Chomsky ile Irak Üzerine Söyleşi

Savaş hakkında endişelenen insanlar arasında çeşitli sorular gündeme geliyor. Micheal Albert 1 Eylül 2002de e-posta ile Noam Chomskyye on civarında soru gönderdi. Aşağıda bunların ilk üçü ve yanıtları yer alıyor...Söyleşinin bütünü Z Magazine dergisinin Ekim sayısında yayınlandı.

1. Saddam Hüseyin ana-akım medyanın söylediği gibi kendi ülkesinde ve uluslararası düzeyde gerçekten kötü biri miydi?

Uluslararası düzeyde, Saddam (Batı’nın desteğiyle) İran’ı işgal etti. Bu savaş aleyhine gelişmeye başlayınca (yine Batı’nın desteğiyle) kimyasal silah kullanmaya başladı. Kuveyt’i işgal etti ve çabucak buradan çıkartıldı.

İşgalin hemen ardından Washington’un başlıca kaygısı Saddam’ın elini çabuk tutarak çekileceği, “geride kukla bir rejim bırakacağı ve Arap dünyasında herkesin memnun olacağıydı” (Colin Powell, zamanın Genelkurmay Başkanı). Başkan Bush eğer ABD Irak’ın geri çekilmesini engellemezse, Suudi Arabistan’ın “son dakikada vazgeçeceği ve Kuveyt’te kukla bir rejimi kabul edeceğinden” kaygılanıyordu.

Kısacası Saddam’ın, ABD’nin daha yeni Panama’da yaptığının aynısı yapmasından endişe ediliyordu – şu istisnayla ki, Latin Amerikalılar hiç memnun olmamıştı. Daha ilk andan itibaren ABD bu “kabus senaryosunun” önüne geçmeyi hedefledi. Dikkatle incelenmesi gereken bir hikaye.

Saddam’ın en kötü mezalimi, çok daha kötüsü kendi ülkesinde yaptıklarıdır: 1980’lerin sonuna doğru Kürtlere karşı kimyasal silah kullanması ve Kürtlerin çok büyük bir katliama uğraması, barbarca işkenceler ve aklınıza hayalinize getirebileceğiniz başka her türlü çirkin suç. Bunlar şimdi haklı olarak mahkum edildiği korkunç suçlar listesinin başında geliyor. Ateşli suçlamalara ve etkileyici öfke ifadelerine hangi sıklıkta şu iki sözcüğün eşlik ettiğini sormak faydalıdır: “Bizim yardımımızla.”

Suçların hepsi biliniyordu; ama bunların Batı için özel bir önemi yoktu. Saddam bazı ılımlı kınamalara maruz kaldı. Kongre tarafından yöneltilen sert suçlamalar ise önde gelen yorumcular tarafından çok aşırı bulundu. Reagancılar ve 1. Bush en beter suçlarını işlerken bir müttefik ve değerli bir ticari ortak olarak canavarı hoş karşılamaya devam ettiler; hatta daha da ötesine geçtiler.

Kuveyt’in işgal edildiği güne kadar, Bush kredi garantilerini ve açıkça kitle imha silahlarında kullanılan (KİS) ileri teknoloji satışını onayladı. Hatta bazen Kongre’nin yaptıklarını engellemeye dönük çabaları umursamadı. Britanya işgalden birkaç gün sonra hala askeri ekipman ve radyoaktif malzeme ihracatını onaylıyordu.

ABC muhabiri ve şimdi Znet yorumcusu olan Charles Glass (ticari uydular kullanarak ve Saddam’a ihanet edenlerin tanıklığına başvurarak) biyolojik silah tesislerini ortaya çıkardığında, bulguları Pentagon tarafından hemen reddedildi; hikaye de ortadan kayboldu. Saddam ABD’nin emirlerine karşı gelerek (veya belki de yanlış yorumlayarak) Kuveyt’i işgal edip ilk gerçek suçunu işlediğinde, bu bulgular ortaya dökülüverdi. Saddam çok kısa bir sürede bir dosttan, Hun Atilla’nın canlanmış haline dönüştü.

Aynı tesisler o zaman Saddam’ın doğuştan kötü yapısını kanıtlamak için kullanıldı. 1. Bush Aralık 1989’da dostuna vereceği yeni hediyeleri duyurduğunda (bunlar aynı zamanda Amerikan besin endüstrisi ve sanayisi için de hediyeydi), bu tesisleri haber yapmanın bile çok gereksiz olduğu düşünülmüştü. Oysa, o zaman bunlar Z Magazine’den okunabilirdi ve belki başka hiçbir yerde de bununla ilgili bir yazı çıkmamıştı.

