Haziran 2003 / Juni 2003

Protektoralar

Catherine Samary

Irak’a bir protektora dayatan ABD için bunun yeni bir keşif olmadığı çok iyi biliniyor. Avrupa imparatorluklarına parlak günler yaşatmış sömürgelerden yoksun olan ABD, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın kavşağında, Küba ve Filipinler, ardından Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Nikaragua ya da Panama gibi yeni-sömürgeleri doğrudan yönetmekten çekinmemişti.

Kuzeyden (Kürt) güneye (Şii), yeni Amerikan düzenine karşı gösterilen düşmanca tepkilere rağmen, ABD Irak’a bir protektora idaresi dayatmaya kararlı görünüyor. Washington’un bu saldırı savaşındaki kimi müttefikleri de dahil olmak üzere, devletlerin çok büyük çoğunluğu Birleşmiş Milletler’e başvurulmasını talep ettiği halde, Başkan George W. Bush Bağdat’ın anahtarlarını muhtemelen yerel işbirlikçilerle süslenmiş bir Amerikan idaresine emanet etmek niyetinde.

Yine de 2001 başından bu yana Beyaz Saray üzerinde kesin etki sahibi olan yeni muhafazakârlar hiçbir şeyi icat etmediler. Avrupa imparatorluklarına parlak günler yaşatmış sömürgelerden yoksun olan Amerika, 19. yüzyıl ile 20. yüzyılın kavşağında, Küba ve Filipinler, ardından Haiti, Dominik Cumhuriyeti, Nikaragua ya da Panama gibi yeni-sömürgeleri doğrudan yönetmekten çekinmedi.

İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD ve Batılı müttefikleri, Almanya ve Japonya’da demokrasiye geçişi sağlamak için bir kez daha protektora idaresine başvuracaklardı. Pek fazla bilinmez, Washington bu küçük düşürücü konumu Fransa’ya da dayatmayı düşlemişti.

1990’lı yıllarda protektora fikrinin büyük çapta yeniden gündeme gelmesi elbette bir rastlantı değil. Soğuk savaşta Amerika’nın kazandığı zafer, ulusal ya da bölgesel bütün buhranların gerçek süper güç ABD ile bir “Büyük” devlete atfedilen diğer özelliklere sahip olmasa da askeri gücünü koruyan Sovyetler Birliği arasındaki bilek güreşi yoluyla çözümlendiği bir dönemi de geride bıraktı. Bu kapışmalarda “karşılıklı uzlaşmalar” ve ilgili halkların sırtından yapılan nüfuz paylaşımları eksik olmuyordu. Ama bu iki kutuplu dünya, toplumsal ve ulusal kurtuluş hareketlerinin güçlü baskısını da hesaba katmak durumundaydı. Büyük devletlerin kalkınma mantığına yönelmiş devletlerdeki (çoğunlukla diktatörlüktü bunlar) iktidar güçleriyle ortaklığı, devletlerin göreceli bir istikrar içinde olmasına ve çatışmaların “denetim altında” tutulmasına olanak sağladı.

1980’li yıllarda uygulanmaya başlayan liberal dönüşümün sonunda Sovyetler Birliği’nin ve “blok”unun ortadan kalkmasıyla birlikte her şey değişti. Küreselleşme kurumlarının ve Avrupa Birliği’nin baskısı altında hami-devlet dağıldı, piyasa ve kâr galebe çaldı. Hem de öylesine ki, bir zamanların “sosyalist” ülkeleri kendilerini Batı kalıbına sokmak için çok ciddi çaba harcar oldular. Bazılarında ise durum daha da kötüydü: Etnik bakımdan karışık unsurların yer aldığı toprakları denetim altında tutma isteği ve zengin bölgelerle yoksul bölgeler arasında denge gözeten yeniden dağılım yöntemlerinden kopuş,Yugoslavya örneğinde olduğu gibi, kanlı yerel savaşların patlak vermesine yol açtı,. O güne kadar Moskova ve dostlarının, kendi saflarında yer almaları için; Washington ve yandaşlarının ise Sovyet etkisini engellemek için onlara sağladıkları yardım kesilince, bazı üçüncü dünya devletleri çöktü. Hatta Somali gibi kayıtsız şartsız “kaybolup giden” devletler bile oldu.

