Temmuz-Ağustos 2003 / Juli-August 2003
ABD İmparatorluğu Nereye Gidiyor
Eric Hobsbawm
“Şer Ekseni”, “yol haritası” gibi deyimler, kendi başlarına bir iktidara sahipmiş gibi gözüken basmakalıp laflar. Son on sekiz ayda dünyayı bataklığa gömen ezici yeni dil gerçek politikanın yokluğunun bir göstergesidir. Bush’un kendisi de politika yapmıyor, yalnızca sahnede oynuyor. Richard Perle ve Paul Wolfomitz gibi sorumlular, özel yaşamda da kamunun önünde de Rambo gibi konuşuyorlar. Tek söyledikleri ise Amerika Birleşik Devletleri’nin ezici gücü. Asıl kastettikleri ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin, yeterince küçük olması ve hızla galip gelinebilecek olması koşuluyla her yeri işgal edebileceğidir. Buna bir strateji denemez; işlemesini de beklememek gerekir.
Yönetimler Amerikan gücünün bir sınırı olduğunu gösterebilmelidir. Şu ana dek bu yöndeki en olumlu katkı Türkiye’den geldi. Bedelini ödeyeceklerini bildikleri halde yapmayı göze alamayacakları şeyler olduğunu söylediler...
Dünyanın mevcut durumunun eşi benzeri görülmemiştir. Geçmişin dünya çapındaki büyük imparatorlukları, örneğin on altıncı ve on yedinci yüzyıldaki İspanyol imparatorluğu ve özellikle de on dokuzuncu ve yirminci yüzyıldaki Britanya imparatorluğu gibi küresel imparatorlukların bugünkü Amerikan İmparatorluğu’yla pek az ortak yanı vardır.
Küreselleşmenin bugünkü durumu üç bakımdan benzersizdir: Karşılıklı bağımlılık, teknoloji ve politika.
Öncelikle, karşılıklı olarak öylesi bağımlı bir dünyada yaşıyoruz ki, sıradan faaliyetlerin dişlileri, herhangi bir kesintiye uğradıkları anda hemen küresel sonuçlara yol açacak ölçüde birbirine eklenmiş durumdadır. Örneğin Çin’deki bilinmeyen bir kaynaktan ortaya çıkıp küresel boyutlarda bir olgu haline gelen SARS’ı ele alalım. Geçmişteki herhangi bir dönemde akla hayale sığmayacak bir hızla; dünya ulaşım sistemi, turizm, her türlü uluslararası toplantı ve kurum, küresel pazarlar ve hatta bazı ülkelerin tüm ekonomisi üzerindeki altüst edici etkisi önceki hiçbir dönemde akla hayale gelmeyecek kadar hızla kendini hissettirdi.
İkinci olarak, sürekli büyük yenilikler geçiren bir teknolojinin devasa gücü hem ekonomik alanda hem de özellikle askeri alanda kendini göstermektedir. Artık teknoloji askeri alanda şimdiye kadar hiç olmadığı biçimde karar mekanizmalarını etkilemektedir. Küresel ölçekte politik iktidara sahip olmak, bugün, son derece büyük bir devlet ile birlikte bu teknolojiye hakim olmayı gerektirmektedir. Daha önceleri bu boyut sorunu pek dikkate alınmazdı. Örneğin, Britanya, döneminin en geniş imparatorluğu üzerinde hüküm sürerken, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl ölçütlerine göre bile, yalnızca orta büyüklükte bir devletti. Ayrıca, on yedinci yüzyılda İsviçre ile aynı büyüklüğe sahip bir ülke, yani Hollanda küresel bir aktör olabiliyordu. Bugün, her ne kadar zengin ve teknolojik açıdan gelişmiş olursa olsun herhangi bir devletin, eğer nispeten devasa değilse, küresel bir güç olması mümkün değildir.
Üçüncüsü, günümüz siyasetinin karmaşık doğasıdır. Çağımız hâlâ ulus devletler çağıdır; küreselleşmenin işlemediği tek öğe ulus-devlettir. Ama bu devletler sıradan halkın önemli bir rol oynadığı kendine özgü devletlerdir ve potansiyel olarak tümünün durumu budur. Geçmişte karar sahipleri devleti yönetirken, halkın büyük çoğunluğunun düşüncelerine pek kulak asmazlardı. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında ve yirminci yüzyıl başlarında, bugünden bakınca bir hayli akıl almaz gözükse de, hükümetler kendi halklarının seferber olmasına bel bağlıyorlardı. Ne var ki halkın ne düşündüğünü ve ne yapmaya hazır olduğunu bugün geçmiştekinden daha fazla dikkate almak zorundadırlar.
