ABD Hegemonyası Çağı

Hızlı, Hareketli ve Ölümcül

BM Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu Irak kararı ABD’nin en önemli hedefinden vazgeçmesine neden olmadı. Bush Hükümeti’nin çekirdek kesimi için Irak savaşı, BM’lerin bu yönde karar almasından bağımsız gündemde. Cheney-Rumsfeld-Wolfowitz.Aksi bu savaşı, “Şer Ülkeleri”ne karşı olan savaşları, terörizm karşıtı seferlerini meşru hale getirmek için bir deneme olarak görmekte. Uzun vadede ise başka bir hedefi gütmekteler: ABD’nin küresel hegemonyasını yeni bir yüksek teknoloji silahları kuşağı ile güvence altına almak. Kriz durumunda, vurucu gücü olan ve hızlı hareket yetisine sahip silahlı güçlerle korunacak olan önemli petrol yataklarına sahip bölgelerin kontrol altında tutulması, bu hedefin bir parçası.

Michael T.Klare

ABD 11 Eylül 2001’den beri öylesine terörle savaş için uğraş veriyor ki, insan Bush Hükümeti’nin bunun haricinde başka dış politik hedefi olmadığı yanılgısına düşebilir. Gerçi ABD Başkanı defalarca, teröre karşı verilen küresel savaşın en önemli yükümlülük olduğunu vurguladı ve hükümeti, bu seferi büyük bir angajmanla sürdümekte. Ancak bu savaş, Bush Hükümeti’nin kesinlikle tek ve öncelikli hedefi değil.

Bush’un adamlar Beyaz Saray’a geldiklerinden bu yana benzer yoğunlukta iki diğer önceliği takip ettiler. Bu öncelikler bir tarafta ABD’nin askerî potansiyelinin modernizasyonu ve geliştirilmesi, dğer tarafta da yeni petrol miktarlarının ihracatıdır. Başlangıçta her iki hedef birbirinden bağımsızken, şimdi birbirlerine ve teröre karşı savaşa sıkı sıkıya bağlanarak, ABD’nin dış politikasının bütünsel stratejik konsepti haline gelmişlerdir.

Bu konseptin formel bir başlığı yok ve hiç bir zaman yazılı bir ilkesel açıklamaya konu olmamıştır. Görüldüğü kadarıyla Washington’da hiç kimse benzeri bir vizyonu gerçekten formüle etmedi. Ancak buna rağmen bu üç öncelik birbiri ile bağlantılı ve – entegre bir konsept olarak – Birleşik Devletler’in askerî tavrında önemli bir değişime neden olmaktadırlar.

Bu değişimin niteliğini ve etkisini görebilmek için, ABD’nin önmli bazı bölgelerdeki aktivitelerine bakmak gerekmektedir.

Burada öncelikle Körfez Bölgesi söz konusudur. Hiç kimse Bush Hükümeti’nin Saddam Hüseyin rejimini alaşağı etmek ve Bağdat’ta Amerikan taraftarı bir hükümet yerleştirmek amacıyla Irak’ın tamamen işgal edilmesine hazırlandığından şüphe duymamaktadır. Bu askerî seferin ön hazırlıklarını tamamlamak için ABD Savunma Bakanlığı Körfez’deki askerî varlığını artırmaya çoktan başlamış durumda. Beklenen işgalin sözüm ona hedefinin, Irak’ın nükleer, kimyasal ve biyolojik silah sistemleri üretme kapasitelerini yok etmek vebu silahların teröristlerin eline geçmesini engellemek olduğu iddia edilmekte. Ancak başka amaçlar olduğu da apaçık ortada: Washington, Körfez Bölgesinden gelen sürekli petrol teslimatının – örneğin Irak tarafından – herhangi bir şekilde tehlikeye girmesini engellemeye kararlı. Ayrıca ABD’li stratejistlr Irak’ın son derece yüksek kpasiteli petrol yataklarından sadece Rus, Çin veya Avrupa tekellerinin faydalanması yerine, ABD tekellerinin faydalanabilmeerini güvence altına almak istemektedirler.