Baş gösteren bu yeni sorunların üstesinden gelmek için ne yapılıyor? Bazı durumlarda, 1993 Ekiminde o kısa süreli feci Amerikan müdahalesinin ardından Somali’de olduğu gibi, medyatik bir yardımın peşi sıra ilgisizlik hakim oluyor: Nedeni, bu çatışmaların dünyanın geri kalanı üzerinde ya da bulundukları bölgede pek fazla “zararlı” etki yaratmayacağı kanısı. Washington açısından ikinci derecede önem taşıyan bazı başka yerlerde de, Timor’da olduğu gibi, protektora Birleşmiş Milletler Örgütü’ne emanet ediliyor.

Bunlara ilaveten bir de Kosova, Afganistan, Irak gibi, ABD’nin kendi çözümlerini silah gücüyle başarılı kıldıktan sonra “dersin” boşa gitmemesini sağlayacak biçimde zincire vurmayı düşündüğü ve stratejik açıdan az çok vaat ettikleriyle orantılı olarak değişik seviyelerde önem verdiği ülkeler var. ABD Kosova’da, bölgedeki NATO üslerini çoğaltmakla birlikte ilk fırsatta yetkiyi Avrupa Birliği’ne bıraktı. Afganistan’da El Kaide’ye ve onun Taliban müttefiklerine karşı askeri savaşı sürdürüyor, ama asayişin korunması da dahil ülkenin günlük yönetimini, başına NATO’nun geçtiği Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’ne (ISAF) devretti. Buna karşın Irak’ta ekonomik, siyasi ve askeri iktidarın tüm dizginlerini elinde tutmaya kararlı görünüyor.

Şu halde protektora formülü, “Kim neyi kontrol ediyor?” sorusundan yola çıkarak değerlendirilmesi gereken son derece farklı ve değişken durumları kapsıyor. Her halükârda bu formül, Noam Chomsky’nin vurguladığı gibi, “Birleşmiş Milletler Yasası’nda belirlenmiş uluslararası düzenin kuralları ile İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kabul edilmiş haklar arasındaki bariz çelişki”den(1) yakasını sıyırmış değil: Bir yanda, içişlerine her türlü müdahaleyi yasaklayan devletlerin egemenliği; öte yanda, tam tersine icabında kendi rejimlerine karşı yardımlarına koşmayı gerektirebilecek halkların egemenliği. Bununla birlikte, 1990’lı yılların kaos jeopolitiği,(2) büyük devletlerin bu yeni “karışıklıklar”daki sorumluluklarından ötürü değil de, tehlikede olan halka yardımı reddetmekten ileri gelen “eylemsizlik”le suçlandığı bir dönemde pek rağbet gören “müdahale hakkı”na meşruluk kazandırmışa benziyor.

Örneğin, etnik temizliklere karşı seferber olmuş çevrelerde, 1990-1991’deki Irak durumundan farklı olarak “Bosna’da” işletilecek “ petrol olmadığı”, buna mukabil korunacak insan yaşamlarının ve değerlerin bulunduğu vurgulanıyor. Seçici ve sinik bir müdahaleciliğin ikiyüzlülüğüne karşı isyan, -saflıkla ileri sürülmüş olsun olmasın- “insani” gerekçeli bir askeri müdahale talebine dönüşecektir.

“Ticari ve mali küreselleşme çerçevesinde, protektoralardan, genel valilerden ve konsül vekillerinden oluşan bir sistemin gözümüzün önünde şekillendiğine tanık oluyoruz. Hatta bu parasal, ekonomik ve askeri vesayetlerin manda tarzı bir yeniden sömürgeleştirme talebini bile karşıladığı oluyor. Küreselleşmenin satranç tahtasında, küçük ülkeler, biçimsel bağımsızlık örtüsü altında, büyük jeostratejik oyunun basit birer piyonuna indirgenme tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar.”(3) Daniel Bensaïd’in tahlil ettiği bu “hamiler çağı”, devletlerin egemenliği ilkesini de, halkların kendi kaderini tayin hakkını da elbette ayaklar altına alıyor.