Amerika Birleşik Devletleri’nin imparatorluk projesinden farklı olarak ve en büyük yenilik de budur, bütün diğer büyük güçler ve imparatorluklar yalnız olmadıklarının farkındaydılar ve hiçbiri küresel egemenliği hedeflemiyordu. Örneğin Çin ve egemenliğinin doruğundaki Roma İmparatorluğu gibi kendilerini dünyanın merkezi sayanlar bile asla zarar verilemez olduklarını düşünmemişlerdi. Dünyanın Soğuk Savaş’ın sonuna dek yaşadığı uluslararası ilişkiler sisteminin öngördüğü en büyük tehlike bölgesel egemenlik idi. Ancak 1492’den sonra gerçekleşmiş olan, dünyanın tümüne ulaşma ile dünya üzerindeki küresel egemenliği karıştırmamak gerekir.
Dünya egemenliği düşü
Dünya çapında faaliyet yürütmesi anlamında gerçekten “küresel” tek güç on dokuzuncu yüzyılda Britanya İmparatorluğuydu ve bu açıdan Amerikan İmparatorluğunun öncelidir. Buna karşılık, yeni bir dünya hayali kurmuş olan Komünizm dönemindeki Ruslar, Sovyetler Birliği gücünün doruğundayken bile dünya egemenliğinin ulaşamayacakları bir yerde olduğunu iyi biliyorlardı: Soğuk Savaş retoriğinin aksine hiçbir zaman böylesi bir egemenlik için uğraşmadılar.
Yine de Britanya’nın yüzyılı aşkın ihtiraslarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nin bugünkü ihtirasları arasında çok büyük farklılıklar var. Öncelikle Amerika Birleşik Devletleri dünya üzerindeki en büyük nüfuslardan birine sahip ve fiziksel anlamda büyük bir ülke ve Avrupa Birliği’nin tersine, ülkeye yapılan neredeyse sınırsız göç nedeniyle hâlâ büyüyor.
İkincisi, üslup farklılıkları söz konusu. Britanya İmparatorluğu doruk noktasındayken dünya topraklarının dörtte birini işgal etti ve yönetti. Amerika Birleşik Devletleri ise, sömürgeci emperyalizmin uluslararası bir moda haline geldiği on dokuzuncu yüzyıl sonları ile yirminci yüzyıl başlarına ait kısa bir dönem dışında hiçbir zaman gerçekten sömürgeciliği uygulamadı. Bunun yerine Amerika Birleşik Devletleri bağımlı ve uydu devletlere dayanıyordu; özellikle Batı yarımkürede pratikte çekineceği kimse yoktu. Britanya’nın tersine, Amerika Birleşik Devletleri bu ülkelere silahlı müdahale yöntemini yirminci yüzyılda geliştirdi.
O dönemde dünya İmparatorluğunun vurucu gücü deniz kuvvetleri olduğundan, Britanya İmparatorluğu dünya çapında stratejik öneme sahip deniz üsleri ve askeri menzillerin hakimiydi. Bu yüzden Cebelitarık’tan St.Hélène’e, oradan Falkland Adalarına kadar her yerde İmparatorluğun kırmızı, mavi, beyaz bayrağı (Union Jack) dalgalanmaktaydı ve hâlâ dalgalanıyor. Oysa Amerika Birleşik Devletleri Pasifik dışında böylesi üsse ancak 1941’den sonra ihtiyaç duymaya başladı. Amerika Birleşik Devletleri bunu o zamanlar için gerçekten de “gönüllü koalisyon” olarak adlandırılabilecek bir uzlaşmayla yapıyordu. Bugün durum farklıdır. Amerika Birleşik Devletleri, ülkeleri dolaylı olarak denetlemeye devam ederken, artık çok büyük sayıda askeri üssü de doğrudan denetlemesi gerektiğinin farkına varmıştır.