İkinci bölge ise Orta Asya ve Kafkaslar’dır. 11 Eylül 2001 sonrasında bu bölgede ABD güçlerinin konuşlandırılması, iddia edildiği gibi sadece Afganistan’daki Taliban’a karşı yönlendirilen operasyonu desteklemeye hizmet etmiyor, başka işlevleri de içeriyordu. Bu işlevlerden bi tanesi, ABD’nin Hazar Denizi etrafındaki büyük enerji kaynaklarından faydalanmak isteyişinin resmen açıklanması ile bağlantılı olarak, bu bölgedeki doğal gazı ve petrolü Batı piyasalarına aktaracak olan boru hatlarının korunması olmalıdır. Bu tahmini başka iki gelişme de güçlendirmekte:

Birincisi; ABD, Hazar Denizi – Karadeniz ve Akdeniz arasnda önemli bir boru hattı ülkesi olan Gürcistan’da askerî danışmanlarını konuşlandırdı. İkincisi; ABD Kazakistan’da Hazar Denizi kıyısındaki eski bir hava üssünü yeniden faal hale getirmekte.

Üçüncü önemli bölge ise Kolombiya’dır. Kısa bir süre öncesine kadar ABD’nin bu ülkedeki askerî angajmanının, yasadışı uyuşturucu ticaretine karşı kullanıldığı iddia ediliyordu. Ancak Beyaz Saray son aylarda ABD yardımının yeni hedeflerini açıkladı: birincisi, siyasî şiddet ve Kolombiya gerilla çrgütleri ile mücadele; ikincisi ise, ülke içinde çıkarılan petrolü deniz kıyısındaki terminllere ve rafinerilere aktaran boru hatlarının korunmasıdır. Bush Hükümeti bu aktivitelerin finansmanı için Kongre’den, Kolombiya’ya verilen – sırf bu boru hatlarının korunması için ayrılan 100 milyon Dolar dahil – ABD askerî yardımının artırılmasını talep etti.

Bunlar ve dünyanın başka ülkelerindeli benzer gelişmeler, ABD dış politikasındaki değişim göstergelerdir. Gerçi üç öncelik belirgindir, ancak asıl yeni ve önemli olan bunların tek bir strateji içerisinde bütünleşmiş olmalarıdır. Gelecekte de ABD dış politikasının temel çizgisi ancak bu bütünleşme süreci göz önünde tutulduğunda görülebilecektir. Bunun içine önce bu üç önceliği birbirinden bağımsız ele almak ve ardından nasıl birleştiklerini analiz etmek gerekmektedir.

Belirtildiği gibi ilk hedef, ABD’nin askerî potansiyellerini geliştirmektir. George W.Bush bu hedefi daha seçim mücadelesi esnasında bir öncelik haline getirmişti. Bush, 23 Eylül 1999 tarihinde “Zitalle”de (ünlü Kuzey Carolina Charleston Askerî Akademisi) yaptığı konuşmada, ordunun “transformasyonu” ile ilgili planlarını açıklamıştı. O dönemin Cumhuriyetçi Başkan Adayı, Clinton Hükümeti’nin, ABD askerî stratejisini soğuk savaş sonrası realiteye uyumlandıramamasından şikaye ederek, bu nedenle kendisinin ABD stratejisinin geniş revizyonunu gerçekleştireceğini ve “ordunun gelecek yüzyıl” için yeniden yapılandırılması görevini üstleneceğini açıklıyordu.

Askerî Düşüncede Devrim

Bu yeni yapılanma için iki stratejik temeli açıkladı. Birincisi, ABD askerî gücünün yenilmezliğini güvence altına almak, ki bunun için etkili bir roketsavar sisteminin üretilmesini ve ABD’nin yüksek teknoloji silahları alanındaki üstnlüğünün korunmasını sağlamak gerekiyordu. İkincisi ise, ABD’nin İran, Irak ve Kuzey kore gibi bölgesel düşman ülkelere saldırma ve yenme yetisini geliştirmek.