Kavimler arasındaki savaşların Pandora’nın kutusunu açarak hızla mini-devletler üretmesi, dar anlamda (her etnik halkın kendi devletinin olması şeklinde) yorumlanan kendi kaderini tayin hakkının bizzat kavram olarak itibar kaybetmesine yol açıyor. Halkların evrensel (sosyal, kültürel, siyasal) haklarını savunmada en elverişli siyaset biçiminin ne olduğuna bizzat kendilerinin karar vermesini sağlayacak güç ilişkilerinin bulunmaması halinde, büyük devletler kimin devlet kurabileceğini ve bunu hangi temeller üzerinde kurması gerektiğini tayin etme hakkını kendilerinde görüyorla.(4)

Dolayısıyla bu yardım biçimini talep edenler için de, buna kuşkuyla yaklaşanlar için de, mandaların içeriğini, oluşumlarındaki koşulları, bir denetim örgütünün bulunup bulunmadığını vb. kıyaslayarak söz konusu “protektoraların” teker teker bilançosunu çıkarmak önem taşıyor. Hem canice bir ilgisizliğe sürüklenmemek (Ruanda’yı hatırlayalım), hem de “iyi huylu”(5) olduğu varsayılan ama tedavi yöntemlerinin kötünün de kötüsü olduğu ortaya çıkan bir “insani emperyalizm” karşında körlüğe kapılmamak, ancak eleştirici ama yeniliklere de açık bir tavırla mümkün olabilir. Ortak noktalara karşın, Irak Afganistan değildir, Kosova ve tabii Bosna hiç değildir.

Bu son iki tecrübe başlı başına bir inceleme gerektiriyor. Bu yarı-protektoraların her ikisinin de savaşlara son verip siyasi kurumları ve seçimleri yerleştirmekten işe başlayarak yeniden inşa faaliyetine girişmelerinin üzerinden epey yıl geçti. Ancak hangi dinamik uyarınca gerçekleşti bu?

Bosna-Hersek’le ilgili 1995 Dayton Anlaşması ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Haziran 1999’da Kosova hakkında aldığı 1244 sayılı karar, her ne kadar savaşlara son verdiyse de karşı karşıya gelen zıt mantıkları hesaba katmadı. Dolayısıyla yarı-protektoralar uyumdan yoksun bir bütünün başına geçti. Ve bu yüzden de söz konusu anlaşmaya hâlâ sürekli itiraz ediliyor. Ayrıca uluslararası güçlerin buradaki mevcudiyetine ve yoğun uluslararası yardıma karşın, toplulukların korunması ya da ekonomik kalkınma konusunda verilen sözlerin yerine getirilmemiş olması da üstüne tuz biber ekiyor.

NATO’nun genişlemesine haklılık kazandırmak için, NATO’nun koruyuculukta gösterdiği “başarı”, genellikle, onu Birleşmiş Milletler’den ayıran bir “gerçeklik” olarak sunuluyor. Birleşmiş Milletler’in Mavi Berelileri, çatışmanın tam ortasında, gerekirse kullanılabilecek sınırlı bir “meşru müdafaa” hakkıyla dengelenmiş salt bir “barışı koruma” yetkisine sahipken (aptalca bir şey), NATO’nun kendi birliklerini Bosna’da gerçek ateşkesin sağlanmasından sonra konuşlandırması, bu yanılsamayı besleyen bir olgu oldu.

