SAVAŞ TAMTAMLARI ÇALINIRKEN

Elif Çağlı

İstikrar mı, acaba?

Son dönemde dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşanmakta olan siyasal istikrarsızlık koşulları sermaye çevrelerini tedirgin etmekte. Hatırlanacağı gibi, bizzat IMF’nin içinden ya da Soros gibi dünya zengini kişilerden, zengin ve yoksul arasında gün geçtikçe derinleşen uçurumu sanki azaltmak isteyen eleştirel sesler yükseldi. Ama hiç kuşku yok ki, bu sesleri yükseltenlerin tek derdi, ufak tefek bazı reformlarla kendi kapitalist sistemlerini sosyal patlama tehlikesinden koruyabilmekten ibarettir. İşte bu nedenle, örneğin son seçimler döneminde Türkiye’de ya da Brezilya’da, “IMF programı sol partisiz olmaz” söylemine dayanan bir siyasal model öne çıkarılmaya çalışıldı. Kitle desteği sağlaması muhtemel burjuva partilerin ya da siyasal liderlerin bir bölümü de buna uygun bir söylem ve çizgi geliştirmeye koyuldu. Bu kez, biraz sözde sosyal adalet sosuna batırılmış bir ekonomik ve siyasal programla siyaset arenasında boy göstermeye başladılar. Türkiye’de, seçimler öncesinde bu role daha uygunmuş gibi gösterilmek istenen sosyal demokrat İsmail Cem ya da Deniz Baykal’ı gölgede bırakarak iktidar koltuğuna yerleşen güç AKP oldu. Bu parti hakkında Kemalist çevrelerin yaptığı devlet güdümlü laiklik testinin sonuçları her ne olursa olsun, aslına bakacak olursanız söz konusu role en çok uyabilecek oyuncu tam da AKP idi.

Şimdi çeşitli ülkelerde seçimleri buna benzer bir temelde kazanan, fakat siyasal kimlikleri bakımından kimisinde daha sağ kimisinde daha sol görünen çeşitli burjuva partiler, IMF programlarıyla reform vaatlerini bağdaştırmaya çalışan bir yol tutmak istiyorlar. Hem piyasa ekonomisinden yanalar, hem de zengin-yoksul arasındaki uçuruma karşı olduklarını ilan ediyorlar! Hem özelleştirmelerin hızlandırılmasından yanalar, hem de ekonomiyi işsizlik belâsını savuşturmak üzere yeniden yapılandıracaklarmış! Kısacası, mevcut kapitalist işleyişin tekleyen yanlarını biraz reforme ederek sistemi yürütmeye talipler. İçinde bulunulan konjonktürde bu mümkün mü? Burnunun dibindeki bir emperyalist savaşın içine çekilmeye çalışılan Türkiye’de, veya devrimci durumlarla sarsılan Latin Amerika kıtasındaki Brezilya’da reformlar vaat eden siyasal iktidarların akıbeti ya da ömrü ne olacak? Bu ayrı bir konu. Şimdilik görüyoruz ki, düzenin selâmeti açısından bazı ülkelerde kitlelerin desteğini kazanacak yeni tip siyasi liderlerin önü açılıyor. Örneğin Brezilya’da bu role, siyasal yelpazede solda yer alan PT ve onun lideri Lula talip oldu. Türkiye’de ise tam tersine, sağda görünen ve ılımlı İslam diye etiketlenen AKP ve onun lideri Tayyip Erdoğan. Ya Brezilya’da olduğu gibi işçi sınıfından gelme ya da Türkiye’de olduğu gibi dini inançlarına bağlı olan halkın içinden çıktığı izlenimi verilen siyasal kimlikler! Evet, bunlar Amerikan darbesiyle tepeden inmiyor, seçmen kitlesi seçiyor. Ama ortak nokta oldukça anlamlı. Böylece, geçmiş dönemin yozlaşmış burjuva politikacılarından sıtkı sıyrılan seçmenin sisteme yeniden güven duyması sağlanmak isteniyor.

İşte Türkiye’de son seçim sonuçları bu nedenle sermaye cephesinde büyük bir memnuniyetle karşılandı. Uzun süren bir siyasal istikrarsızlık ve dayanıksız koalisyon hükümetlerinin ardından, parlamentoda gerekli çoğunluğu sağlamış bir tek parti iktidarının kurulması artık bir istikrar döneminin başlangıcı addedildi. AKP’nin Türkiye’de siyasal İslamın temsilcisi olan bir çizginin içinden çıkmış olması her ne kadar Kemalist çevrelerde hoşnutsuzluk yaratsa da, parlamentoda CHP gibi bir muhalefet partisinin varoluşu onların istediği dengeyi sağlayacaktı. AKP, gerekirse anayasayı bile değiştirebilecek bir çoğunluğa sahip olsa da, Türkiye’de siyasetin doğrudan içinde yer alan Ordunun rolünün bir çırpıda küçültülmesi nasılsa mümkün değildi. Ayrıca da, Türkiye Cumhuriyeti’ni Kemalist ideolojiye göre biçimlendirmiş olan geleneksel devletçi güçler açısından, kendi temsilcileri olarak gördükleri bir Cumhurbaşkanının varlığı ekstra bir güvence oluşturuyordu. Bu gibi faktörlerin sıralanmasından da anlaşılacağı üzere, büyük sermaye çevrelerini neredeyse bir düğün-dernek havasına sokan tek parti iktidarına rağmen, aslında Türkiye’deki siyasal istikrarsızlık kaynağı henüz ortadan kalkmamıştı.

Nitekim, yeni hükümetin ilk sınavını oluşturan Kopenhag zirvesi gündeme geldiğinde, içte ve dışta ağırlıklarını hissettiren tüm farklı güç temsilcileri sahneye fırlayıverdiler. Bu nedenle de, AB’ye katılım konusunda kesin bir müzakere tarihi alma umuduyla atağa kalkan AKP iktidarı daha ilk döneminde kendini bir karışıklığın içinde buluverdi. Aslında bu durum bir sürpriz oluşturmuyor. Çünkü, gerek ülke içindeki gerekse ülke dışındaki farklı güç odaklarının aralarındaki çıkar çatışması sona ermiş değildir. Örneğin, AB’ye katılım için gereken değişiklikler konusunda öteden beri ayak sürüyen “derin devlet” güçlerinin, AKP iktidarının kurulmasıyla birlikte sermaye cephesinde oluşan iyimser beklentilere ve konsensüse uysalca boyun eğip sahneyi terk etmesi beklenemez. Daha da önemlisi, dünya kapitalist sisteminin krize sürüklendiği bir dönemde aralarındaki hegemonya çekişmesi kızışan emperyalist odakların, kendi çıkar çatışmaları nedeniyle Türkiye’yi farklı yönlere çekiştirmek istemeleri engellenemez. Açıkçası, Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgede savaş tamtamları çalınırken, burjuvazinin “nihayet tek parti iktidarı kuruldu ve böylece istikrar gelecek” diye ülke içinde düğün-dernek havası estirmesi, yaratılmak istenen büyük bir yanılsamadan ibarettir.