Bush birinci hedefe ulaşmak için dayanıklı ve yaygın bir roketsavar sisteinin oluşturulacağına uğraş vereceğini söylüyordu. National Missile Defense (NMD) olarak anılan program ABD’nin 50 eyaletini düşmanın roket saldırılarından korumalıydı. Bush aynı zamanda, bilgisayarların sistematik kullanımına, geliştirilmiş sensorik enstrümanlara, “görünmez” kılan materyallere ve başka yüksek teknloloji ürünlerine dayanan “askerî düşüncede devrim”e sahip çıktı. Bush’a göre bu, ABD’nin askerî üstünlüğünü “uzak bir geleceğe kadar” garantileyecekti.

Bush, ikinci hedef ulaşmak için “power projection” yetisinin yapısal gelişimini formüle etti. Yani: her potansiyel düşmanı yenecek düzeyde olan ABD ordularının uzaklardaki savaş alanlarına gönderilmesi. Bunun için bazi yeni yüksek teknoloji silahları alınmalı, iyileştirilmiş sensor sistemleri ve insansız uçaklar geliştirilmeli ve aynı zamanda var olan silahlı kuvvetler birliklerinin, daha hızlı konuşlandırılabilmeleri için, sayıları azaltılmalıydı. Bush’a göre ABD silahlı kuvvetleri “gelecek yüzyılda hızlı, hareketli ve ölümcül” olmalı. Bu da “en asgarî düzeyde olacak lojistik desteği gerekli kılıyor. Güç potensiyalimizi, bir kaç gün veya bir kaç hafta içerisinde – bir kaç ay değil – hangi uzaklığa olursa olsun, konuşlandırabilme yeteneğine sahip olmalıyız. Hafif silahlı birliklerimiz daha ölümcül olmalılar. Ve hepsi hedef bölgelerine daha hızlı ulaştırılabilmeliler”.

Bush bu geniş hedeflerin gerçekleştirilebilmesi için askerî giderlerin önemli derecede artırılmasını ve modern askerî teknolojilerin en optimal şekilde kullanılmasını talep etmişti. Özellikle bu son cümlesi nedeniyle medya Bush’un “Zitadelle Konuşmasını” kapıştı. Bush için önemli olansa hareketliliği ve “power projection”ı vurgulamaktı. İşte bu bağlamda iktidara geldiği ilk anda Pentagon’a açıkladığı bu programı uygulamaya sokma emrini verdi. Bush “Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e, Amerika’nın ve müttefiklerinin savunmasının yeni mimarîsinin tasağını oluşturma ve status quo’yu sorgulaması için geniş bir salâhiyet verdim” diyerek “Zitadelle”deki konuşmasında formüle ettiği hedeflerin altını çiziyordu.

Bu hedefler artık Pentagon’un uzun vadeli bütçe taslaklarına yansımaktadır. Savunma Bakanı Rumsfeld (379 milyar Dolar ile 2002 yılının limitini 4 milyar Dolar aşan) 2003 bütçesinin savunma bölümünü açıklarken “Bizim hızla konuşlandırılabilen, uzaklardaki savaş alanlarına hızla ulaşabilen ve deniz kuvvetlerimizle birlikte uyum içerisinde çalışarak, düşmana hızlı, başarılı ve yok edici etkide vurabilen, tamamen bütünleştirilmiş kombine silahlı kuvvetlere ihtiyacımız vardır” diyordu. Gerçi ek bütçedei paralar roketsavar sistemi NMD ve teröre karşı savaş için de kullanılacaklardır, ancak ABD’nin silahlanma giderleri ve silahlı kuvvetlerin gelişim yönü “power projection”u önemli ölçüde belirleyecektir.