Uygulamada ABD, stratejik bakımdan tali önemde gördüğü Yugoslavya krizinin yönetiminden önceleri uzak durdu, ama bu arada Sırp kuvvetlerini dengeleyeceği varsayılan Hırvat ya da Saraybosna ordusuna, 1999’da da Kosova Kurtuluş Ordusu UÇK’ya yol gösterip silah vermekten de geri kalmadı. ABD’nin NATO’yu vurucu hava gücü olarak ön plana çıkarttığı iki durum oldu: Birincisi 1995 anlaşmasından önceydi ve NATO Bosna’da “Birleşmiş Milletler’in silahlı kolu” olarak görev yaptı; ikincisi 1999 yılının Mart ile Haziran ayları arasında, Yugoslavya’ya karşı Birleşmiş Milletler’den yetki alınmadan yürütülen savaş sırasında.

Yani, 2001 Ohri Antlaşması’ndan sonra Makedonya da dahil olmak üzere, NATO’nun Balkanlar’daki çatışma bölgelerinde gerçekten konuşlanması ancak bütün taraflar arasında anlaşmaların imzalanmasından sonra oldu. Esas mesele, Atlantik İttifakı’nın Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinin birçoğunda üsler kurarak bu bölgede yayılmasını sağlamak ve bu arada Amerikan donanmasına da liman temin etmekti. Ama şiddetli gerilimlerin yaşandığı durumlarda Washington, kendi askerlerindense bölgedeki diğer güçlere dayanmayı, hatta bir an önce işin içinden sıyrılmayı yeğliyordu: ABD kendi askerlerini dünyanın daha tayin edici önemde görülen bölgelerinde konuşlandırdığından, bu gibi durumlarda Amerikan askerleri nöbeti yerel ya da Avrupalı birliklere devrediyordu...

Kısacası, şartlara uyum sağlayan oldukça esnek bir realpolitik baskın çıktı. Böylece, Bosna’daki dört yıllık etnik temizlik savaşının ardından, Başkan William Clinton, Birleşmiş Milletler’in barış planlarının uğradığı başarısızlıktan ve Avrupalı arabulucuların diplomatik inisiyatifi yeniden ele geçirme ve Varşova Paktı’nın dağılmasından (1991) sonra NATO’yu ön plana çıkarma gayretlerinin sonuçsuz kalmasından yararlanmaya çalıştı. Dayton’da aranan uzlaşma,(6) bölgedeki güçlü devletlere dayandığından, fiilen birbiriyle çatışan güçler arasındaki dengeyi yansıtıyordu. ABD, savaşa sahne olan Bosna-Hersek’in başkanı Alia İzzetbegoviç’in yanı sıra iki komşu ülkenin başkanını da davet etmişti: Biri “bütün Sırplar adına” konuşan Slobodan Miloseviç’ti, diğeri de “bütün Hırvatlar adına” söz alan Franyo Tucman.

Bu seçim ayrıca, söz konusu iki lider arasındaki anlaşmanın, Bosna’nın etnik olarak(7) parçalanmasında ve büyük devletlerin bölgedeki “istikrar”a ilişkin o zamanki görüşlerinde önemli rol oynadığını doğruluyordu -halihazırda Lahey’de görülen dava açısından rahatsız edici olgular.(8) Eski Yugoslavya İçin Savaş Suçları Mahkemesi (ICTY) tarafından suçlanan Bosnalı Sırp liderler Radovan Karadziç ve Ratko Mladiç uzaklaştırıldı. Dayton Anlaşmasıyla resmen onaylanan Republika Srpska yine de onların eseriydi. Kuşkusuz, mültecilerin geri dönmesi ve ülkenin merkezi kurumlarının güçlendirilmesi hedef olarak belirlenmişti. Ama yerel savaş şefleri, iktidarlarını büyük ölçüde koruyorlardı, orduları da duruyordu.

Özetle Dayton’da ne yenen vardı ne de yenilen. Anlaşmanın çarpışmalara son vermesi topluluklar için bir teselli oldu. Ne var ki bu anlaşmayla tüm etnik temizlikler resmen onaylanıyor ve bölgede en fazla anlaşmazlık yaratan toprak iddiaları sorununun kolay yoldan çözümüne fırsat tanınıyordu; öyle ki Sırp güçleri Srebrenica sınırları içinde Müslüman çoğunluğun yaşadığı bölgeyi bu unsurlardan arındırdığında ne uluslararası birlikler savundu onları ne de Saraybosna birlikleri; aynı şekilde Hırvat ordusunun 1995 yazında Krayina Sırplarına karşı yürüttüğü saldırıya da ses çıkartılmadı, Belgrad’dan da fazla bir itiraz gelmedi. Zira Dayton, Kosova konusunda da sessizliği koruyordu.