Birkaç ay sonra, Saddam Kuveyt’i işgal etmeden kısa süre önce, (daha sonra Cumhuriyetçilerin başkan adayı olan) Bob Dole’ün başkanlığında Senato’dan üst düzey bir heyet Saddam’ı ziyaret etti. Başkan’ın selamlarını ilettiler ve buradaki birkaç başıbozuk muhabirin eleştirilerini dikkate almamasını söyleyerek zalim kitle katliamcısına garanti verdiler.

Saddam ABD donanmasına bağlı Stark gemisine saldırıp onlarca mürettebatı öldürdüğünce bile, başı belaya girmekten kurtulmuştu. Bu gerçek bir kadir kıymet bilmenin işaretidir. Bu imtiyazın tanındığı başka tek ülke 1967’de İsrail’di. Dışişleri Bakanlığı, Saddam’ı memnun etmek için Irak demokratik muhalefetiyle bütün temasları yasaklamıştı. bu politikayı Körfez Savaşı’ndan sonra bile sürdürdü: Washington, Saddam’ın onu pekala devirebilecek bir Şii ayaklanmasını ezmesine fiili olarak izin verdi – basın bilgece başını sallayarak, “istikrarı” korumak için diye açıklama getirmişti.

Saddam’ın büyük bir suçlu olduğu hiç kuşkusuz doğru. Bu durum, Körfez Savaşı’ndan önce ve hatta sonra ABD ve Britanya’nın onun en büyük zalimliklerine önemsiz şeylermiş gibi bakmasıyla değişmedi.

2. Geleceğe bakarsak, Saddam ana-akım medyanın söylediği kadar tehlikeli mi?

Eğer o yerinde olmasaydı, dünya daha iyi bir durumda olurdu. Buna kuşku yok. Tabii Iraklılar da daha iyi durumda olurdu. Ama ABD ve Britanya tarafından desteklendiği zamanki kadar tehlikeli olmasına imkan yok. ABD ve Britanya, Saddam’a nükleer ve kimyasal silah geliştirmek için kullanabileceği – ki büyük ihtimalle de kullandı – çift-amaçlı teknoloji bile sağlamıştı.

10 yıl önce Senato Bankacılık Komitesi’nin oturumlarında, Bush yönetiminin çift-amaçlı teknoloji ve “Irak rejimi tarafından daha sonra nükleer füze ve kimyasal amaçlar için kullanılan malzemeler” için izin verdiği ortaya çıktı. Daha sonraki oturumlarda daha fazlası açığa çıktı. Basında haberler yer aldı ve bu konuda ana-akım bir akademik literatür (aynı zamanda muhalif bir literatür) oluştu.

1991 savaşı had safhada tahribata yol açtı ve o zamandan beri Irak on yıl süren yaptırımlarla harabeye döndü. Bu, (harap olmuş bir toplumda olası direnişi zayıflatarak) muhtemelen Saddam’ı güçlendirdi; ama kesinlikle savaş yapma veya terörü destekleme kapasitesini çok önemli ölçüde azalttı.

Üstelik, 1991’den bu yana Saddam rejiminin hareket alanı, “uçuşa yasak bölgeler”, düzenli uçuşlar, bombardımanlar ve çok sıkı bir gözetimle sınırlandırıldı. Hatta 11 Eylül olayları onu daha da fazla zayıflatmış olabilir. Eğer Saddam ve El-Kaide arasında bir ilişki varsa, bunu şimdi sürdürmek çok daha güç; çünkü gözetim ve kontroller çok ciddi şekilde yoğunlaştı.

Bunu bir yana bırakacak olursak, böyle bir ilişki olması çok düşük bir olasılık. Saddam ile 11 Eylül saldırıları arasında bağ kurmak için gösterilen muazzam çabalara rağmen, hiçbir şey bulunamadı – ki bu hiç de şaşırtıcı değil. Saddam ve bin Ladin birbirlerinin azılı düşmanıydılar. Bunun değiştiğini varsaymak için özel bir neden yok.

Rasyonel sonuç şu: Saddam muhtemelen şimdi, 11 Eylül öncesine göre daha az tehlikeli ve ABD-Britanya’dan (ve başka ülkelerden) esaslı bir yardımın aldığı döneme göre ise çok daha küçük çaplı bir tehdit. Bu durum birkaç soruyu gündeme getiriyor: Eğer Saddam bugün küresel yaptırımcının savaşa başvurmasını gerektirecek kadar uygarlığın varlığı açısından bir tehditse, neden bir sene önce böyle değildi? Ve çok daha çarpıcı olarak, neden 1990’ların başında bir tehdit değildi?