Üçüncü nokta, ulusal devletin ülke içindeki yapısı ile ideolojisi arasında önemli farklar vardır. Britanya İmparatorluğunun Britanyalı amaçları vardı, evrensel değil. Gerçi, propagandacıları haliyle ötekini düşünür motifler bulmayı becermişlerdi ama durum buydu. Örneğin köle ticaretinin kaldırılması İngiliz deniz gücünün haklılığın göstermekte kullanıldı, tıpkı insan haklarının çoğu zaman Amerikan askeri gücünü haklı çıkarmada kullanılması gibi. Öte yandan Amerika Birleşik Devletleri devrimci Fransa ve Rusya gibi evrenselci bir devrime dayanan büyük bir güçtür; bu nedenle, dünyanın geri kalan kısmının onu örnek alması gerektiği, hatta mümkünse onları özgürleştirmesi gerektiği inancını taşır. Yalnızca kendi çıkarlarını savunurken tüm insanlığa iyilik yaptıklarını hayal eden imparatorlardan daha tehlikeli bir şey olamaz.
Bununla birlikte, temel fark şudur: Britanya İmparatorluğu küresel olmasına rağmen, -hatta bir anlamda okyanuslara, başka hiçbir ülkenin gökleri hakimiyeti altına alamayacağı kadar tek başına hakim olduğundan bugünkü Amerikan İmparatorluğundan daha küresel olmasına rağmen-, Amerika ve Avrupa gibi bölgelerde toprak üzerinde politik veya askeri güç, dolayısıyla küresel iktidar peşinde koşmamıştı. İmparatorluk, diğer ülkelerin işlerine mümkün olduğunca az karışarak, Büyük Britanya’nın temel çıkarlarına, yani ekonomik çıkarlarına hizmet ediyordu. İmparatorluk, Britanya’nın coğrafi ve kaynak bakımından sınırlarının farkındaydı. 1918’den sonra imparatorluk çöküşünün bilincine derinden vardı.
Diğer yandan, ilk sanayileşmiş ulusun küresel imparatorluğu bir anlamda küreselleşmenin yolunu ilk açan olduğundan İngiliz ekonomisi gelişmek için çok çabaladı. Britanya İmparatorluğu, sanayi metropolde geliştiğinden, daha az gelişmiş ülkelere sınai mamul ürün ihracına dayanan bir uluslararası ticari sistemi temsil ediyordu. Karşılığında Londra dünyanın başlıca hammadde pazarı oldu.2 Büyük Britanya dünyanın atölyesi olmaya son verdiğinde, küresel finans sisteminin merkezi oldu.
Amerika Birleşik Devletleri ekonomisi böyle değildi: Potansiyel anlamda çok büyük olan pazarı üzerinde dış rekabete karşı ulusal sanayisini korumaya dayanıyordu ve bu korumacılık Amerikan politikasında hâlâ güçlü bir öğe olarak varlığını sürdürmektedir. Amerika Birleşik Devletleri sanayi dünya ölçeğinde egemen hale gelince Britanya’da olduğu gibi, serbest ticaret Amerika Birleşik Devletleri ekonomisine uygun hale geldi. Aslında yirmi birinci yüzyıl Amerikan ekonomisinin zayıflıklarından biri kesin olarak şudur ki, günümüzün sanayileşmiş dünyasında Amerikan ekonomisi artık eskisi kadar egemen bir konumda değildir.3 Amerika’nın dünyanın geri kalanından ithal ettiği mallar geniş ölçüde sanayi mamulleridir ve hem yatırımcıların hem de oy verenlerin buna karşı tepkisi korumacılık biçiminde gelişmektedir. Amerika’nın kontrolü altında yapılan serbest ticaretin egemen olduğu dünya ideolojisiyle, bu ideoloji yüzünden güçsüzleştiklerini düşünen Amerika Birleşik Devletleri içindeki önemli unsurların politik çıkarları arasında bir çelişki vardır.