Bu sessizlik taşradaki Arnavutlar arasında siyasal radikalleşmeye yol açtı. 90’ların başındaki baskıdan beri, Arnavutlar, ilan ettikleri ve İbrahim Rugova’nın başkanı bulunduğu “cumhuriyetlerinin” tanınacağını umarak, Sırp kurumlarını barışçı yollardan boykot ediyorlardı. Dayton’da, yaptırımların ve komşu ülkelerle karşılıklı birbirini tanımayı öngören anlaşmanın askıya alınmasıyla, Miloseviç’in uluslararası konumunun güçlenmesi (ve dolayısıyla Sırbistan sınırlarının resmen kabul edilmesi), bağımsızlıkçı bir proje için tehlike demekti. Bunun için UÇK anlaşmazlığı şiddet yoluyla uluslararası plana çekmeye çalıştı. Miloseviç’in 1998 yazında UÇK’nın kökünü kazıma niyetiyle giriştiği saldırı, sonuçta onun daha da popülerleşmesine yol açtı.

Ne var ki büyük devletler, Federasyonun parçalanmasını kabul ettikten sonra, Makedonya’yı da etkileyecek bir genel yangından korktukları için, o güne kadar, ayrılıkçı hareketleri Bosna ve Kosova’yla sınırlı tutmaya çalışmışlardı. Bunun için, 1999 ilkbaharında, Rambouillet Konferansı sırasında Kosova için bir özerklik planı önerdiler; Sırp tarafı bu planı kabul etti, ancak asker konuşlandırılmasına karşı çıktı. Arnavutlara gelince, onlar bizzat özerkliği reddettiler. Clinton’ın Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Avrupa Birliği’ne Birleşmiş Milletler bünyesinde değil de NATO çerçevesinde harekete geçmeyi dayatmak için, UÇK’yla bir olup bu açmazdan yararlandı... Ardından gelen Belgrad bombardımanı, NATO’nun Kosova’da konuşlanmasını dayatma hedefini güdüyordu.(9) Washington, Arnavutların onayını almak için, muğlak bir ifadeyle, kendi kaderlerini tayin edecekleri bir referandumu, belli bir süre içinde “göz önünde bulundurma” sözü verdi.

Bombalı Demokrasi

Kosova nüfusunun %80’ini oluşturdukları halde Arnavutlar savaşa son veren görüşmelerin dışında tutuldular, zira Yugoslav başkanı tarafından imzalanan 1244 sayılı karar Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin sınırlarına saygı gösterilmesini öngörüyordu. Bu arada mark Kosova parası haline geldi, NATO birliklerinin koruması altında UNMIK (Birleşmiş Milletler Kosova Geçici İdari Misyonu) burada geçici olarak yönetimi ele almıştı.

Arnavutlar tarafından kurtarıcı olarak karşılanan NATO birlikleri, gerçekten de, Sırp güçlerinin taşradan kovduğu yüz binlerce Arnavut’un kısa sürede evlerine dönmesine olanak sağladı. NATO birlikleri, Arnavutların gözünde, Sırbistan’ın büyük devletlerle ilişkilerinin bozulduğu şartlarda ve sadece Sırplarla değil, isterse Arnavut olsun, Sırplarla diyalogu benimseyebilecek herkesle siyasal uyuşmazlıkları görülmemiş ölçüde keskinleştiren bir “bomba yoluyla demokrasi” pahasına, müstakbel bir bağımsızlık için beslenen umudu simgeliyordu.(10) NATO komutasındaki 40.000 askerin, on binlerce Sırp ve Çingenenin maruz kaldığı mukabil bir etnik temizliği de, Arnavutlar arasında kısmen siyasi kısmen mafyöz bir iç savaşın patlak vermesini de engellemeyi başaramadığını belirtmeye gerek yok. Aynı şekilde Bosna-Hersek’te de, sadece bir yıl burada kalacağı varsayılan askeri gücün başarısızlığı, bu güç, Anlaşmaları Uygulama Kuvveti’den (IFOR’un) İstikrar Kuvveti’ne (SFOR’a) dönüştürülerek gözlerden gizlendi.