Hükümet 11 Eylül sonrasında strateji konseptine bir başka elementi daha kattı: düşman güçlerin kitlesel imha silahlarını kullanmalarını n,engellemek için Birleşik Devletler’in askerî şiddeti önleyici önlem olarak kullanma varsayımı. Beyaz Saray, ABD’deki sivil halkın, ABD’nin askerî gücünden çekinmeyen “Şer Ülkelerinin” kitlesel imha silahlarını kullanma olasılığı nedeniyle tehlike altında olması durumunda, önleyici aksiyonların gerekli olacağını iddia ediyor. Gerçi bu varsayım haklı olarak ABD’nin stratejik düşüncesinde değişim olarak yorumlandı, ama bu aynı zamanda Bush Hükümeti’nin diğer iki savunma politikası hedefiyle de uyumlu: ABD’nin düşman saldırılarına karşı yaralanmazlığını güvence altına alma ve ABD’nin bir düşman ülkesini yenme ve işgal etme potensiyalini güçlendirmek.

Bush Hükümeti’nin ikinci önceliği yabancı kaynaklardan gelen artı petrol teslimatının güvence altına alınmasını sağlamaktır. Bu hedef ilk defa 16 Mayıs 2001 tarihinde National Energy Policy Group tarafından sunulan bir raporda formüle edilmiştir. Cheney Raporu olarak anılan belgenin merkezi içeriği, ABD’nin önümüzdeki 25 yıl içerisinde artan enerji ihtiyacını güvence altına almayı hedefleyen bir konsepttir. Gerçi rapor enerji kaynaklarının korunması ile ilgili olarak bazı önerilerde bulunmaktadır, ancak asıl önerileri Birleşik Devletler’in enerji ithalatın genel olarak artırmaya yöneliktir.

Bu rapor, Alaska’nın doğal parkında da petrol aramayı istemesi ve raporu hazırlayanların önerilerini, skandal bir iflasla batan enerji tekeli Enron’un menejerlerine akıl danışmaları nedeniyle hayli tartışmalara yol açmıştı. Maalesef bu tartışmalar, raporun, özellikle uluslararası enerji politikasına yönelik implikasyonları başta olmak üzere değişik noktalarının gözden kaçmasına neden oldu. Özellikle “Strengthening Global Alliances” başlığını taşıyan son bölüm Cheney Raporun asıl önemini açıklıyor: Burada planlayıcıların, ABD’nin olası enerji açığını yurtdışından gelecek petrolle karşılamak istediklerini öğreniyoruz.

Rapora göre ithal petrolün oranı, ABD’nin 2001 – 2020 yılları arasındaki toplam tüketiminin yüzde altmışaltısını oluşturacak. Bu zaman süresi içerisinde mutlak toplam tüketim artacağından, ABD’nin 202 yılındaki petrol ithalati bugünden yüzde 60 daha fazla olacak. Bu artış tabiiki yabancı petrol üreticilerinin üretimlerini artırmalarını ve ürettikleri petrolün büyük bir bölümünü ABD’ye satmalarını sağlamayı gerektirmektedir. Ancak diğer tarafta bir çok petrol üretici ülkenin gerekli yatırımları yapmak için sermayesi yok. Aynı şekilde ABDli şirketler de kendi enerji sektörlerindeki dominant pozisyonu bırakmak istemeyeceklerdir.

Cheney Raporu bu sorundan hareketle, Beyaz Saray’ın petrol ithalatini artırmayı “ticaret ve dış politikalarımızın bir önceliği haline getirmesini” talep etmektedir. Başkanda ve ilgili hükümet bölümlerinden, ABD’nin artan petrol ihtiyacını karşılamak için bir çifte strateji izlemeleri istenmekte. Bir taraftan Körfez Bölgesindeki ülkelerden gelen ithalatın artırılması gerekli görülmektedir. Cheney Raporu İran Körfezindeki petrol üretiminin, dünyanın hiç bir yerinde olmayacak şekilde artırılabilmesi gerçeği karşısında, ABD’nin, Suudi Arabistan’ın ve diğer Körfez ülkelerinin ABDli şirketlere masif altyapı yatırımlarında bulunabilmeleri için izin vermelerine yönelik diplomatik girişimlerde bulunması gerektiğinin altını çizmektedir.