Gönüllülük koalisyonu
Bu güçsüzlüğü yenmenin birkaç yolundan biri silah ticaretini yaygınlaştırmaktır. Bu da Britanya ile Amerikan imparatorlukları arasındaki farklardan biridir. Özellikle İkinci Dünya Savaşından beri, barış döneminde silahlanma Amerika Birleşik Devletleri’nde modern tarihte eşi benzeri görülmedik ölçüye varmıştır; ve Başkan Eisenhower’in kendi döneminde gözler önüne serdiği “asker-sınaici kompleksi”nin egemenliğini bu durum açıklayabilmektedir. Kırk yıllık Soğuk Savaş dönemi sırasında her iki taraf da sanki yürürlükte bir savaş varmış ya da her an çıkabilirmiş gibi konuşup, hareket ettiler. Britanya imparatorluğu ise doruk noktasına büyük uluslararası savaşlara sahne olmayan yüz yıllık bir süre içinde ulaştı (1815-1914). Üstelik, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin güçleri arasındaki açık orantısızlığa karşın, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki silah sanayinin bu büyüme hızı çok daha şiddetli bir hale gelmektedir. Bu durum Soğuk Savaş sona ermeden önce de böyleydi ve hep bu şekilde devam etti.
Soğuk Savaş Amerika Birleşik Devletleri’ni batı dünyasının hakimi haline getirdi. Bununla birlikte bu üstünlük bir ittifakın başında uygulanıyordu. Müttefiklerin göreli güçleri hakkında kuşkusuz kimse hayale kapılmıyordu. İktidar Washington’daydı, başka hiçbir yerde değil. Bugün Amerikan yönetimi, kendi imparatorluğunun ve amaçlarının artık sahiden benimsenmediğinden şikayetçi olsa da, o zamanlar Avrupa, Amerikan imparatorluğunun mantığını bir anlamda kabul etmişti. Artık “gönüllülük koalisyonu” yok; çünkü mevcut Amerikan politikası, herhangi başka bir Amerikan yönetiminin ya da başka bir büyük gücün olmadığı kadar popülarite yitirmiş durumdadır.
Geçmişte Amerikalılar bu ilişkileri geleneksel uluslararası ilişkilerin gerektirdiği dozda bir nezaketle yönetiyorlardı; çünkü Avrupalılar Sovyet ordularına karşı verilen savaşta ön safta bulunuyorlardı; ittifak günden güne Amerikan askeri teknolojisine bağımlı olduğundan, Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlılık da artıyordu. Washington, Avrupa’nın bağımsız bir askeri güç oluşturmasına istikrarlı biçimde muhalefet etti. Amerika ile Fransa arasındaki uzun süreli sürtüşmenin kökleri, devletler arasındaki kalıcı ittifaka karşı çıkılan ve yüksek teknolojili askeri malzeme üretmek için gerekli bağımsız potansiyelde ısrar edilen De Gaulle’lü günlere kadar uzanır. Yine de ittifak, barındığı tüm gerginliklere rağmen, gerçek bir “gönüllü ittifak”tı.
SSCB’nin çöküşü, gerçekten de Amerika Birleşik Devletleri’ni tek süper güç haline getirdi. Başka herhangi bir gücün ona meydan okumaya ne yeteneği ne de isteği olabilirdi. Bu olağanüstü, kaba ve düşmanca gücün aniden ortaya çıkışı ne Soğuk Savaş sırasında uzun uzun sınavlardan geçmiş imparatorluk politikalarına ne de Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik çıkarlarına uyduğundan, anlamak güçtür. Son zamanlarda Washington’da egemen olan politikalar öyle saçmadır ki dış gözlemcilerin asıl niyeti anlamaları güçtür. Washington’daki karar süreçlerine tam anlamıyla veya sınırlı ölçüde egemen olanlar açısından, askeri güce dayanarak küresel üstünlüğün kabul ettirilmesi açıkça söz konusudur, ama bu stratejinin hedefi hâlâ belirsizdir.
Peki, başarılı olur mu? Bugün dünya tek bir ülkenin egemenliğini kaldıramayacak ölçüde karmaşıktır ve Amerika Birleşik Devletleri yüksek teknolojili silah üretimindeki askeri üstünlüğünü bir tarafa bırakırsak, azalan veya azalma potansiyeline sahip kaynaklara bağımlıdır. Amerikan ekonomisi güçlü olmasına rağmen küresel ekonomi içindeki payı azalmaktadır. Hem uzun dönem hem de kısa dönemde kolayca zarar görebilir: Örneğin OPEC birden bire faturalarını dolar yerine Euro üzerinden hazırlamaya karar verirse...