Yükümlülükten kurtulmayı hedefleyen “krizden çıkma” stratejisi, her iki durumda da, çatışmalı yörelerde düzeni sağlama görevini (çoğunlukla polis kuvvetine dönüştürülmüş aşırı milliyetçi eski milislerden oluşan) yerel güçlere devretmeye götürdü. Belli bir süre geçerli olabilecek tek mantıklı süreçti bu kuşkusuz, protektora konumundan çıkışın ve bir hukuk devletinin doğuşunun başlangıcı olabilirdi. Ancak yerel sosyoekonomik gerçekliklerin siyasal istikrar umudunu teşvik eder nitelikte olması kaydıyla. Ne yazık ki durum hiç de öyle değil.

Dayton’dan sekiz yıl sonra, Bosna nüfusunun dörtte üçü yoksulluk sınırının altında yaşıyor, çalışacak yaşta olanların %40’ı işsiz -bu oran Kosova’da % 60’ın üzerinde. Suçluluk ve yolsuzluk yoksulluğa, kurumların oturmamışlığına ve uluslararası örgütlerin buradaki varlığına eşlik ediyor. Organik olarak doğrudan protektoraya bağlı bir “bağımlılık sendromu” her tarafa yerleşmiş durumda. “Uluslararası örgütler çözümün değil sorunun bir parçası” diye düşünüyor ekonomist Zarko Papiç(11) onların “kendilerini ayakta tutmaya ve geliştirmeye ihtiyaçları” olduğunu söylüyor. Bunun yanı sıra, uluslararası bir örgütte çalışan en basit şoförün ya da çevirmenin aldığı ücret, insanı “normal” işten caydıracak nitelikte... tabii “normal” iş var olduğunda.

Başarısızlık, özünde, buradaki uluslararası kuruluşların “verimlilik potansiyeline sahip olsalar da devlet şirketlerine yatırım yapmayı” (12) reddetmelerindeki yeni-liberal mantıktan ileri geliyor. Dayton Anlaşması da Rambouillet Projesi de (aynı zamanda Avrupa Birliği’yle ortaklık anlaşmaları ve “yardımlar” da) özelleştirmelerle birleştirilmiş “pazar ekonomileri”ni dayatıyor... Bunlar, yozlaştırıcı düzenlemeleri saymazsak, yeni düzenlemeler getirmeden sosyal destek kurumlarını yıkma yoluna gidiyorlar. Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) atadığı Merkez Bankası genel müdürü, her türlü modernleşmeyi engelleyen aşırı faiz oranlarını teşvik ediyor. Zira dolaysız yabancı yatırımların kamu yardım ve finansmanlarının yerine geçeceği varsayılıyor.

Ve işte güvenceden uzak bir ortam, mülkiyeti karara bağlamak ve korumak zorunda olduğu düşünülen devletin statüsü bile aydınlığa kavuşmamış... Eski Yugoslavya’nın genelinde kendini gösteren bu sorun, “tek” ilan edilmiş ancak etnik birimlere bölünmüş bir Bosna’nın istikrarsızlığı ve aynı zamanda Kosova’nın kesin bir statüden yoksun olması nedeniyle daha da ciddi bir hal aldı: Belgrad, Kosova’daki özelleştirmeleri durdurmak için 1244 sayılı kararı ileri sürüyor. Buna koşut olarak, mültecilere ve ülkelerini terk etmek zorunda kalmış kimselere mallarının iade edilmesi konusundaki belirsizlik, yaklaşık bir milyon insanın Bosna-Hersek’e geri dönmesini zorlaştırıyor.(13)