Çatışma Alanının Tam Ortasında

Son dönemde AB tartışmalarına bağlı olarak Türkiye’nin Avrupa ile Asya arasında bir köprü olduğu sıkça tekrarlanır oldu. Doğrudur, Türkiye çok önemli bir jeostratejik konuma sahiptir. Örneğin Türkiye’nin orta vadede, Avrasya petrol ve doğalgazının ana dağıtım şebekesi haline geleceği söyleniyor. Bu husus Avrupa ülkelerinin çıkarları açısından da fevkalâde önemlidir. Zira Avrupa, ABD’den daha fazla ölçüde Ortadoğu petrolüne bağımlıdır. Türkiye, Avrupa’nın istikrarı bakımından kilit rol oynayan Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’nun merkezinde yer aldığı için, Avrupa’nın Türkiye’yi küçümseyerek rasyonel bir güvenlik politikası yürütmesi mümkün değildir. Üstelik NATO’nun da stratejik üyelerinden biri olduğundan, içinde Türkiye’nin yer almadığı bir “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” düşünülemez.

Türkiye burjuvazisi, bu durumdan kendi adına büyük bir pay çıkararak güçlü olduğunu kanıtlama hevesi içinde. Fakat bu hevesin tatmini sanıldığı kadar kolay ve hele hele diplomasi masasında çözümlenebilecek bir iş değil. Çünkü, özellikle AB’nin başını çeken Almanya ile ABD arasındaki güç çekişmesinin derinleştiği bir dönemde, Türkiye aslında hegemonya savaşlarının tam orta yerinde kalıveren bir cenk alanına dönüşmüş durumda. Son Kopenhag zirvesine yansıyan çatışmalar ve ABD’nin Türkiye’deki üslerin kullanımı konusunda yürüttüğü pazarlıklar bu durumun en açık kanıtlarını sunuyor.

3 Kasım seçimleri sonrasında kurulan AKP hükümetiyle birlikte Türkiye’de artık yeni bir dönemin başladığı ve bunun hemen her soruna, özellikle de Türkiye-AB ilişkilerine olumlu yansıyacağı söylendi. Burjuva cephesindeki iyimserler, nihayet makus talihimizin yenilebileceğini ve Türkiye’nin mağrur bir edayla Avrupa kapısından içeri gireceğini anlatmaya başladılar. Kısa bir süre sonra kendi söylediklerine o denli inanmışlardı ki, AKP liderinin çıktığı dünya turunun da etkisiyle Türkiye’nin AB’den 2003 için müzakere tarihi alabileceğine neredeyse kesin gözüyle bakmaya başladılar. Ve bu beklentiler içinde devreye bir de lojistik destek olarak ABD sokuldu. Fakat, İngiltere, İtalya, İspanya gibi müttefik ülkelerin yanına Türkiye’yi de ekleyerek, AB içinde Almanya-Fransa ittifakını güçsüz düşürmeye çalışan ABD’nin hamlesi şimdilik geri tepti.

Türkiye’nin AB içinde ABD’nin Truva atı olacağından çekinen taraflar, Kopenhag zirvesi sırasında ABD’nin Türkiye lehine devreye girmesini “büyük bir terbiyesizlik” olarak nitelendirdiler. Anlaşılan, ABD desteği Türkiye’nin işini kolaylaştırmadı, üstelik tam ters etki yarattı. Ortadoğu’daki yeni paylaşım kavgasında pay kapmak, tıkanan ekonominin önünü açacak kredileri almak hesabıyla fazlasıyla ABD’den yana tutum takınan Türkiye burjuvazisi, kendini tam da Almanya-Fransa ittifakıyla Anglo-Amerikan ittifakı arasındaki gerilim hattının üzerinde buluverdi. Kopenhag zirvesi Türkiye’ye 2004 Aralık ayı için “hele duruma bir bakalım” yollu tarih verince, AB’den kesin müzakere tarihi koparmayı uman çevrelerin umutları yıkıldı. Böylece Kopenhag zirvesi, Türkiye’nin kaderinin AB ile ABD arasındaki çekişmelere bağlı olduğunun bir kez daha açığa çıktığı yeni bir dönemeç noktası oldu. AB ile ABD arasındaki çıkar çatışmasından yararlanarak iki taraflı oynamaya, bir taşla iki kuş vurmaya çalışan Türkiye burjuvazisi kıç üstü oturtuldu.

Paylaşım Kavgası Kızışıyor

Kopenhag zirvesinde Kıbrıs sorunu da çözüm yoluna girmedi. Oysa Kuzey Kıbrıs halkı adada bir an önce barışçı bir çözüm bulunmasını ve Kıbrıs’ın bir bütün olarak AB’ye girmesini bekliyordu. Ne var ki, Denktaş ve Türkiye’de onu destekleyen bürokrasi, ordu çevreleri Kuzey Kıbrıs halkının önüne bir engel olarak dikiliverdiler. O günden beri Kuzey Kıbrıs’ta sendikalar ve halk ayakta; sokaklarda her an “Denktaş istifa” sesleri yankılanmakta. Şimdi de Almanya ve Fransa, Türkiye’nin gündemindeki hassas konuları, yani demokratikleşme bağlamında henüz uygulamada yeterince iyileşme olmadığını, Kıbrıs sorununun çözümü için gerekenin yapılmadığını hatırlatıyor. Bu nedenle Türkiye’ye üyelik müzakeresi konusunda kesin tarih verilmesinin çok zor olacağını ihsas ediyorlar. Hükümetin, yeni ulusal programı hazırlayıp Kopenhag kriterleri için pek çok reforma imza atması gerek. Hazırlanacak yeni ulusal programda Kopenhag kriterlerinin 1 Ağustos 2004’e dek uygulanması öngörülüyor. Bu tarihe dek, kapatılan DEP’in milletvekilleri Leyla Zana ve arkadaşlarının serbest bırakılması, Kürtçe yayınların başlaması, işkencenin önlenmesi gibi radikal adımların atılması şart koşuluyor. Hükümetin en zor görevinin ise, Genelkurmay başkanlığını Savunma Bakanlığına bağlamak olacağı özellikle belirtiliyor. AKP iktidarının önündeki bir diğer önemli görev ise, Kıbrıs sorununda 28 Şubata dek Annan planı çerçevesinde çözüm sağlamak. Kopenhag zirvesinin en belirgin sonucu, Kıbrıs’ın Türkiye’nin pazarlık kozu olmaktan çıkıp Avrupa’nın kozu haline gelmesi oldu. Şimdi Türkiye’de egemen çevreler, Kuzey Kıbrıs’ı kendileri için yeniden bir koz haline getirmeye çalışıyorlar. Türkiye’ye AB yolu açılmadıkça, Kuzey Kıbrıs’ın statüsünün değişmeyeceğini ve bu durumun adada bir tehdit unsuru olarak kalacağını kabul ettirmek istiyorlar.

İşin gerçeğine bakacak olursak, Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uyum doğrultusundaki yol haritasının AB tarafından incelenip onaylanması gereği, yalnızca buzdağının görünen kısmını oluşturuyor. Asıl mesele ise, ABD’nin dünyanın hegemon gücü olarak kalacağını ispatlamak için Ortadoğu, Uzak Asya, Kafkaslar gibi geniş bir coğrafyada hazırlandığı yeni “Haçlı Seferleri”yle ilintilidir. Türkiye bu hazırlık planı içinde, birbiriyle çekişen emperyalist güçlerin ortaya Kıbrıs sorunu ya da Kürt sorunu gibi kozları sürdükleri bir pazarlık arenasına dönüşmüş gibidir. Burjuvazi adına ne büyük bir başarı ve istikrar kaynağı, değil mi?!