Amerika Birleşik Devletleri hâlâ bazı politik avantajlara sahip olsa da, son on sekiz ay içinde bunların çoğunu harcamıştır. Amerikan kültürünün veya İngiliz dilinin egemenliği kuşkusuz hâlâ önemlidir. Ama şu anda Amerikalıların imparatorluk tasarıları için sahip oldukları asıl üstünlük askeri plandadır. Amerikan İmparatorluğu askeri alanda şu anda rakipsizdir ve bu öngörülebilir bir gelecekte de böyle kalacağa benzemektedir. Yerel çatışmalarda belirleyici olan bu üstünlük, ille de mutlak anlamda geçerli olmayabilir. Ama uygulamada hiç kimse, hatta Çin bile, Amerika’nın teknolojik düzeyiyle boy ölçüşemez. Yalnız, burada katıksız teknolojik üstünlüğün sınırlarının ne olduğuna dair dikkatli mülahaza gerekmektedir.
Şüphesiz, Amerika teorik olarak tüm dünyaya hakim olmayı hedeflememektedir. Onun isteği savaşa gitmek, arkasında dost hükümetler bırakarak eve geri dönmektir. Bu işe yaramayacaktır. Tamamen askeri açıdan, Irak savaşı çok başarılıydı. Ama tam da bu yüzden, işgal ettiği bir ülkenin temel gereksinimlerini ihmal ettiği için, bakmadığı, çekip çevirmediği, örneğin İngiltere’nin klasik sömürgecilik modeli içinde Hindistan’a yaptığını yapmadığı için, yalnızca askeri bir başarı olarak kaldığı için başarısızdır. Amerikanın tüm dünyaya Irak aracılıyla sunmak istediği “demokrasi” modelinin modele benzer bir yanı yoktur. Amerika Birleşik Devletleri askeri gücünün fethedebileceği ama etkin bir şekilde yönetemeyeceği diğer ülkelerde gerçek bir yaygın desteğe ihtiyacı olmadığı veya bu devletler arasından müttefiklere gereksinim duymadığı yönündeki inancı boş bir hayaldir.
“İnsan hakları emperyalizmi”
Irak’taki savaş, Amerika Birleşik Devletleri karar mekanizmasının saçmalamasının katışıksız bir örneğiydi. Irak, Amerika tarafından yenilgiye uğratılan ve teslim olmayı reddeden bir ülkedir. Bu ülke öyle zayıflamıştı ki yenilgiye uğratmak kolay görünüyordu. Irak’ın kozları, petrolü de vardı ama operasyonun temel hedefi uluslararası güç gösterisiydi. Washington’daki aşırıların üzerinde konuştuğu politika, yani tüm Ortadoğu’nun bütünüyle yeniden biçimlendirilmesi anlamsızdır. Suudi hanedanını devirmeyi amaçlıyorsa, yerine ne koymayı düşünüyorlar? Eğer Ortadoğu’yu değiştirmek konusunda ciddilerse, biliyoruz ki yapılması gereken tek şey İsraillilere baskı yapmaktır. Bush’un babası bunu yapmaya hazırdı ama, Beyaz Saray‘ın şu anki sahibi değil. Bunu yapmak yerine, bugünkü yönetim Ortadoğu’daki iki sağlam laik hükümetten birini yok etti, diğerine de aynısını yapmayı hayal ediyor.
Bu yöntemin açıklanışı boşlukları gösteriyor. “Şer Ekseni”, “yol haritası” gibi deyimler, kendi başlarına bir iktidara sahipmiş gibi gözüken basmakalıp laflar. Son on sekiz ayda dünyayı bataklığa gömen ezici yeni dil gerçek politikanın yokluğunun bir göstergesidir. Bush’un kendisi de politika yapmıyor, yalnızca sahnede oynuyor. Richard Perle ve Paul Wolfomitz gibi sorumlular, özel yaşamda da kamunun önünde de Rambo gibi konuşuyorlar. Tek söyledikleri ise Amerika Birleşik Devletleri’nin ezici gücü. Asıl kastettikleri ise, Amerika Birleşik Devletleri’nin, yeterince küçük olması ve hızla galip gelinebilecek olması koşuluyla her yeri işgal edebileceğidir. Buna bir strateji denemez; işlemesini de beklememek gerekir.
