal özgürlüklere hem de ifade özgürlüğüne saygı duymaktadırlar, ayrıca Kasım 1984’te demokratik seçimle iktidara gelmişlerdir. “Nikaragua, der Reagan, Texas Harlingen’e arabayla iki gün uzaklıkta. Tehlikedeyiz!” Dışişleri Bakanı George Schultz Kongre’de şöyle belirtir: “Nikaragua topraklarımızda yayılmaya çalışan bir kanserdir, Mein Kampf’ın öğretilerini uygulamaktadır ve bütün yarımkürenin kontrolünü ele geçirmeyi istemektedir...” Bu yalanlar, anti-Sandinist Kontra’ya yapılan kütlesel yardımı meşrulaştırmakla başlayıp sonunda İrangate skandaline kadar uzayacaktır.
1991 yılındaki Körfez Savaşı ile ilgili yalanlar üzerinde fazla durmayacağız, çünkü bu konuda birçok çözümleme zaten var, ayrıca bu yalanların hepsi belleklere birer modern beyin yıkama örneği olarak kazınmış durumda. Sürekli yinelenen bilgiler “Irak, dünyanın dördüncü ordusu”, “Kuveyt doğumhanesinde kuvözlerin yağmalanması”, “aşılması imkânsız savunma hattı”, “cerrahi vuruşlar”, “Patriot’ların etkililiği”, vb. gibi bütünüyle yalandır.
Bush’un Kasım 2000 başkanlık seçimlerindeki tartışmalı zaferinden bu yana kamuoyunun yönlendirilmesi yeni yönetimin baş işi haline gelmiştir. 11 Eylül 2001’deki dehşet verici saldırılardan sonra bu tam bir takıntıya dönüşmüştür. Rumsfeld’in dostu ve psy-war, yani “psikolojik savaş” uzmanı Michael K. Deaver yeni hedefi şöyle özetliyor: “Askeri strateji bundan böyle televizyon güvencesine göre düşünülmelidir, [çünkü] kamuoyu sizinleyse, hiçbir şey size karşı direnemez; kamuoyu sizinle değilse, hiç gücünüz yok demektir.”
Afganistan’a karşı girişilen savaşın başından bu yana, Britanya Hükümetiyle işbirliği içinde İslamabat’ta, Londra’da ve Washington’da, Koalisyon Hakkında Haber Merkezleri kuruldu. Her biri çeşitli entrikaların düzenlendiği gerçek birer propaganda bürosu olan bu Merkezler, Bush’un medya danışmanı Karen Hugues ve özellikle de Blair’in, siyasal imajla ilgili bütün konularda alabildiğine güçlü müridi Alistair Campbell tarafından tasarlanmıştır. Bakın, Beyaz Saray’ın sözcülerinden biri nasıl açıklıyor bu Merkezlerin görevini: “Kanallar günde 24 saat boyunca kesintisiz olarak haber yayınlıyor; eh, bu Merkezler de onlara her gün, günde 24 saat boyunca yayınlayacak haber temin ediyor...”
20 Şubat 2002’de, New York Times zihinleri yönlendirmeye yönelik en inanılmaz projesini açıklıyordu. Pentagon, “haber savaşı”nı yürütmek amacıyla, Rumsfeld ve Devlet Savunma Müsteşarı Douglas Feith’in talimatlarına uyarak, gizlice, Hava Kuvvetleri Generali Simon Worden’in yönetimi altında, Stratejik Etki Bürosu (SEB) adında, Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarlarına hizmet edecek birtakım yalan haberleri yaymakla görevli gizemli bir büro kurmuş. SEB yalan haberciliği uygulamakla, özellikle de yabancı medyalara yönelik olarak uygulamakla yetkilendirilmiş. New York’un bu ünlü gazetesi SEB’in ayda 100 bin dolar karşılığında, Rendon Group adında, daha önce 1990 yılında Körfez Savaşının hazırlanması sırasında kullanılmış olan, hatta Iraklı askerlerin Kuveyt Hastanesinin doğumhanesini yağmaladıklarını ve “kuvözlerden süt bebelerini çalıp yere atarak acımasızca öldürdüklerini ” gördüğünü söyleyen Kuveytli “hemşire” masalını uydurmuş olan bir iletişim kabinesiyle anlaştığını belirtiyordu. Söz konusu tanıklık Kongre üyelerini savaşa karar vermeye ikna etmekte kesin bir rol oynamıştı…
Basının bu haberleri ardından resmi olarak dağılan SEB hiç kuşkusuz etkinliğini sürdürdü. Yeni Irak savaşının arkasındaki en adice yönlendirmeleri başka nasıl açıklayabiliriz ki? Özellikle de kadın asker Jessica Lynch’in aksiyon filmlerine taş çıkartacak türden kurtarılışıyla ilgili o koca yalanı...