Ama yine de bu konumu küçümsemeyelim, Türkiye büyük birader ABD’nin stratejik ortağı olarak kendi bölgesinde alt-emperyalist bir role sahiptir ve takınacağı tutum hem çevre ülkeleri hem de Avrupa’yı etkilemektedir. 21. yüzyılın yeni kapitalist güçleri olarak sivrilen Çin ve Rusya karşısında, ABD dünyanın tek süper gücü olarak kalacağını kanıtlamaya çalışırken Türkiye’nin takınacağı tutum önemlidir. Nitekim bazen AB’nin ya da ABD’nin dayattığı koşulları çıkarlarına tam da uygun bulmayan Türk egemen çevreleri, alternatif birlik arayışlarının gündeme getirilebileceğini ileri sürmektedir. Bu bağlamda, Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın oluşturduğu ve “Şanghay Beşlisi” adı verilen işbirliği örgütüne dikkat çekilmekte, “Avrasya yaklaşımı”ndan söz edilmektedir.

Şimdilerde AB konusunda kötümser görünen burjuva yorumcular, Türkiye’nin AB macerasının bittiği doğrultusunda değerlendirmeler yapıyorlar. Bizce, AB-Türkiye ilişkilerinde kesin sonucu şimdiden bilmenin imkânı yok. ABD’nin, Ortadoğu’ya yönelik saldırı planlarını BM’ye onaylatmak için Avrupa ülkelerini köşeye sıkıştırmaya çalıştığı bir dönemde Türkiye daha nice pazarlıkların konusu olacaktır. Nasıl ki AB, Kıbrıs sorununun çözümünü Türkiye’ye karşı elinde bir pazarlık kozu olarak tutuyorsa, ABD de Türkiye’ye Kuzey Irak’taki Musul ve Kerkük gibi petrol bölgelerini ve Kürt sorunu kartını göstermektedir. Türkiye burjuvazisi, bir yandan Osmanlı İmparatorluğu döneminde kendi egemenlik alanında kalan bu petrol bölgelerinde yeniden hak iddia edebilmenin tatlı hayalini kuruyor. Fakat diğer yandan, Irak’taki olası savaşa bağlı olarak çok sıcak bir şekilde gündeme gelecek olan Kürt sorunu uykularını kaçırıyor. Bugüne dek Türk yetkilileri, federe bir Kürt devletinin kurulmasının bir savaş nedeni sayılacağını tekrarlayıp durdular. Şimdilik ABD Türkiye’yi yatıştırabilmek amacıyla, Kuzey Irak’taki Kürt liderleri Talabani ve Barzani’ye, “bağımsız Kürt devleti istemiyoruz, Irak’ın toprak bütünlüğü içinde federasyon istiyoruz” dedirtmektedir. Fakat paylaşım savaşı bir kez başlarsa yarın ne olacağı belli mi olur?

Aman petrol, canım petrol!

Kapitalizmin merkantilist döneminde zenginliğin simgesi haline gelen altın karşısında Shakespeare’in ironik dizelerini hatırlatırcasına, günümüzde de emperyalistler arasındaki çekişmelere damgasını petrol vuruyor. Bugün petrol havzaları üzerinde egemenlik kurmak için birbiriyle didişen emperyalist güçler tüm insanlığı kapkara bir bataklığın içine çekmeye çalışıyorlar. Şimdilerde savaş naraları atan Amerika’nın en büyük tutkusu, hem Hazar Denizi’nde, hem de Ortadoğu’da petrol havzalarını ve enerji yollarını kontrol altına alarak, kendi rakiplerine karşı üstünlük kurabilmektir.

Ortadoğu petrolü dünya petrolünün yüzde 65’ini oluşturuyor. Ve bölgenin petrol rezervleri bakımından en zengin ülkesi Irak. Irak’ın bereketli petrol bölgeleri Musul ve Kerkük ise, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne ve oradan da günümüze uzanan tüm dönemler boyunca varlığını sürdüren çıkar çatışmalarına konu oluyor. Büyük güçler arasındaki ilişkilerin iniş ve çıkışlarına bağlı olarak zaman zaman yatışır görünüp akabinde alevlenen Musul ve Kerkük sorunu, petrol savaşlarının en somut örneklerinden biridir. İşte Ortadoğu’daki yeniden paylaşım kavgasının kızışmasıyla birlikte yine gündeme gelen bu sorun, Türkiye burjuvazisinin de tekrar iştahını kabartmış ve onun eski defterleri karıştırarak hak iddiasında bulunmasına neden olmuştur. Türkiye egemenleri, 1926 yılında Britanya ile yapılan anlaşma uyarınca Musul ve Kerkük petrol gelirlerinden 25 yıl süreyle yüzde 10 pay almaları gerektiğini hatırlamışlardır.

Irak bu yükümlülüğünü on üç yıl boyunca yerine getirmiş, fakat sonra ödemeleri durdurmuştur. Irak’ın on iki yıl boyunca biriken borcu 1986 yılına dek Türkiye’nin devlet alacağı olarak bütçelere kaydedilmiştir. Daha sonra Saddam’ın isteği üzerine bu kalem bütçeden çıkarılmış olsa da Türkiye hakkından vazgeçmemiş, sorunun çözümünü uygun bir zamana bırakmıştır. Üstelik Baas hükümetinin 1972 yılında petrolü millileştirmesinden sonra Irak’ın petrol gelirleri artmış ve böylece Türkiye devletinin bir gün ileri süreceği alacak tutarı büyümüştür. Ve bölgede dengelerin değişmesi, Türkiye’nin ABD’nin stratejik ortağı konumuna terfi ettirilmesiyle birlikte, Türkiye burjuvazisi artık o beklenen günün geldiğine hükmetmiştir. Türk yetkililer ABD’ye demektedirler ki, eğer Irak petrolleri yine özelleşecekse, Türkiye’ye de eski hakları karşılığında bazı imkânlar tanınmalıdır. Eğer Irak borcunu ödemezse, onun Musul üzerindeki egemenliği tartışmalı hale getirilmelidir.

Kuzey Irak Kürtlerinin kendi doğal başkentleri olarak kabul ettiği Kerkük de, Türkiye egemenlerinin hesapları nedeniyle önemli bir kriz odağıdır. Türk devleti, Kerkük’te yaşayan Türkmen nüfusa dayanarak bu kentin Türkmenlerin elinde kalmasını arzulamaktadır. Kürtlerin Kerkük’teki petrol kuyularına sahip olmasını asla istememekte, çünkü bu petrol geliri olmaksızın bağımsız bir Kürt devletinin nasıl olsa yaşayamayacağını sinsice tasarlamaktadır. Bu nedenle Kürtlerin Kerkük’e yönelik hak taleplerini, Kuzey Irak’ı işgal edebileceği tehdidiyle yanıtlamaktadır. Böylece, ABD’nin bölgeye ilişkin planları bir yana, Türkiye’nin Kuzey Irak’a dair güvenlik politikasının genel hatları şu şekilde özetlenebilir: Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması; bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına asla müsamaha gösterilmemesi; Türkmenlerin korunması bahanesiyle Kerkük’e göz dikilmesi.