Diğer tarafta ise, ABD’nin petrol ithalatının olanaklı olduğunca coğrafî değişimini sağlamak istenmektedir. Böylelikle, gelecekte zaten sürekli sorunlar yaşayan Orta Doğu’dan gelen petrol teslimatında kesilme olması durumunda ortaya çıkacak ekonomik riziko azaltılmak istenmektedir. Bununla ilgili olarak raporda şunlar yazmakta: “Dünya çapındaki petrol üretiminin tek bir bölgede konsantre olması, potansiyel olarak piyasaların destabilizasyonuna yol açar. Bu nedenle dünya çapındaki petrol üretiminin diversifizasyonu için uğraş verilimelidir” Bu diversifizasyonu sağlamak için Başkanın ve diğer hükümet kurumlarının ABDli enerji tekelleri ile Hazar Bölgesinden (özellikle Azerbeycan ve Kazakistan), Afrika’dan (özellikle Angola ve Nijerya) ve Latinamerika’dan (öncelikle Kolombiya, Meksika ve Venezuela) gelen petrol ithalatının artırılması için birlikte çalışmaları talep edilmekte.

Cheney Raporu, konu hakkında bilgisi olan herkesin okuyabileceği noktaları açık olarak belirtmemiş: Potansiyel kaynak ülke olarak anılan bölgelerin neredeyse hepsinde ya politik sarsıntılar yaşanmakta ya da çok belirgin Antiamerikancılık hakim – veyahutta her ikiside. Gerçi bu ülkelerin elit kesimleri Birleşik Devletler ile sıkı ekonomik işbirliğine girmeyi istemektedirler, ancak toplumun diğer kesimleri – milliyetçi, ekonomik veya ideolojik gerekçelerle – buna karşıdırlar.

O nedenle, ABD’nin bu ülkelerden petrol almaya çalışması öyle ya da böyle politik muhalefetle, hatta terörist veya benzeri karşı koymalar ile karşılaşacaktır. İşte Cheney Raporu aynı zamanda girişimlerinin, ABD’nin dış politik stratejisi için yaşamsal önemi olan ve güvenliği içeren sonuçları olduğu sonucuna varmaktadır.

Ve tam bu noktada Bush Hükümeti’nin askerî stratejisi ve enerji politikasıyla paralellikler ortaya çıkmaktadır. Hükümetin bu paralelliği isteyerek önplana çıkardığını söylemeden, şunlar açıklıkla ortaya çıkıyor: ABD’nin İran Körfezi, Hazar Bölgesi, Latin Amerika ve Siyah Afrika gibi kronik huzursuzluk yaşayan petrol bölgeleri üzerinde artan etkide bulunmasını öngören bir enerji politikası, ABD’nin askerî potansiyelini bu bölgelerde artırmayı amaçlayan bir askerî strateji ile desteklendiğinde daha gerçekçi oluyor.

Washington’daki siyasî memurların aynı politik sonuca ulaşıp ulaşmamaları burada pek önemli değil, çünkü üst rütbeli ABD askerleri bu sonuca çoktan varmış durumdalar. Örneğin Savunma Bakanlığın Quadrennial Defense Review (QDR) adlı dergideki bir yazısında şunlar okunuyordu: “Birleşik Devletler, müttefikleri ve dostları gelecekte de, ulaşımı çeşitli tehdit senaryonları ile tehdit altında olabilecek Orta Doğu’daki enerji rezervlerine bağımlı kalacaklar”

Bu yazıda ayrıca ABD’nin Orta Doğu’daki ve diğer ihtilaf bölgelerindeki çıkarlarını koruyabilmesi için hangi silahlara ve hangi silahlı güçlere ihtiyacı olduğu yer almakta. Bu yapılırken, Bush’un “Zitadelle – Konuşması”nda vurguladığı potansiyeller ve yetiler aynen belirtilmekte. Kısaca “ABD askerî stratejisinin, silahlı kuvvetlerinin güçlerini dünya çapında kullanabilme varsayımı üzerine kuruludur. Birleşik Devletler, iyi donatılmış ve lojistik desteğe sahip güçlerini dünya çapındaki kriz bölgelerine gönderme ve duruma göre düşman muhalefetine rağmen konuşlandırma yeteneğine sahip olmalıdır” denmektedir.