Hollywoodvari Senaryo
Hatırlanacaktır, Nisan 2003 başında büyük Amerikan medyaları Bayan Lynch’in öyküsünü alabildiğine etkileyici ayrıntılarıyla yayınlamıştı. Jessica Lynch Irak kuvvetlerinin ele geçirdiği 10 Amerikan askerinden biriydi. 23 Mart günü bir tuzağa düşmüş, bütün cephanesini bitirinceye dek kendisine saldıranlara ateş ederek sonuna kadar direnmişti. Sonunda yaralanmış, yaka paça alınıp düşman topraklarında, Nasiriye’de bir hastaneye götürülmüştü. Orada, Iraklı bir subaydan dayak yemiş, kötü muamele görmüştü. Bir hafta sonra, helikopterlerle getirilen özel Amerikan birlikleri yoğun ateş ve patlamalar ardından, ani bir harekâtla onu kurtarmayı başarmışlardı. Iraklı muhafızların direnişine karşın, komandolar hastaneye girip Jessica’yı kurtarmayı ve onu helikopterle Kuveyt’e götürmeyi başarmışlardı.
Aynı akşam Başkan Bush Beyaz Saray’dan ulusa Jessica Lynch’in kurtarıldığını haber verdi. Bir hafta sonra, Pentagon medyalara kurtarma sırasındaki çatışmalarda çekilmiş bir video bandını veriyordu; bantta öyle sahneler vardı ki, en iyi savaş filmlerinde bile göremezdiniz.
Ama savaş 9 Nisan’da bitti ve birkaç gazeteci özellikle de Los Angeles Times’dan, Toronto Star’dan, El País’ten ve BBC World kanalından birkaç muhabir Pentagon’un Jessica’nın kurtarılmasıyla ilgili verdiği bilgileri doğrulamak üzere Nasiriye’ye gitti. Şaşkınlıktan hepsinin ağzı açık kalacaktı. Genç kıza bakan Iraklı hekimlerden aldıkları yanıtlara göre ki bunları kız kurtulduktan sonra onu gözden geçiren Amerikalı hekimler de onaylamıştır, Jessica’nın yaraları (bir bacağı ve bir kolu kırılmış, bir topuğu da çıkmıştı) ateşli silah yaraları değil, yalnızca içinde yolculuk ettiği kamyonun kaza yapması sonucunda oluşmuş yaralardı… Ayrıca kötü muamele de görmemişti. Tersine, hekimler ona iyi bakmak için ellerinden geleni yapmışlardı: “Çok kan kaybetmişti, diye anlattı Dr. Saad Abdül Rezak, ona kan nakli yapmak zorunda kaldık. Neyse ki, ailemden birkaç kişinin kan grubu onunkiyle aynı: O pozitif. Böylece yeterli miktarda kan bulabildik. Buraya getirildiğinde nabzı 140 atıyordu. Öyle sanıyorum ki, onun hayatını kurtardık.”