İşte bu nedenle, NATO’da ABD’nin has müttefiklerinden olan Türk Genelkurmayı olası Irak Savaşının akıbeti konusunda tereddütler geçirmekte, ABD’den Kürt devleti kurulmayacağı konusunda tam garanti istemektedir. Ne var ki, sınırın öte yakasındaki Kürtler ise Saddam rejimine karşı harekete geçmek için ABD müdahalesini beklemekte, kendi ulusal çıkarları doğrultusunda tavizler koparmayı ummaktadırlar. Farklı ulusal çıkarlar ve ulusal sınırlar itibarıyla bölünmüş bu kapitalist dünyada her bir tarafı aynı anda, aynı şekilde memnun edebilmenin sihirli bir formülü yoktur. O nedenle sonuçta mutlaka bir taraf hayal kırıklığına uğrayacaktır.

Ulusal bağımsızlık Kürtlerin hakkıdır, fakat emperyalist paylaşımların ortasında ısıtılan beklentilerden ne hayır gelebilir, o da ayrı bir mesele. Bugün ABD’nin Irak’a müdahalesine kendi ulusal çıkarları nedeniyle sıcak bakan Kürt gruplarının, daha önceki dünya savaşlarında olduğu üzere birbirlerine düşürülüp, sonra da bir yana itilmeleri pekâlâ olasıdır. Herhalde ki, bugün Irak, yarın İran, öbür gün Suudi Arabistan diyerek tüm bu bölgenin haritasını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeyi amaçlayan silah ve petrol tüccarı Bush iktidarının, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkında adil ve sadık bir garantör olabileceğine inanacak kadar saf değiliz! Kısacası, bölgede tırmandırılacak hangi sorun olursa olsun, bugün emperyalist güçler arasındaki hesaplaşmalar tüm sıcaklığıyla Türkiye’nin gündemindedir. Oyun henüz bitmedi; tersine yeni paylaşım kavgası asıl şimdi kızışmaya başlıyor.

Krizi Aşamıyorsan “Silahlan”!

AB üyeliğini bir kurtuluş gibi sunan liberal burjuva iktisatçıların söylediğine göre, Türkiye AB’ye girmediği takdirde 2012 yılında kişi başına milli gelir 3 bin 258 dolarla sınırlı kalacakmış. Şayet girerse ve yılda yüzde iki oranında doğrudan yabancı sermaye çekerse, bu rakam 8 bin 958 dolara yükselecekmiş. Geleceğe yönelik bu tür kapitalist rüyalar görmek iyi hoş ama, dünya kapitalist sisteminin şu an içinde bulunduğu kriz koşulları ve Türkiye kapitalizminin yakıcı gerçekleri nedeniyle uyanıkken çektiğimiz acıları nasıl unutacağız? Bugün Türkiye’de uluslararası yoksulluk sınırının altında yaşayanların nüfusa oranı yüzde 18. Böylece 12,5 milyon kişi günde 2 doların altında bir parayla yaşamak zorunda. Ülke nüfusunun en zengin yüzde 10’luk bölümünün gelirden aldığı pay yüzde 32,3. Nüfusun en yoksul yüzde 10’u ise gelirden yüzde 2,3 oranında pay alıyor. 2001 krizinden sonra kişi başına 2.160 dolara düşen geliriyle Türkiye, Peru, Irak, Namibya, Bulgaristan gibi ülkelerle aynı kategoride bulunuyor.

Unutmayalım ki, Türkiye ekonomisi 2001’de yüzde 10 küçülmüştü. Son krizle birlikte kapı önüne konuveren iki milyon işçinin katılımıyla işsiz sayısı 10 milyonu aşmıştı. Her ne kadar burjuva iktisatçılar Türkiye’de ekonomik krizden çıkılmakta olduğunu söyleyip, yüzde 3 hatta daha da yüksek oranda büyüme tahminlerinde bulunarak iyimserlik yaratmaya çalışsalar da, OECD Türkiye’de ekonomik büyümenin önündeki engellere işaret ediyor. Örneğin bankacılık sektöründeki sorunlu krediler ve Irak’ta yaşanabilecek savaş riski gibi önemli faktörlere dikkat çekiliyor. Türkiye’nin toplam borcu 207 milyar dolara ulaşmış durumda ve borçlarını döndürebilmesi için her an yeniden borçlanması gerekiyor. Bir an için Türkiye’deki burjuva iktidarın, kendisine tembih edildiği üzere “ev ödevi”ni iyi yapıp AB ya da ABD kaynaklarından yeni sermaye çektiğini varsaymak isteyelim. Peki, bizzat kendi krizleri nedeniyle AB ülkeleri arasında derinleşebilecek çatlakları, ya da örneğin Almanya ve ABD arasında daha da kızışabilecek olan hegemonya çekişmesinin yaratacağı sonuçları kestirebilir miyiz?

Aslında Türkiye’yi bir yana bırakalım, emperyalist ülkeler dünya kapitalist sisteminin derinleşen krizi nedeniyle önlerini tam olarak göremiyorlar. Böyle bir krizin içine düşmeden önce, kilise zangoçları gibi “novus ordo seclorum” (yeni dünya düzeni) diye tekerleyip duran burjuva ideologları, şimdi mevcut duruma denk düşebilecek kavramlar icat etmeye çalışıyorlar. Son “World Economic Outlook” raporu dünya ekonomisindeki büyüme beklentilerini “ihtiyatlı bir geri kazanım” olarak nitelendiriyor. “İhtiyatlı” kavramını kullanmak zorunda kalıyorlar, çünkü sistemin motor gücü ABD ekonomisinde hâlâ çok ciddi belirsizliklerin hüküm sürdüğü, Avrupa’da işlerin parlak olmadığı, Japonya’da ise durumun zaten oldukça can sıkıcı olduğu biliniyor.

Kapitalist sistemin üst düzey finans kuruluşları bile dünya ekonomisinin 2003 ve 2004 yıllarındaki büyümesinin oldukça düşük olacağını itiraf ediyor. Aslında herkesin bu gerçeği kabullenmiş durumda olduğu, kaldı ki esas sorunun büyüme oranından ziyade dünya ekonomisindeki gidişatın belirsizliği olduğu söyleniyor. Kapitalizmin ideologlarını endişelendiren temel sorun, sistemin ekonomik durgunluktan çıkıp yeniden anlamlı bir canlanma ve yükselişe geçip geçmeyeceğidir. Fakat şu an kesin olan bir korku var ki, o da dünya ekonomisinin bir deflasyon spiraline (fiyatlardaki düşüşe rağmen durgunluğun sürmesi) girmesidir. Bu nedenle, talebi canlandırıcı önlemler yeniden gözden geçirilmekte, boom dönemi boyunca artık rafa kaldırıldığı söylenen Keynesci teori kitapları raflardan indirilip yeniden göz önüne yerleştirilmektedir. Kamu harcamalarının artırılması yoluyla ekonomik durgunluğun aşılmaya çalışılması anlamına gelen Kenyesci politikaların piyasa ekonomisine bir alternatif olmadığı, tersine, deflasyona giren kapitalist piyasayı korumak için bu tür uygulamaların şart olduğu artık sıkça dile getiriliyor. Harcamaları canlandırmaya çalışan burjuva iktisatçıları, ekonomik krizin vurgununu yiyip sıfırı tüketen kitlelere, sanki onlarla dalga geçmek istercesine “artık harcayınız baylar, bayanlar” yollu akıllar veriyorlar. Ne var da neyi harcayacaklar? Aklı verenler henüz bu sorunun yanıtını bulmuş değiller.