Cemaatlerin kendi içlerine kapanması, mevcut kaos ortamında, yine de en güvenli korunma biçimi olarak görünebilir. Haliyle bu durum “milliyetçi” oyları ve yöresel gruplaşmaları pekiştiriyor. Bosna’da bu aynı zamanda, işgalci gibi davranan uluslararası güçlerin küstahlığına bir cevap oluşturuyor ve “iyi” adayları ayıklayıp seçimle iş başına gelenleri kovan bir yüksek temsilci(14) tarafından “dayatılmış demokrasi”yi bir tür protesto biçimi olarak ortaya çıkıyor. Halen bu görevi yürütmekte olan Patty Ashdown, halefinin aksine, protektora uygulamasının başlarında olduğu gibi, milliyetçi partilere dayanmaya çalışıyor... Ancak “evrensel yurttaşlık” kavramını -etnik milliyetçi kimlikleri değil- belli bir toprak üzerinde sağlamlaştırmak isteyip de beraberinde, hangi milliyetten olursa olsun herkes için geçerli fiziki ve sosyal korumaya yönelik uygulamalar getirmemek, ister istemez başarısızlığa götürüyor.

Voyislav Koştunitsa’nın iktidara gelmesi, Bosnalı Sırpların ayrılıkçılık yapmasından duyulan endişeyi tazeledi. Ve Yugoslavya’nın Sırbistan ve Karadağ Birliği’ne dönüştürülmesi, Kosova’nın statüsü sorununu yeniden gündeme getirdi. O güne dek, ABD ve Avrupa Birliği bu konuyla ilgili tartışmayı oybirliğiyle ertelemişti.(15) 2003 Martında cinayete kurban gitmeden önce Sırp Başbakanı Zoran Cinciç ilk hamleyi yaptı: Sırpların korunmadığını ve 1244 sayılı kararda öngörüldüğü halde Arnavutların Sırp kuvvetlerinin geri dönmesine her şart altında karşı çıktığını kaydederek Kıbrıs modelini, hatta “Kosova-Metohiya”nın etnik paylaşımını tavsiye etti. Bir kesim Sırbistan’da kalacak, diğer kesim de ya bağımsız hale gelecek ya da Arnavutluk’la birleşecekti.

Sırbistan’da olağanüstü hal henüz ilan edilmişken, eski UÇK gerilla şefi Haşim Taci, uluslararası baskı altında, bağımsızlık konusunda bir moratoryum öneriyor.(16) “Arnavut topraklarının birleştirilmesi” için bir “ilkbahar saldırısı” başlattığını ilan eden yeni Arnavut Ulusal Ordusu (AKSh), böylesi bir çark edişe rıza gösterecek mi? UNMIK’in (Birleşmiş Milletler Kosova Geçici İdari Misyonu) şu anki başkanı Michael Steiner, yetkileri önemli ölçüde Kosova kurumlarına devretmeye başladıklarını bildiriyor. Ancak yetkilerin devredilmediği “saklı tutulan alanlar”da, sonu belirsiz ve bölgesel istikrardan yoksun bir protektoranın batağa saplanmasına doğru bir gidiş değil mi bu?

Kısacası Bosna’da da, Kosova’da da bilanço hiç mi hiç olumlu gözükmüyor. Yine de bundan her türlü protektoranın mahkûm edilmesi gerektiği sonucu çıkmamalı. Kanıtı da Doğu Timor: Nüfusunun üçte birini yitirdiği bir soykırıma, ardından acımasız bir işgale maruz kalan (1975-1999) bu küçük ülke halkı, Birleşmiş Milletler’in koruması sayesinde, ilkin Endonezya’nın hâkimiyetinden, ordusundan ve milislerinden kendisini kurtarmayı başardı, sonra referandum yoluyla bağımsızlık kararı aldı ve bu bağımsızlığın temellerini başarıyla inşa etti. Birleşmiş Milletler’in iki buçuk yıllık protektorası ardından, 20 Mayıs 2002’de Timor Lorosa’e Cumhuriyeti dünyaya gözlerini açıyordu, devlet başkanı da oyların %83’ünü alan, direnişin önderi Xanana Gusmão’ydı…(17)