Bunun sonuçları Amerika için de çok tehlikeli olabilir. Dünyayı esas olarak askeri yollarla denetimi altına almayı hedefleyen bir ülke, içerde askerileşme tehlikesine şu ana kadar ciddi olarak göz ardı edilen bu tehlikeye- koşar. Uluslararası ortamda ise dünyanın istikrarsızlaşması tehlikesine gidilir.
On, hatta beş yıl önceki durumdan şu an çok daha berbat bir halde olan Orta Doğu bu istikrarsızlığa örnektir. Amerika Birleşik Devletleri politikası, düzeni korumaya yönelik resmi ya da gayri resmi olası tüm çözüm çabalarını zayıflatmaktadır. Bu politika -çok büyük bir kayıp olmasa da- Avrupa’da NATO’yu çökertti; ve bu örgütü dünya çapında bir askeri polis gücüne dönüşme çabası da gülünç kaçmaktadır. Washington Avrupa Birliği’ni kasten sabote etti ve savaş-sonrası dönemin gerçekleştirdiği büyük işlerden birini, yani kalkınan ve demokratik “sosyal devleti” de sistematik biçimde tasfiye etme çabasında. Buna karşılık, Birleşmiş Milletler’in güvenirlilik krizi bana göründüğünden daha az ciddi geliyor: BM, Güvenlik Konseyi’ne tam bağımlılığı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin veto kullanması yüzünden zaten hiçbir zaman marjinal bir faaliyetin ötesine geçememişti.
Dünya ABD’nin karşısına nasıl çıkabilir yani onu nasıl dizginleyebilir? Şüphesiz bir kesim, Amerika Birleşik Devletleri’yle karşı karşıya gelmeye güçleri olmadığını düşünerek onun saflarına katılmayı tercih edecektir. Daha tehlikelisi ise, Pentagon’un ideolojisinden nefret ettikleri halde, Amerika Birleşik Devletleri’nin sonunda yerel ve bölgesel bazı adaletsizliklerin üstesinden geleceği bahanesiyle Amerikan planına destek verenlerdir. Bu tür “insan hakları emperyalizmi” Avrupa’nın 1990’larda Balkanlar’daki başarısızlığından beslendi. Irak savaşı hakkındaki açık tartışmalarda, yalnızca çok az sayıda etkili entelektüel -Michael Ignatieff, Bernard Kouchrer- dünyadaki kötülüklere çekidüzen vermek için güç kullanımını gerekli görerek, Amerikan müdahalesini desteklemeye çağırmışlardır. Şüphesiz bazı yönetimler öyle tehlikelidir ki dünya üzerinden silinmeleri hayırlı olur. Ama bu, anlamadığı bir dünyayla hem ilgilenmeyen, hem de kimden hoşlanmazsa ona karşı silahlı güce başvurabilen küresel bir gücün dünya için temsil ettiği riski haklı çıkarmaz.
Arka planda medya üzerindeki artan baskıyı görebiliyoruz: Kamuoyunun önem taşıdığı bir dünyada medya büyük manipülasyonların nesnesidir.4 Vietnam’da ortaya çıkan durumdan kaçınmak için “Koalisyon Güçleri” Körfez Savaşı sırasında (1990-1991) medyayı savaş alanından uzak tutmaya çalıştılar. Ancak bu işe yaramadı, çünkü Washington’un anlatılmasını istediği hikayeye uymayacak şeyleri rapor eden CNN gibi yayın kuruluşları Bağdat’taydı. Bu kez, Irak Savaşı sırasında, tersine, gazetecilerin bakış açıları üzerinde daha fazla baskı yapabilmek için, gazeteciler karadaki birliklere dahil edildi. Ama hiçbir işe yaramadı gerçekten de. Gelecekte, elbette daha etkili, belki doğrudan, hatta teknolojik denetim yolları bulunmaya çalışılacak. Ne var ki, yönetimler ile iletişim tekelleri sahipleri arasındaki gizli anlaşmanın, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fox News5 veya İtalya’daki Silvio Berlusconi imparatorluğundan daha etkili olması istenecek.