Bu hekimler, akıl almaz risklere girerek, Jessica’yı iade etmek için Amerikan ordusuyla bağlantı kurmaya çalıştılar. Hatta özel komandoların müdahalesinden iki gün önce hastalarını ambulans içinde Amerikan hatlarının yakınına bile götürmüşlerdi. Ama askerler üzerlerine ateş açmıştı ve neredeyse kendi kahramanlarını öldüreceklerdi…
2 Nisan günü, daha gün doğmamıştı ki, birden karmaşık, etkileyici silahlarla donatılmış özel komandolar hastaneye girmişti, tabii hastane personeli de çok şaşırmıştı bu duruma. İki gündür hekimler Amerikan kuvvetlerine Irak ordusunun geri çekildiğini ve Jessica’nın onları beklediğini haber veriyorlardı zaten…
Dr. Anmar Uday sahneyi BBC’den John Kampfner’a anlattı: “Tıpkı bir Hollywood filmindeki gibiydi. Bir tek Irak askeri bile yoktu, ama Amerikan özel kuvvetleri silahlarını kullanıyorlardı. Havaya ateş ediyorlardı ve birtakım patlama sesleri duyuluyordu. Şöyle bağırıyorlardı: "Go! Go! Go!" Hastanaye yapılan saldırı bir tür şovdu ya da Sylvester Stallone’lu bir aksiyon filmi.”
Sahneler, Kara Şahinin Düşüşü (2001) filminde Ridley Scott’un asistanlığını yapmış biri tarafından, gece görüş özelliği olan bir kamerayla kaydedilmişti. Los Angeles Times’tan Robert Scheer’e göre bu görüntüler sonradan montaj için Amerikan ordusunun Katar’daki merkez karargâhına gönderilmiş ve Pentagon’un denetiminden geçtikten sonra da bütün dünyaya yayılmıştı.
Jessica Lynch’in kurtarılma öyküsü savaş propagandası yıllıklarında kalacak. Amerika Birleşik Devletleri’nde Irak savaşının en kahramanlık dolu ânı olarak kabul edilecek belki. Her ne kadar en az Saddam Hüseyin’in elinde bulundurduğu ileri sürülen “kitle imha silahları” ya da eski Irak rejimiyle El Kaide örgütü arasındaki bağlantılar denli yalan bir haber olduğu kanıtlanmış olsa da.
Bush ve çevresi, iktidar sarhoşluğu içinde Amerikalı yurttaşları ve dünya kamuoyunu aldattı. Yalanları, Profesör Paul Krugman’a göre, “Amerika Birleşik Devletleri’nin siyasal tarihindeki en büyük skandal, Watergate’ten bile büyük, İrangate’ten bile büyük.”
(Çev. Olcay Kunal)
1) Bakınız: “De la guerre perpétuelle”, Le Monde diplomatique, Mart 2003.
2) Karş. International Herald Tribune, 14 Haziran 2003 ve El País, Madrid, 1 ve 10 Haziran 2003.
3) Libération, Paris, 28 Mayıs 2003.
4) http://www.commondreams.org/views03/0506-06.htm
5) http://www.counterpunch.org/vips02082003.html
6) Karş. International Herald Tribune, 5 Haziran 2003.
7) http://www.scoop.co.nz/mason/stories/WO0305/S00308.htm
8) Time, a. y.
9) Karş. Le Monde, 10 ve 20 Mart 2003; Le Figaro, 15 Şubat 2003. Bakınız ayrıca: Anna Bitton, “Ils avaient soutenu la guerre de Bush”, Marianne, 9 Haziran 2003. Yalanın ortaya çıktığı şu günlerde, bu kişilerin sessizliği şaşırtıyor insanı…
10) El País, Madrid, 4 Haziran 2003.
11) http://www.herodote.net/histoire02151.htm.
12) Bakınız: “Entretien avec Noam Chomsky”, Télérama, 7 Mayıs 2003.
13) Bakınız ayrıca: La Tyrannie de la communication, Gallimard, col. “Folio actuel”, n° 92, Paris, 2001.
14) The Washington Post, 1 Kasım 2001.
15) Bu sahte hemşire Washington’daki Kuveyt Büyükelçisinin kızıydı; yalancı tanıklığına gelince, Rendon Group kabinesi için Başkan Reagan’ın eski iletişim danışmanı Michael K. Deaver tarafından kurgulanıp yazılmıştı.
16) El País, 7 Mayıs 2003.
17) BBC, Londra, 18 Mayıs 2003 :
http://news.bbc.co.uk/2/hi/programmes/correspondent/3028585.stm
18) Los Angeles Times, 20 Mayıs 2003. Bakınız ayrıca:
http://www.robertscheer.com/
19) The New York Times, 4 Haziran 2003.
Kaynak: Le Monde Diplomatique Türkiye