Fakat yine içinden geçmekte olduğumuz şu günlerde çok yakıcı hale gelen bir gerçek var ki, o da dünyanın süper gücü ABD’nin talebi canlandırmak için çareyi silahlanma harcamalarını alabildiğine arttırmakta bulmuş olmasıdır. Amerikalı yetkililer, hiç savaş çıkmasa bile sonuna kadar askeri harcama yapılmasını ve bu nedenle silahların gücüne dayanan yeni bir dengenin kabul ettirilmesini savunuyorlar. Avrupa özel sektörünün temsil kuruluşu UNICE ise, ekonominin durağanlığı konusunda AB ülkelerini uyarıyor. Büyüme hızı düşük, tüketici güvensiz, yatırımcılar şevksiz, piyasalar esneklikten yoksun deniyor ve ekonominin canlandırılması için ABD örneğinin izlenmesi öğütleniyor.

Dünyadaki toplam savunma harcamalarının yüzde 40’ını ABD tek başına gerçekleştiriyor. ABD’nin 300 milyar doları bulan savunma harcamaları giderek artıyor, savunma bütçesi rekor düzeyde yükseliyor. Soğuk savaşın bitmesinden sonra sıkıntıya giren silah sektöründe yeniden güller açtığı belirtiliyor. Bush’un 11 Eylül sonrasında ABD savunma bütçesinde istediği artış, Britanya’nın savunma bütçesinin üstündedir. ABD Savunma Bakanlığının (Pentagon) bütçesi, ABD’den sonra gelen ilk dokuz ülkenin savunma harcamaları toplamına aşağı yukarı denktir. Böyle bir durumun tarihte daha önce görülmediği söyleniyor. Bu durum, büyük finans çevrelerinin borazanı gazetelerin sayfalarını süsleyen sayılar olmanın çok ötesinde, binlerce insanın canını yakacak, yaşamını söndürecek bir gerçekliktir. Amerikan ekonomisini canlandıracak her bir dolar, Ortadoğu’da ya da Uzak Asya’da binlerce işçinin, emekçinin yaşamına kasteden modern silahlar kimliğine bürünerek savaş alanlarına doğru zalim bir yolculuğa çıkmaktadır. ABD, şimdi Türkiye’yle bunun pazarlığını yapıyor. ABD emperyalistleri, ne zaman biteceği belli olmayan çok uzun süreli bir savaş dönemine girildiğini teorize ederek savunma harcamalarını hep canlı tutmak istiyorlar. Örneğin, Türk hava kuvvetlerinin tamamen yenilenmesi gündemdedir. Bu program, ABD mali desteğiyle ilerleyebilecektir. Ayrıca ABD, Türkiye topraklarında yer alan NATO üslerinin modernizasyonu bahanesiyle, Türkiye’ye vaat ettiği kredilerin çoğunu anlaşılan yine silahlanma harcamalarında kullanmak istiyor. Modernize edilecek üs ve limanlarla ilgili olarak 200 milyon doları bulacak bir yatırım gündemde bulunuyor.

Amerikan emperyalizminin, içine düşülen ekonomik durgunluktan çıkabilmek için “uluslararası terörle mücadele” diye bir bahane yaratmış olduğu son derece yalın bir gerçektir. Nitekim, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in bir zamanlar başkanı olduğu Halliburton şirketine bağlı KBR firmasının “terörle mücadele”den doğrudan kâr ettiği söylenmektedir. Donanma ve ordu için yıllardır gıda, inşaat, yakıt nakli ve elektrik üretimi gibi hizmetler sağlayan bu firma, son dönemde orduyla 10 yıl süreli bir sözleşme yapmıştır. Şirketin bu sözleşme sayesinde elde edeceği kazancın, ekonomik durgunluk nedeniyle hisse senetlerinin fiyatlarındaki yüzde 60’lık düşüşün yarattığı kaybı karşılayacağı belirtilmektedir. Diğer bir örnek vermek gerekirse, Amerikan Kongresinin terörle mücadele gerekçesiyle ayırdığı 30 milyar dolarlık bütçe hatırlatılabilir. Bu bütçenin yarıya yakını doğrudan Pentagon’a gitmiş ve büyük bir kısmı silah, mühimmat vb. alımında kullanılmıştır. Ne derler, mal meydanda!

Kriz, krizi doğurur

Ortadoğu ülkelerine model olmak üzere ABD’nin stratejik ortağı olarak parlatılan Türkiye’de yeni kurulan AKP iktidarından Amerikan emperyalizmi çok şey bekliyor. Eğer yeni iktidar kendisine biçilen role uygun davranırsa, borç ertelemeleri, yeni krediler ya da yabancı sermaye girişi açısından kendisine eli açık davranılacağı, yani “hizmet”inin karşılıksız kalmayacağı söyleniyor. Diğer Müslüman ülkelere, demokrasiyle İslamın bağdaşabileceğinin modeli olarak göstereceği AKP iktidarından memnuniyet duyan ABD, “arkandayım” diyerek bu iktidarın sırtını sıvazlamaktadır. Ancak Müslüman kitlelerin büyük desteğini almış bulunan AKP hükümetinin, kendisine biçilmiş bulunan bu yeni iktidar modelini dünya siyaset podyumunda taşıyabilmesi sanıldığı kadar kolay değildir. AKP iktidarı, kendi liderliğinin yönelimi veya niyeti her ne olursa olsun, farklı yönlerden binen çeşitli basınçlar altında yol almaya çalışmaktadır. Kendi selameti açısından içerde fincancı katırlarını fazla ürkütmemesi, Atatürkçü laik kesimlerin, ordunun, cumhurbaşkanının vb. hassasiyet noktalarını gözeterek siyaset yapması gerekmektedir. Bu da, kendisini iktidara taşıyan vaatlerden biri olan anayasa değişiklikleri ve Kopenhag kriterlerine bağlanan demokratikleşme paketi gibi konularda, elinin dilediği kadar rahat olmaması anlamına gelir.

İşte bu nedenle, AKP iktidarının daha ilk döneminde, herkes istikrar beklerken siyaset sahnesi bir mini depremle gidip geldi. Aslında olayların akışı dikkatlice incelendiğinde, sarsıntıya neden olan fay hattı sislerin arasından ortaya çıkıyor. Bir tarafta Denktaş’ın etrafında kenetlenip Kıbrıs sorununun çözümüne yanaşmayan bürokratlar ve generaller; diğer bir tarafta hem üsler konusunda Türkiye’ye dayatan ve hem de Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye karşı takındığı tutum nedeniyle Almanya’ya gözdağı vermeye çalışan ABD. Ve parlamentoda birdenbire keskin bir dönüş yapıp AKP’ye saldırıya geçen muhalefet lideri Deniz Baykal. Baykal bu saldırısının argümanı olarak, Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış’ın, “28 Şubat’a dek anlaşma sağlanmazsa Türk askerinin Kıbrıs’ta işgalcilikle suçlanabileceği” yolundaki sözlerini kullanıyordu. Yakış’ın sözleri çarpıtıldı ve sanki bizzat Yakış Türk ordusunu Kıbrıs’ta “işgalci” diye nitelendirmiş gibi kıyamet kopartıldı.