Amerikalıların mevcut üstünlüklerinin ne kadar süreceğini söylemek olanaksız. Kesinlikle emin olduğumuz tek şey bunun da diğer imparatorluklar gibi tarihsel anlamda geçici bir olgu haline geleceğidir. Bir insan ömrü kadar bir sürede bütün sömürgeci imparatorlukların sonlandığına, Hitler’in sözde “Bin Yıllık İmparatorluğu”nun on iki yıl sürdüğüne ve Sovyetler Birliği’nin dünya devrimi düşünün sonuna tanık olduk.
Amerikan imparatorluğu iç nedenlerle sona erebilir; ilk akla gelen neden, Amerikalıların çoğunun dünyayı çekip çevirme anlamında dünya egemenliği veya emperyalizmle ilgilenmiyor oluşlarıdır. Onların ilgilendiği şey, Amerika Birleşik Devletleri’nde başlarına ne geleceğidir. Amerikan ekonomisi öyle güçsüzleşmiştir ki, günün birinde hem hükümet hem de seçmenler bu konu üzerine yoğunlaşmanın dışarıda askeri maceralar aramaktan çok daha önemli olduğu kararına varacaklardır.6 Ayrıca, bugün olduğu gibi, bu tür dış askeri müdahalelerin faturası büyük ölçüde Amerikalıların kendilerine çıkacaktır; oysa ne Körfez Savaşı’nda ne de Soğuk Savaş sırasında böyle bir şey yaşanmamıştır.
1997-1998’den beri kapitalist dünya ekonomisinin krizi içinde yaşıyoruz. Tabii ki bir çöküş yaşanmayacak, ama ülke içinde ciddi sorunlar ortaya çıkarsa Amerika Birleşik Devletleri’nin ihtiraslı dış politika sürdürmesi pek muhtemel gözükmemektedir. George Bush’un ulusal ekonomik politikası yerel çıkarlara denk düşmüyor. Ayrıca Bush’un mevcut uluslararası politikası Amerika’nın imparatorluk çıkarları açısından bile akılcı değil; Amerikan kapitalizminin çıkarları açısından hiç değil. Amerika Birleşik Devletleri yönetiminde fikir ayrılıkları ortaya çıkabilir.
Amerika Birleşik Devletleri’ni eğitmek ya da hiç boş bırakmamak
Şimdi önemli olan, Amerikalıların bir sonraki hamlesinin ne olacağı ve buna diğer ülkelerin nasıl karşılık vereceğidir. Egemen koalisyonun tek diğer hakiki üyesi olan Birleşik-Krallık gibi ülkeler gibi bazı ülkeler en önde yürüyüp Amerika Birleşik Devletleri’nin her planını destekleyecek midir? Yönetimler Amerikan gücünün bir sınırı olduğunu gösterebilmelidir. Şu ana dek bu yöndeki en olumlu katkı Türkiye’den geldi. Bedelini ödeyeceklerini bildikleri halde yapmayı göze alamayacakları şeyler olduğunu söylediler.
Şu anda en büyük hedef, -eğer zapt edilemeyecekse- Amerika Birleşik Devletleri’ni eğitmek ya da yeniden eğitmektedir. Bir zamanlar Amerikan imparatorluğu kendi sınırlarını biliyordu ya da sınırları varmış gibi davranmanın avantajlarından haberdardı. Bu, büyük ölçüde ötekinden Sovyetler Birliği duyduğu korkudandı. Şimdi bu korku kalmadığından, bunun yerini yalnızca çıkarların iyi anlaşılması ve eğitim alabilir.
(Çeviri: Cenk Taşbaşlı)
1-Eric Hobsbawm, L’Ere des Empires, Hachette Littérature, Paris, 1999 [İmparatorluk Çağı 1875-1914. Dost Kitabevi Yay. Ankara 1999]
2-A.g.e., Eric Hobsbawm.
3-Chalmers Jhonson, Blowback, The cost and consequences of Amerikan Empire, Chalmers Johnson Owl Boks 2001
4-“France protests US media ‘plot’”, Le Monde içinde, The International Herald Tribune 16 Mayıs 2003.
5-Eric Alterman, “Il paraît que les Américains sont de gauche”, Le Monde diplomatique, Mart 2003.
6-“US unemployment hits an 8 year high” in The International Herald Tribune, 3 Mayıs 2003.
Kaynak: Le Monde Diplomatique Türkiye