Haziran 2003 / Juni 2003
Yeni Emperyalizm
Ignacio Ramonet
Amerikalı general Jay Garner, bombalanmış ve yağmalanmış Bağdat’a ayak basarken, adeta kendisinin ulvi görüntüsü eski Mezopotamya’nın üzerine çöken bin bir belanın mucizevi sonunu ifade ediyormuşçasına, “Irak için büyük bir gün” diye açıklamada bulundu. En şaşırtıcı olan, bu sözdeki densizlikten çok, büyük medyaların “ABD’nin konsül yetkisine sahip valisi” denilebilecek bir kimsenin atanmasını yansıtırken sergiledikleri boyun eğici duyarsız yaklaşımdı. Uluslararası hukuk diye bir şey kalmamıştı sanki. Manda devrine(1) geri dönmüş gibiydik. Sonuç olarak, Washington’un Amerikan silahlı kuvvetlerinin bir subayını (emekli olmuş) egemen bir devleti yönetmekle görevlendirmesi adeta normaldi...
“Koalisyon”un göstermelik üyelerine dahi danışmadan alınan, mağlup ülkeyi yönetmek üzere yüksek kademeden bir subay atama kararı, sömürge imparatorlukları döneminin eski uygulamalarını fena halde çağrıştırıyor. Hindistan’a hükmeden Clive’ı, Güney Afrika’yı komutası altında tutan Lord Kitchener’ı ya da Fas’ı yöneten Lyautey’i hatırlamamak mümkün mü? Şu işe bakın, bu türden suiistimallerin siyasi ahlak ve tarih tarafından sonsuza dek mahkûm edildiği sanılıyordu bir de...
Bununla hiçbir ilgisi yok deniyor bize, “Irak’taki geçiş dönemini” daha çok General Douglas McArthur’un 1945 sonrası Japonya tecrübesiyle kıyaslamak gerektiği söyleniyor.
Daha da endişe verici değil mi bu? Amerika’nın, mağlup rakip devletin başına bir general atama kararına varması için, Hiroşima ve Nagasaki kentlerinin atom bombasıyla yerle bir edilmesi, kısacası neredeyse kıyamet gününün yaşanması gerekmemiş miydi? Birleşmiş Milletler Örgütü’nün henüz işlerlik kazanmadığı bir dönemdi.
Oysa Birleşmiş Milletler var şimdi, en azından teorik olarak var.(2) Ve Irak’ın Amerikan kuvvetleri tarafından (yedeklerindeki İngiliz kuvvetleriyle birlikte) istilası, herhangi bir üçüncü ya da dördüncü dünya savaşına son vermiş falan da değil... Tabii Başkan George W. Bush ve çevresi 11 Eylül 2001 saldırılarını dünya çapında bir çatışmayla eş tutuyorsa, o zaman başka...
Kuşkusuz General Garner “Gerektiği kadar kalacağız ve mümkün olduğunca hızlı bir biçimde buradan ayrılacağız”(3) iddiasını ileri sürerken bize bu işgalin sürekli olmayacağını ima ediyor. Ama tarih bize “gerektiği kadar” ifadesinin uzun süreli bir zaman dilimini kapsayabileceğini öğretiyor. 1898’de Filipinler’i ve Porto Riko’yu, bu toprakların ve üzerinde yaşayan halkların sömürge boyunduruğundan “kurtarılması” gibi iyilikçi bir gerekçeyle istila eden ABD, çok kısa sürede eski egemen devletin yerine geçti. Milliyetçi direnişçileri bastırdıktan sonra 1946’ya kadar Filipinler’den ayrılmadı; 1946’dan sonra da yeni devletin içişlerine karışmaya ve her başkanlık seçiminde kendi istediği adayı desteklemeye devam etti, 1965’ten 1986’ya kadar iktidarda kalan diktatör Ferdinand Marcos örneğinde olduğu gibi... Ve Porto Riko’yu da hâlâ işgale devam ediyor... Hatta Japonya ve Almanya’da bile, savaşın bitmesinden elli sekiz yıl sonra, Amerikan ordusu büyük ölçüde varlığını koruyor.
General Garner’ı, beraberindeki 450 kişilik yönetici ekibiyle birlikte Bağdat’a ayak basarken görüp de, ABD’nin, şu yeni-emperyal evrede, Rudyard Kipling’in deyişiyle “beyaz adamın ağır yükü”nü ya da büyük devletlerin 1918’den sonraki tanımlamalarıyla “modern dünyanın son derece zor koşullarında kendi kendilerini yönetmekten” aciz halklara yönelik “uygarlığın kutsal misyonu ”nu(4) yeniden üstlenmiş olduğunu düşünmemek elde değildi.
ABD’nin yeni-emperyalizmi, nispeten aşağı konumda kabul edilen halklar üzerinde -serbest ticaretin, küreselleşmenin ve Batı uygarlığının yayılmasının herkes için iyi olduğu inancı temelinde- manevi ama aynı zamanda da askeri ve medyatik hâkimiyet kurma zihniyetiyle, Roma anlayışını yeniden canlandırıyor.(5)
İğrenç diktatörlüğün yıkılmasından sonra Washington, Irak’ta örnek bir demokrasi kuracağına söz verdi; ışıltısı, yeni İmparatorluğun desteğinde, bölgedeki bütün mutlakiyet rejimlerinin yıkılmasına yol açacak bir demokrasi. Başkan Bush’un yakını eski CIA başkanı James Woolsey de güvence veriyor Suudi Arabistan ve Mısır’daki rejimler de buna dahil diye…(6)
Böyle bir vaat inandırıcı mı? Elbette hayır. Savunma Bakanı Ronald Rumsfeld de zaten şöyle bir açıklama yapmakta gecikmedi: “Iraklıların çoğunluğunun arzusu da olsa ve oy sandıklarından çıkan sonucu yansıtacak da olsa, Washington Irak’ta İslami bir rejimi tanımayı reddedecektir.(7) Tarihten edindiğimiz eski bir ders bu: İmparatorluk mağlup olana kendi hükmünü dayatır.
Bununla birlikte bir başka ders daha var tarihten çıkan: İmparatorluk’tan geçinenin ölümü de İmparatorluk’tan olur.
(çev. Mine Haksal)
(1) 1914-1918 savaşı sonunda icat edilen “manda” idaresi, Amerika Başkanı Woodrow Wilson’ın fazla sömürgeci bir terim olarak gördüğü “protektora”nın yerini aldı... [Birincisi “vekâlet”, ikincisi “himaye” anlamıyla yüklü -çn.]
(2) Her ne kadar Richard Perle gibi Washington’un en fanatik bazı “şahinleri” şimdiden Birleşmiş Milletler’in yıkıldığını ilan ediyorsa da. Bkz. Le Figaro, 11 Nisan 2003.
(3)El Pais, Madrid, 22 Nisan 2003.
(4) bkz. Yves Lacoste, Dictionnaire de géopolitique, Flammarion, Paris, 1993, s. 964.
(5) Bu bakımdan, Irak savaşına karşı çıkan Fransa ve Almanya’nın aldığı tavır, Arap kamuoyu genelinde bu savaşın “uygarlıklar çatışması”nın bir tezahürü olarak algılanmasını engelledi.
(6) The International Herald Tribune, Paris, 8 Nisan 2003.
(7) El Pais, Madrid, 22 Nisan 2003.
Kaynak: Le Monde Diplomatique Türkiye