Ankara’da bu şekilde gerginleşen ortamda bir de yankıları itibarıyla önemli sayılacak bir siyasal suikast gerçekleşti. Hedef seçilen kişi, son dönemlerde Alman vakıfları ve İslamcı kesimin liderlerinden Fethullah Gülen’in devlet içindeki örgütlenmesi üzerine araştırmalarıyla kendisini öne çıkaran bir öğretim üyesi idi. Bu cinayetin perde arkasında kimlerin yer aldığı bir yana, sanki bir taşla birkaç kuş vurmak istenircesine hem Almanya töhmet altında bırakılmak isteniyor, hem AKP hükümeti tehdit ediliyor ve hem de “derin devlet”in hâlâ kriz yaratan bir odak olmayı sürdürdüğü, ya da istenirse “karanlık güçler”in her an hükümeti yeni bir terör dalgasıyla kargaşaya sürükleyebileceği hatırlatılıyordu. Bu tür olaylarda hep olduğu gibi gizli saklı kalan yönler bir yana, aslında işin önemli tarafı, AKP iktidarından beklenen istikrar ortamını peşpeşe sarsan bu gelişmelerin tam da ABD’nin Türk yetkililerle yürüttüğü üs pazarlığına ve Irak savaşı hazırlığına denk düşmüş olmasıydı. Bazı yorumculara göre, başkent Ankara 1923 yılındaki tarihi Lozan Anlaşmasından beri bu kadar dolu ve sıkışık bir gündem yaşamamıştı.

Daha sonra ortalık biraz sakinleşir gibi görünse de, herkesin gücü oranında varlığını hissettirmeye çalıştığı bu çok taraflı siyaset oyunu henüz bitmedi; pazarlıklar devam ediyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Sezer, AKP lideri Erdoğan’ın 9 Martta Siirt’te yapılacak seçimlerde aday olmasının önünü açacak Anayasa değişikliklerini veto etti. Üniversite rektörleri AKP’ye başkaldırdı. Üniversiteler hükümetin acil eylem planını uygulamama kararı aldı. Kıbrıs konusunda Türkiye yine çözümsüzlüğe doğru tutum değiştirdi. ABD’nin savaş hazırlıklarına ilişkin olarak Türkiye’den isteklerinin arkası kesilmiyor. Aslında ortam her an yeni krizlere gebedir.

ABD’nin Savaş Hazırlıkları

Bush’un esas derdi Irak’ta kısa süreli bir savaş değil bölgeye yerleşmektir ve Türkiye’yi de bu macerada başından sonuna kendi planlarına ortak etmek istiyor. Washington’un savaşı meşru kılmak için ileri sürdüğü bahane, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu iddiasıdır. Ancak BM denetçileri henüz inandırıcı olabilecek yeterli kanıt bulamamışlardır. Ne var ki ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, “Kanıt olmaması, olmadığının kanıtı değildir” diyerek denetimin aslında yalnızca bir bahane olduğunu itiraf etmektedir. Şimdi bu mantıkla, örneğin George W. Bush’un da aslında Usame Bin Ladin olduğunu iddia etmek pekâlâ mümkündür. Evet, ortada “henüz” tatmin edici somut kanıt yoktur. Ama “kanıt olmaması, olmadığının kanıtı değildir”!

Aslında ABD, BM kararını beklemeden Kuzey Irak’ta savaş yığınağı yapmaya başlamıştır bile. Bu durum AB içindeki Almanya ya da Fransa gibi ülkeleri çileden çıkarmaya yeterlidir. İşte bu problemin tam orta yerinde de yine Türkiye yer almaktadır. Çünkü Kuzey Irak’a yığınak, Türkiye üslerinden yapılmaktadır. Nitekim Ankara’da söz konusu mini depremin patlak verdiği günlerde, ABD kargo uçaklarının getirdiği askeri malzeme Habur sınır kapısından Kuzey Irak’a boşaltılmıştır. ABD Türkiye’den “tam işbirliği” istemektedir. Burjuva yorumcular, ABD’nin isteklerini bütünüyle reddetmenin zararı büyüteceğini, tüm taleplerine evet demenin ise, Türkiye’yi sonu şimdiden tahmin edilemeyen maceralara sürükleyebileceğini belirtmektedirler. Dolayısıyla Ankara, hem “Büyük Birader”i küstürmeyecek, hem kendisini uluslararası camia karşısında yapayalnız bırakmayacak bir orta yol arayışı içindedir. Böylesi gerilim hatlarının altında güvenlikli bir orta yol bulunamayacağı gerçeği bir yana, aslında Türkiye’nin ABD karşısında “hayır” diyebileceği hususlar son derece sınırlıdır.

Burjuva yorumcular, Avrupa Birliği ile ilişkileri bozulmuş, ekonomik kriz nedeniyle iç borçlarını çevirmek için bile Amerika’nın desteğine ihtiyaç duyan Türkiye’nin ABD’ye kararlı biçimde kafa tutmasının mümkün olmadığını belirtiyorlar. Örneğin, Irak’a hava saldırıları için Türkiye’deki üslerin açılması, keza Amerikan askeri uçaklarının Türk hava sahasından geçişine izin verilmesi gibi hususlarda Amerika’nın esaslı bir problemi yoktur. Nitekim Türkiye, güney bölgesindeki deniz, hava üs ve tesislerinin ABD yetkililerince incelenip yeniden düzenlenmesine izin verdi. Basına sızan haberlerden, ABD’nin üs kontrolü talebinin Samsun ve Trabzon limanlarını da kapsadığı anlaşılıyor. Bu limanların Tuna nehri yoluyla ve Karadeniz’e sahili bulunan Bulgaristan ve Romanya gemileri aracılığıyla Almanya’dan askeri malzeme sevkıyatı için istendiği öne sürülüyor. Böylece şu an ABD yetkililerinin çabası, Türkiye’de konuşlanacak birliklerin kara geçişine ve askeri teçhizatın depolanmasına izin verilip verilmeyeceği noktasında somutlanmaktadır. Amerika’nın Türkiye’den bir an önce istediği tek bir cevap var deniliyor. ABD şu an caydırıcı olması için, ama şayet savaş olursa saldırı gücü olarak kullanmak üzere Türkiye’ye 80 bin askerini konuşlandırmak, bizim Irak sınırımızı lojistik üssü olarak kullanmak istiyor. Hükümet, bu gibi konularda meclisin onayının şart olduğunu ileri sürerek zaman kazanmaya çalışmaktadır. Washington’un hava üssü, liman, hava sahası, toprak ve asker taleplerini değerlendirmeye alan Ankara, bu taleplerin tamamına 20 Ocak 2003’e kadar yanıt vermek durumundadır. ABD, olumlu yanıt almadığı takdirde Kuzey Irak’ta “Türkiye’siz seçenekleri gündeme getireceği tehdidiyle Ankara’yı sıkıştırmaktadır.