3. Bugün dünyada varolma ve kitle imha silahlarının kullanımı sorunuyla nasıl baş edilmeli?

Bu silahlar yok edilmeli. Nükleer silahların azaltılması anlaşması, bu silahlara sahip ülkeleri onları yok etme doğrultusunda adım atma yükümlülüğü altına sokuyor. Biyolojik ve kimyasal silah anlaşmaları da aynı amaçları taşıyor. Irak hakkındaki esas Güvenlik Konseyi kararı (1991, 687 No’lu karar) Ortadoğu’nun kitle imha silahları ve atış sistemlerinden arındırılması ve kimyasal silahların küresel düzeyde yasaklanması için çaba gösterilmesi çağrısı yapıyor. İyi bir tavsiye.

Irak bu bakımdan hiçbir şekilde en önde giden ülke değil. 1990’ların başında Clinton’ın Stratejik Komuta başkanı olan general Lee Butler’ın uyarısını hatırlayabiliriz: “Ortadoğu dediğimiz husumet kazanında, bir ülkenin kendini belki sayısı yüzlere varan nükleer silah stoğuyla silahlandırmış olması ve bunun başka ülkeleri aynı şeyi yapmaya teşvik etmesi son derece tehlikelidir.”

Tabi ki İsrail’den bahsediyor. İsrail askeri yetkilileri, Avrupalı bir NATO gücünden daha büyük ve daha gelişmiş hava ve zırhlı kuvvetlere sahip olduklarını iddia ediyorlar (İsak ben İsrail, Ha’aretz, 16-04-2002, İbranice). Aynı zamanda, bombardıman ve avcı uçaklarının % 12’sinin sürekli olarak Türkiye’nin doğusunda üslendiğini; bunun yanısıra, benzer büyüklükte deniz ve denizaltı kuvvetinin, zıhlı araçlarla birlikte Türkiye’deki üslerde bulunduğunu duyuruyorlar. Clinton dönemindeki gibi, Türkiye’deki Kürt nüfusu denetim altına almak için bir kez daha aşırı şiddete başvurmak gerektiğinde, bu silahların kullanılacağını söylüyorlar.

Türkiye’de üslenen İsrail uçaklarının İran sınırı boyunca keşif uçuşu yaptığı bildiriliyor. Bu, İran’ı saldırıyla ve belki de güç kullanarak bölmekle tehdit etme yönündeki ABD-İsrail-Türkiye genel politikasının bir parçası. İsrailli analistler, ABD-İsrail-Türkiye ortak hava tatbikatlarının İran’a tehdit ve uyarı amacıyla yapıldığını da aktarıyor (Robert Olson, Middle East Policy, Haziran 2002). Hiç kuşkusuz İsrail, Amerikan uçaklarının büyük ihtimalle nükleer silah taşıdığı Türkiye’nin doğusundaki devasa Amerikan hava üslerini kullanıyor.

Ve bölgenin geri kalanı da dişinden tırnağına kadar silahlanmış durumda. Eğer Irak Gandi tarafından yönetilseydi; yapabildiği ölçüde, muhtemelen bugün yapabildiğinin çok ötesinde silah sistemleri geliştirirdi. Eğer ABD Irak’ın denetimini ele geçirirse, bu durum çok büyük ihtimalle devam edecek; hatta belki de ivmelenecek. Hindistan ve Pakistan ABD’nin müttefikleri. Ama hızla kitle imha silahları geliştiriyorlar ve birçok kez endişe verici şekilde nükleer silah kullanmanın eşiğine geldiler. Aynı şey, ABD’nin diğer müttefikleri ve uyduları için de geçerli.

Bölgede genel bir silahlanma indirimi olmadıkça, bu durum devam edeceğe benzer.

Saddam böyle bir şeyi kabul eder mi? Gerçekten bilmiyoruz. 1991 Ocak başında, görünüşe bakılırsa Irak silahlanmanın azaltılması konusunda bölgesel müzakereler yapılması halinde Kuveyt’ten çekilmeyi teklif etmişti. Dışişleri Bakanlığı görevlileri teklifi ciddi ve müzakere edilebilir olarak nitelendirmişti. Ama bu konuda daha fazla bir şey bilmiyoruz; çünkü ABD teklifi yanıt vermeden geri çevirdi ve basın neredeyse hiçbir şey yazmadı.

Buna karşın, bu dönemde – tam bombardımandan önce – yapılan kamuoyu yoklamalarının Birleşik Devletler nüfusunun 1’e karşı 2 oranında Saddam’ın yapmış olduğu teklifin bir benzerini desteklediğini ve bunu bombardımana tercih ettiğini göstermesi ilginç. Eğer insanların bu konuda en küçük bir bilgisi olsaydı, çoğunluk kuşkusuz çok daha büyük olurdu. Olguları gizlemek, devlet şiddeti davasına yapılmış önemli bir hizmetti.

Bu tür müzakerelerden bir sonuç alınabilir miydi? Ancak fanatik ideologlar kendinden emin bir cevap verebilir. Bu tür düşünceler yeniden gündeme getirilebilir miydi? Yine aynı cevabı veriyorum. Bunu keşfetmenin yolu, denemekten geçiyor.