Haziran 2003 / Juni 2003

Bir defa Türk, her zaman Türk

Almanya’daki ‘Türkî serüvenlerin’ izdüşümleri, artık kabare olup gönül hoplatıyor

Ömer AKTAŞ

MAİNZ- 10 Mayıs Cumartesi günü, Mainz kenti “Gençlik Evi” salonlarında “Ein mal Türke, immer Türke” (“Eğer Türkse bir insan, Türk olarak da kalır”) adlı bir oyun sahnelendi. Yaklaşık 20 yıldır sahneye çıkmadığını belirten gazetemizdeki “Karşılaşmalar” köşesinin sahibi Mehmet Ünal ve tanınmış aktörlerimizden Erden Alkan’ın sahneye koyduğu kabareyi, Fikret Doğan yazdı. Oyun aralarında aktörler hazırlanırken salona yayılan müzik ise en az oyunun kendisi kadar güzeldi ve atmosferi tamamlıyordu. Bağlamanın HipHop elemanlarına eşliğiyle, müziğin evrenselliği ilkesinden yola çıkarak düzenlenmiş “Oy Madımak” türküsü Can Ünal’ın ürünü. Can Ünal, kabarenin müziklerini hazırladı.

14 skeçten oluşan oyun büyük ilgiyle karşılandı. Salonu dolduran değişik uluslardan izleyiciler zaman zaman alkışlarıyla oyununun akışına istemeden müdahale etmiş oldular. Vatandaşlıktan işsizliğe, entegrasyondan “Leitkultur” tartışmalarına, çeşitli konuları çarpıcı yönleriyle ele alan kabarede, gündemdeki siyasi gelişmelere yapılan göndermeler de ilgi topladı.

Finalde, bir Türk’ün her zaman Türk olarak kalacağı bir kez daha vurgulandı ve Can Ünal’ın düzenlemesiyle salona yayılan coşkulu oyun havası eşliğinde aktörler, içlerinde Mainz Kültür Dairesi Başkanı, T.C. Mainz Konsolosu ve milletvekillerinin de yer aldığı seyircilerle “göbek atarak” sahneden indiler.

Mainz’da, Almanya’nın orta yerinde, çağdaş Almanya’nın en önemli parçalarından biri, “Türk kaderleri”, böylece bir kez daha ilgilenenlerin aklına çakılmış oldu. Güldürerek. Düşündürerek...

Biz, bizi anlatıyoruz

Türkiye’de olduğu kadar Alman sinema ve televizyo dünyasında da oyuncu olarak tanınan Erden Alkan, kabarenin gelişi ve gidişine yönelik soruları yanıtladı:

- Oyundaki tipler ne kadar Almanyadaki insanımızı temsil ediyor? Bu yönde bir eleştiri var....

- Kanımca, sahnede canlandırdığımız, çizdiğimiz tiplemelerin yüzde 99’u Almanya’da yaşayan insanlar. Bu eleştiriye katılmıyorum. Biz haddinden fazla gururlu insanlarız. İşin içine eleştiri ve komik karışınca insanımız kendisine dokunulmuş zannediyor. Kaldı ki, biz bu oyunda aslında bu duyguya dokunuyoruz. Alman’ı da Türk’ü de eleştiri oklarından payını alıyor. Biz kabarenin, hicvin, mizahın gerektirdiği şekilde yeriyoruz. Kabarenin işlevi de bu zaten. Yermeyen, suya sabuna dokunmayan, sarsmayan bir mizah olur mu hiç?

- Mizah bizim kanımızda mı var?

- Kanımızda var, ayrıca bulunduğumuz konum itibariyle de var, sonuçta yad ellerde yaşıyoruz. Kıvrak zekalı insanlarız. Aklımızın hinliğe cinliğe işleyen tarafı çoğunlukla ağır basıyor. Bu bakımdan günlük yaşantıda esprili insanlarız. Tatlı dilli olmayana kız vermezler bizde. Birçok kişinin kabare yapıyor olması sevindirici bir durum. Millet gülmek istiyor, bu konuda bir açlık var. Birisi başarı kazanınca bir sürü insan daha şansını deniyor haklı olarak. Açılan dönerci sayısı da bunu gösteriyor. Ancak şunu vurgulamakta fayda var; biz eğitimimiz ve tecrübemizle bu işi çok iyi yapacağımıza inanıyoruz. Kaldı ki, oyunumuza aldığımız reaksiyonlar da bunu onaylayan bir doğrultudaydı. Erden Alkan, Mehmet Ünal ve Fikret Doğan sacayağına oturan “Kabare 1000 ve 1 Söz” bu işi götürmeye kararlıdır.

- Siz daha çok ciddi rollerde görünen bir oyuncusunuz. Uzun yıllardır tiyatro ve sinema yapıyorsunuz. Şimdi neden kabareyi seçtiniz?