Aslında Türk egemen çevreleri BM ile birlikte hareket etmek ve son ana kadar beklemek istiyorlar. Hükümetin ve AKP lideri Erdoğan’ın açıklamaları da bu yönde. İşte bu tereddütlü durum da ABD’yi kızdırıyor. Kısacası Türkiye’deki egemen siyasi güçler şimdilik ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorlar. Çok uzun süre önce değil, daha Kopenhag zirvesi öncesinde, AB’den müzakere tarihi alındığı takdirde kanatlanacağı söylenen Türkiye’de bugün borsa geriye doğru yuvarlanıyor. ABD’nin olası bir Irak harekâtında Türkiye’ye biçtiği rolün AKP hükümetini zorda bıraktığı anlaşılıyor. AKP için hem Türkiye’yi savaşın ortasına sürüklemek hem de İslamcı bir kimlikle tüm Müslüman ülkelerin içinde ABD’ye destek veren tek iktidar olarak cascavlak orta yerde kalmak hiç de kolay değildir.

Evet hükümetiyle, muhalefetiyle, genelkurmayıyla Türkiye burjuvazisi, Irak’ta olası savaş için giderek gün sayan ABD’nin dayatmalarının yarattığı gerilimler nedeniyle son derece sıkıntılı günler yaşıyor. Biraz zaman kazanabilmek amacıyla şimdilik bekleme odasında sakinleşmeye çalışırlarken, kendilerini halka savaş karşıtı gibi gösteriyorlar. Nasıl olsa 27 Ocağa kadar BM denetçilerinin raporu beklendiğinden, şu an “biz savaş istemiyoruz, barışçı çözümden yanayız” diyerek halkı kandırmaya yeltenmek kolaydır. İktidar partisi AKP’nin işçi, emekçi tabanının samimi olarak savaşa karşı çıkması ya da AKP içinden savaş istemeyen muhalif seslerin yükseliyor olması bu gerçeği değiştirmez, sadece hükümetin işini biraz daha zorlaştırır. Irak savaşı bir gerçekliğe dönüştüğünde, burjuva güçlerin asıl derdinin paylaşım kavgasında yer kapmak olduğu ve şimdiki kıvırtmalarının altında, ya da kimi zaman ABD’ye kafa tutar görünen tavırlarının ardında çıkar çatışmalarının yattığı görülecektir. Gerçekte, gerek ABD’yle angajmanları ve gerekse ABD’nin Irak’ta tek başına davranmasından duydukları korku nedeniyle bir kez savaş patlak verirse o yolda ilerlemek mecburiyetinde kalacaklardır. Kaldı ki, ABD’yle yürütülen son askeri pazarlıklar öncesinde Türkiye burjuvazisinin planı zaten şuydu: Harekât başlamadan önce Kuzey Irak’a ciddi bir askeri varlıkla girmek, mülteci akınını orada karşılamak, böylece Musul ve Kerkük’te de kontrolü ele geçirebilmek.

Diğer NATO üyeleri ABD planlarına itiraz eder ve BM kararlarının esas alınması noktasında direnirlerken, Türkiye’nin ABD-İngiltere ittifakının yanında tek başına kalakalması Türk egemenleri için hiç de iç açıcı bir durum değildir. O nedenle bir “mucize” beklenmekte, ABD’nin askeri operasyondan geri durması ihtimalinin olup olmadığı araştırılmaktadır. Ortadoğu’ya “demokrasi” götüreceklerini söyleyen ABD yetkilileri, bölgedeki mevcut diktatörlüklerin barış yapamayacağını, çünkü halkları üzerindeki baskıları meşrulaştırmak ve onların öfkelerini dışarıda bir düşmana yöneltmek için çatışmaya ihtiyaç duyduklarını söylüyorlar. Ne kadar da komik! Bu ABD yorumcuları, bizzat Bush yönetiminin bu yola başvurduğunu unutuyorlar, ya da unutmuş görünmek istiyorlar! Gerçeklik şudur ki, Irak ve benzeri ülkelerdeki rejimlerin geleceği kuşkuludur. Despotik yapıların çöküşü bazen beklenmedik ve ani olabilir. Muhalefete hayat hakkı tanımayan bu tür rejimlerde, muhalefetin kendini ortaya koyabilmesi için, despotun devrileceği konusunda emin olunması gerekir. Bu koşul gerçekleştiğinde, yıkılmaz sanılan despotik kaleler hızla çözülüp çökebilirler. Bu olmadıkça, istenildiği kadar rejimden hoşnutsuz olunsun, muhalefet çark edecek, kendini gizleyecek, despottan yana gözükecektir.

Şimdi Irak Baas partisi içindeki bir grubun, yeni yönetimde yer alma karşılığında Saddam’a karşı çıkabileceği, böylece Irak’ın BM ve ABD’nin taleplerine boyun eğebileceği söylenmektedir. Böyle bir olasılık bizzat ABD çevreleri tarafından dile getiriliyor olsa da, Pentagon bunun bir blöf olarak algılanmaması ve yeterince caydırıcı olabilmesi için askeri hazırlıkların yine de aynen yürütülmesini, askeri birliklerin derhal “her an harekete hazır” hale getirilmesini istemektedir. Kaldı ki böyle bir olasılık da ABD’nin arzuladığı “uzun süreli savaş”ın ta kendisi değil midir?

ABD askeri üstünlüğüne güvenerek, bugün Irak’ı, yarın İran ve sıraya koyduğu diğer ülkeleri, söz temsili bir mermi bile atmadan dize getirmeyi ve bu ülkelerdeki iktidarları değiştirmeyi planlamaktadır. Bu plan tutar ya da tutmaz orası başlı başına ayrı bir sorun ama, Bush hükümeti bu sayede milyarlarca dolarlık askeri harcamayla ekonomiyi canlandırmayı ve petrol havzalarını kontrol altına almayı tasarlamaktadır. ABD Türkiye’ye, kendisinin her dediğinin kabulü şartıyla Kuzey Irak’a beraber girmeyi, bölgeyi birlikte kontrol etmeyi öneriyor. Fakat Türkiye egemenleri bu adımı attıkları takdirde kayıplarının kazançlarından fazla olabileceği endişesiyle tereddüt ediyorlar. Daha önceki Körfez Savaşında tutulmayan vaatleri ve uğradıkları zararları hatırlayıp, bu kez öncelikle uğrayabilecekleri ekonomik zararın tazmini konusunda güvence istiyorlar.

Kısacası, iktidarı, muhalefeti, sermaye örgütleri, genelkurmayıyla Türkiye burjuvazisinin şu an sözde savaş karşıtı gibi görünen ucuz kahramanlıklarına asla aldanmamak gerekir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ezici çoğunluğuna egemen olan gerçek savaş karşıtlığıyla, burjuvazinin tutumunun ortak bir noktası olamaz. Çünkü onların derdi vicdanları değil cüzdanlarıdır. Onları emperyalist savaş olasılığı karşısında tedirgin eden yoksul halk çocuklarının birbirine kırdırılması değil, girişecekleri savaş macerasından kârlı çıkıp çıkmayacaklarıdır. Şimdi Türkiye burjuvazisi, olası bir Irak savaşına destek verilmesi ya da verilmemesi durumunda doğabilecek kâr ve zararı karşılaştırıyor. İşte bir emperyalist savaş olasılığı, kapitalizmin iğrenç yüzünü olanca açıklığıyla teşhir ediyor. Sanki söz konusu olan onca insanın yaşamına kastedecek bir savaş tehlikesi değil de, kârlı mı yoksa zararlı mı olacağı incelikle hesap edilen bir sermaye yatırımıdır. Her şeyi metalaştıran bu kâr düzeninde, sermaye baronlarının bilançosunda insan yaşamının karşılığı da dolara ya da petrol fiyatlarına endekslenmiş durumdadır.