Kuşkusuz bu tecrübenin göreceli başarısı, içinde barındırdığı kendine özgü niteliklerden ileri geliyordu. Timor’da kurulan protektora, hem ülke içinde hem de uluslararası çapta, kamuoyundan gelen güçlü bir talebe cevap veriyordu. Endonezyalı işgalcilerin işlediği suçlara fiilen destek olmamakla yetinmiyor, bunları en ufak bir belirsizliğe yer vermeksizin mahkûm ediyordu. Protektora Birleşmiş Milletler’e emanet edilmişti ve onun tarafından yönetiliyordu. Halkın bağımsızlık iradesinin açığa çıkmasından önce başlayıp demokratik seçimlerle son bulan sınırlı bir süreyi kapsıyordu. Protektora, bütün kozları Timorlulardan yana kullanmak için, can alıcı sorunlara gerçekten el koydu. İşte Irak halkının yararlanmaktan kuşkusuz hoşnut kalabileceği bir formül...

(çev. Mine Haksal)
(1) Noam Chomsky, “Bombing and human rights: behind the rhetoric” in Ethical imperialism, Edited by Ken Coates, The Spokesman 65, The Russell Press Ltd.,Nottingham, 1999.
(2) bkz. Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Folio, Paris, 1999.
(3) Daniel Bensaïd, Contes et légendes de la guerre éthique, Textuel, Paris, 1999.
(4) bkz. Barbara Delcourt ve Olivier Corte, Ex-Yougoslavie: droit international, politique et ideologies, Bruylant, Universités de Bruxelles, 1998.
(5) Mary Kaldor, “A Benign Imperlaism”, Prospect, Londra, Nisan 1999.
(6) bkz. Ivo H. Daalder, Getting to Dayton – The Making of American’s Bosnia Policy, Brooking Institution Press, Washington, 2000.
(7) bkz. Diane Masson, L’utilisation da la guerre dans la construction des systèmes politiques en Serbie et en Croatie, 1989-1995; ve Marina Glamocak, La transition guerrière yougoslave, L’Harmattan, Paris, 2002. Farklı bir yaklaşım için bkz. Diana Johnstone, Fool’s crusade, Pluto Press, Londra, 2002.
(8) bkz. “Yugoslavya Tarihi Yargılanıyor” ve Xavier Bougarel, “Lahey’de Fiyasko”, Le Monde diplomatique Türkiye, Nisan 2002.
(9) Joël Hurecht Établir les faits adlı kitapta ( Éditions Esprit, Paris, 2001) bu olguları es geçiyor.
(10) bkz. Jean-Arnault Dérens, “Adieu au Kosovo multiethnique”, Le Monde diplomatique, Mart 2000.
(11) Zarko Papic, in Christophe Solioz ve Svebor André Dizvarevic, La Bosnie-Herzégovine, Enjeux da la transition, L’Harmattan, 2003, s. 57-81.
(12) bkz. Dragoljub Stojanov, aynı yerde, s.103.
(13) bkz. Bosna-Hersek İnsan Hakları Helsinki Komitesi’nin raporu (www.bh-hchr.org).
(14) İlk başta Birleşmiş Milletler’e bağlı bulunan yüksek temsilci, 15 Mart 2002’den beri Avrupa Birliği’ne bağlı. Hem seçimle iş başına gelenler hem de çıkan yasalarla ilgili doğrudan “zorlama yetkisi”ne sahip.
(15) bkz. International Crisis Group, Balkans Report, Londra, sayı 24, Mart 2002.
(16) Bölgeyle ilgili tüm dosyalar için bkz. Courrier des Balkans, www.balkans.eu.org
(17) bkz. Any Bourrier, “Doğu Timor’un Bağımsızlığı”, Le Monde diplomatique Türkiye, Haziran-Temmuz 2002.

Kaynak : Le Monde Diplomatique Türkiye