- Tiyatroyu bırakmış değilim, ilk göz ağrısı nasıl bırakılır? Şu anda iki tane çok ciddi teklif var. Film çevirmeye, televizyon dizilerinde görünmeye, tiyatro yapmaya zaten devam ediyorum. Bunlar hayatımın bir parçası. Neden kabare sorusuna gelince; Almanlarla Türklerin kaynaşmasına, birbirlerini anlamasına katkıda bulunmak istedim. Bunun da yolu Almanca tiyatro yapmaktan geçiyordu. Almanlar neye gülüyoruz, neye ağlıyoruz bilsinler istedik, çünkü insanlar ancak birbirlerini tanıdıktan sonra seviyorlar. Bu amaca yönelik olarak bir tiyatro topluluğu kurduk, çalışmalarımız devam ediyor. Bu tiyatroda Türk oyunlarını Almanca sahneleyeceğiz. Topluluğumuzda Almanlar ve Türkler el ele çalışıyor. Bu topluluğun uzun soluklu ve köklü olması amacındayım. Bu da zaman isteyen bir konu.

Türkten Türke propaganda dönemi biteli epey oluyor

Gazetemiz yazarı Fikret Doğan, kabareyi kaleme aldı. Doğan, Cumhuriyet Hafta’nın sorularını da yanıtlamak zorunda kaldı:

- Böyle bir oyuna niye ihtiyaç duyuldu?

- Aslında bu oyundan her eve bir tane lâzım. Ama taklitlerinden sakınınız. Kendim yazdım diye söylemiyorum ama çok güldürüşlü. Üstelik çok faydalı, basura iyi geliyormuş, öyle diyorlar. Ben doktorların yalancısıyım. Bu oyunu muska şeklinde yanlarında taşıyan insanlara kurşun işlemiyormuş, öyle diyorlar. Ben hocaların yalancısıyım. Bu oyunla başvurunca oturma izni almak, askerliği uzatmak, iş bulmak çok kolaymış, öyle diyorlar. Ben hukukçuların yalancısıyım. Düşünüyorum da ben galiba çok yalancı biriyim.

- Bu oyun ne anlatıyor?

- Elbette Türk’ün gücünü. Bir Türk’ün istediği zaman dağları yerinden oynatarak başına olmadık belalar açabileceğini. Türk’ün propagandası yıllarca Türk’e yapıldı. Şimdi gavurlar da bundan biraz sebeplensin istedik; bir nevi hizmet yani. Değişmemek için direnenlerle, değişmek için direnenlerin dramlarını anlatıyor bu oyun. “Yurdum insanı” entegre olmamak için var gücüyle uğraşırken bir yandan, diğer yandan da Alman’dan daha Alman olmak için çaba gösteriyor. Bu çelişkiyi iyi anlıyorum. Çünkü böylesi bir tezat ancak insana özgü. Ama sanırım yerimizde uzaylılar da olsa böyle davranırdı. Öte yandan kimi Almanların Türklere bakışı. Çok gıcık bir bakış. Onlara göre biz çöpçü, dönerci, terzi ve bıyıklı işsiz olmak için yeryüzüne gelmiş insanlarız. Bunlarla uğraşmaktan başka varlığımızın bir anlamı yok. Türküm, doğruyum, varlığım entegrasyona armağan olsun! Bizden beklenen bu. Oysa Napolyon Abimiz daha yıllar önce söylemiş; “Efendiler, Türkleri çöpçü edebilirsiniz ama asla entegre edemezsiniz.” Boşa nefes tüketmiş tabii Napolyon koçum. Kimi Türkler de Almanlara karşı pek sıcak duygular beslemiyor doğrusu. Birçoğumuzun gözünde Almanlar domuz çobanı, eğer domuzun önde gideni filan değilse...

İşin açıkçası, bunlar beni pek “ırgalamıyor.” Ben daha çok insanın penceresinden bakıyorum. Bilinçaltında Türklüğünü bastırdığı için günlerdir uyuyamayan bir insan, porno firması Beate Uhse’nin üretim fabrikasında çalışmak zorunda kalan dindar bir insan, göçün kırkıncı yılında etrafındakilerin birer birer öteki dünyaya göçtüğünü gören yaşlı bir insan; bunlar beni ilgilendiriyor. Kederden yola çıkmayan bir mizah, insanı anlatamaz. Gerçi konumuzla bir ilgisi yok ama belirtmeden geçemeyeceğim: Marquez’in de dediği gibi, çirkinlerle yoksulların istekleri hiç bitmez.

- Mizah yaşanan kötü olayları sırtlamanın bir yolu mu? Kabare kanımızda mı var?

- Kanımca, mizah sanıldığı gibi trajik olaylara dayanma gücü veren bir kalkan değildir. Tam tersine gerçekliği anlamanın bir yoludur. “Gülüyorum öyleyse varım” demek değildir mizah, “gülüyorum öyleyse anlıyorum” demektir. Kederi ve acıyı taşımayı kolaylaştıran da bu anlama işidir. Kalbi taşıyan hep akıldır. Almanya’da kabare yapan, mizahla uğraşan Türk sayısı bence azdır. Ne kadar çok kişi çıkarsa o kadar iyidir. Döner piyasasını nasıl ele geçirdiysek mizah piyasasını da öylece zaptetmeliyiz. Yabancı bir gövdede yabancı bir organ gibi yaşamak bizimkisi. Bu durumu anlamak için mizah etkili bir araç. Son olarak bu söyleşide sorulardan çok cevapları beğendiğimi söylemek istiyorum. Leibniz ve Kâhtalı Mıçı’dan sonra insanlığa bu kadar faydalı görüşler sunulmuş mudur, valla hiç sanmam.

Cumhuriyet Hafta, 16 Mayıs 2003