Kurtuluş Mücadelede

Hep tekrarlıyoruz: İşçi sınıfı ya örgütlüdür ve her şeydir, ya da örgütsüzdür ve hiçbir şey! Evet, işçi sınıfı öncü ve örgütlü gücüyle siyaset sahnesinde yer almadıkça, reel politika çeşitli burjuva çevreler arasındaki siyasal çekişmelerden ibaret olmaya devam edecek. Tıpkı uzun süredir yaşamakta olduğumuz süreçte cereyan ettiği gibi. Bir başka deyişle, işçi sınıfı mevcut düzeni kendi politik tercihleriyle sarsmaya başlamadığı sürece, gündemi liberal, Kemalist, İslamcı, AB yanlısı ya da karşıtı, ABD planlarına destek ya da köstek olmak isteyen vs. çeşitli burjuva siyaset güçleri arasındaki hesaplaşmalar belirleyecek. Oysaki işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin temel çıkarlarının, “acaba AB soslu Türkiye kapitalizmi mi, yoksa ABD soslu Türkiye kapitalizmi mi daha iyi gider?” türünden burjuva seçeneklerle hiç mi hiç ortak bir noktası yok. İşçi ve emekçilerin yegâne kurtuluşu, hangi emperyalist güce daha yakın durursa dursun, bu kapitalist düzene son vermekle mümkündür.

Ama diğer yandan şunu da asla gözardı etmemek gerekir ki, Türkiye’de ya da bir başka ülkede kapitalist düzen varlığını devam ettirdiği sürece, o ülke şu ya da bu emperyalist ittifak içinde yerini alacaktır. O nedenle, AB’ye katılım benzeri tartışmalar kızıştığında, sözde sol adına ortaya çıkıp “ulusal çıkarlar” diye gevelemenin, “yerli kapitalizm” diye ne idüğü belirsiz bir düzeni savunmanın işçi sınıfına ve emekçi kitlelere hiç mi hiç bir hayrı dokunmayacaktır. Ayrıca da, örneğin “ulusal çıkarlar” savunusu ve sözde AB karşıtlığı adına Türkiye’de daha baskıcı rejimlere davetiye çıkarmak isteyen gerici güçlere çanak tutmuş olmak hiç de küçümsenmemesi gereken bir tehlikedir. İşçilerin ve emekçilerin en ivedi gereksinimi, elbette ki bugünlerde herkesin dilinden düşürmediği üzere iş ve yaşam düzeyinin ve kalitesinin yükseltilmesi, baskıların son bulması ve demokratikleşmenin sağlanmasıdır. Ancak bu nasıl mümkün olacak?

AKP iktidarı seçim öncesinden bu yana bu konuda çeşitli vaatlerde bulunuyor. Uzun süren baskı dönemlerinden, dayanılmaz ekonomik krizlerin yükünden, rant kavgasına tutuşan yozlaşmış siyasal iktidarlardan artık tamamen bıkıp usanmış olan kitleler de bu vaatlerin hiç değilse bir kısmının gerçekleşeceğine inanmak istiyorlar. Fakat zamanla görüp anlayacaklar ki, AKP iktidarı da büyük sermayenin saltanatından başka bir şey değildir. Hesap ortada! Şu an başta, düzenin eski partileri değil, ılımlı İslamcı bir inanışa sahip olduğu söylenen AKP iktidarı bulunuyor; ama acaba yaşamsal sorunlarda sonuç fark edecek mi? Ne gezer! ABD emperyalizminin Türkiye’yi içine çekmeye çalıştığı Irak serüveninde cepheye gönderilip kırdırılan yine işçi ve emekçi çocukları olmayacak mı? Yine “ulusal çıkarlar” bahanesiyle işçi sınıfından ve emekçilerden “fedakârlık yapmaları” istenmeyecek mi?

AKP iktidarı, en iyi ihtimalle geçmişe oranla bazı küçük düzeltmeler yapmak istediğinde dahi, işçi ve emekçilerden hep daha fazlasını isteyecek. Ve çok iyi biliyoruz ki, ister dindar ister laik, hangi burjuva iktidar işbaşında olursa olsun, işçi ve emekçi kitlelerden beklenen fedakârlıklar hep “ulusal çıkarlar” masalıyla haklı gösterilmeye çalışılacak. Türkiye gibi kapitalizm yolunda nice mesafeler almış ve dolayısıyla burjuvaziyle işçi sınıfının ortak bir çıkarının olmadığı bir ülkede hangi “ulusal çıkarlar”dan bahsediliyor? AB’ye katılım, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Irak savaşı gibi, emperyalist güçlerin paylaşım kavgalarına konu olan tüm bu sorunlarda, farklı ülkelerin burjuvalarını ilgilendiren temel mesele yalnızca “bunu verdim, şunu aldım” hesaplaşmasından kendilerinin kârlı çıkabilmesidir.

Dindar insanların tekrarladığı bir deyiş var: “Almadan vermek Allah’a mahsustur” diye. Bu deyiş, aslında tüm sınıflı toplumlara egemen olan bir gerçeği dile getiriyor. İnsanın insan üzerindeki sömürüsünü içeren tüm toplumsal düzenler, “aldım, verdim” hesabına ve üreten, emeğiyle geçinen sınıflardan hep daha fazlasını istemeye dayanır. İçinde yaşadığımız şu iyice globalleşen kapitalist sistemde bu gerçek misliyle geçerlidir. Bu durumun sona ermesi ve “aldım, verdim” hesabının, bundan kaynaklanan tüm çatışmaların sona ermesi, ancak ve ancak kapitalist düzenin alaşağı edilmesi ve işçi sınıfı iktidarının kurulması sayesinde mümkün olacaktır. Böylece yeryüzündeki tüm insanların gerçek bir barış, huzur, refah ve esenlik içinde yaşayabilecekleri sınıfsız, sömürüsüz bir dünya kurulacaktır. İşte, dünyanın tüm işçileri ve emekçi insanları bizzat kendi mücadeleleriyle böyle bir dünyayı var etmek üzere örgütlenip mücadeleye atılmadıkça, hangi burjuva partisi iktidara gelirse gelsin, insanın insan üzerinde sömürüsüne, baskısına dayanan bu adaletsiz, eşitsiz, yozlaşmış kapitalist düzen hükmünü sürdürecektir. Öyleyse haydi, tüm dünyada emperyalist kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne, emperyalist savaşlara artık bir son vermek üzere mücadeleye!

Emperyalist savaşlara hayır! Yaşasın dünya işçilerinin uluslararası mücadele birliği!

Marksist Tutum adlı siteden aktarma.