Washington’un üçüncü önceliği, yani terörle savaş, yakından irdelenmeyi hak etmektedir. Başkan Bush 20 Eylül 2001 tarihinde, yani New York ve Washington’a yapılan terör saldırılarından on gün sonra, Kongre ve Senato’nun ortak toplantısında yaptığı konuşmada bu mücadeleyi kaba hatlarıyla çizmişti. Temel teorem şuydu: “Terörle olan mücadelemiz al-Kaide ile başlamaktadır, ancak küresel çapta hareket eden her terörist grubu bulup, durdurana ve yenene kadar devam edecektir.” Bu sefer kesinlikle bazı ceza aksiyonları veya büyük bir muharebe ile bitmeyecek. Tam aksine çeşitli muharebe alanlarında ve açık yahut gizli aksiyonlarla sürdürülen “uzun bir sefer” olacak. Ardından şu açıklamayı yaptı: “Teröristlerin para kaynaklarını kesecek, birbirlerine karşı kışkırtacak, onları bulundukları her yerde huzur ve yataklık yer bulamayana kadar kocalayacağız.” Başkan Bush, daha sonra yaptığı konuşmalarda, savaş yetkisini, güya nükleer, kimyasal veya biyolojik silahlara sahip olmaları veya bunları üretme veya satınalma istekleri nedeniyle uluslararası terör tehditi oluşturan İran ve Irak gibi devletler için de genişletmişti.

Bu konuşmaların ve gelişmelerin gidişatı gösterdiği gibi, bu strateji iki alana yayılmaktadır. Haber alma ve cezalandırma alanında, gizli terörist hücrelerinin bulunması ve yok edilmesi; askerî alanda ise, teröristlerin yataklık bulacakları yerlerin yok edilmesi ve onlara herhangi bir şekilde destek veren devletlerin cezalandırılması söz konusu. Teröre karşı savaşın başarısı için her iki alanda güya önemli imiş. Ancak Bush Hükümet’inin aktörleri askerî alanı daha fazla önemsemekteler. Bu alanın, Birleşik Devletler’in dış ve güvenlik politikasının diğer iki koluyla bu kadar sıkı sıkıya bağlı olması bir tesadüf değil. Afganistan savaşı örneğinde Başkan Bush’un “Zitadelle Konuşması”nda vurguladığı “power projection” modeli tam olarak görülmektedir. ABD Afganistan seferi için bölgedeki müttefik ülkelere uçaklarla yüksek miktarda silah ve askerî malzeme gönderdi ve Arap Denizine büyük bir savaş filosunu konuşlandırdı.

Petrol kaynaklarına ulaşım

Asıl savaş operasyonlarını, uzun menzilli uçaklardan atılan presizyon silahları ile havadan desteklenen hafif silahlı piyade birlikleri yerine getirmekte. Savaş birliklerinin hareketliliği ve düşmanı gece ya da gündüz görmeyi sağlayan elektronik gözlem aletlerinin kullanımı bu alanda önem kazandı. Duyulduğu kadarıyla bu model Pentagon’un Irak işgali planlarında da rol oynamakta. Böylesi bir operasyonda en kısa sürede onbinlerce ABD askeri ülkenin stratejik noktalarına indirilecek ve aynı anda uçaklar ve roketlerle sürekli hava saldırıları devam ettirilecek.

Yüksek rütbeli bir ABD subayı New York Times gazetesine verdiği beyanda, 1991 Körfez Savaşına nazaran bu sefer daha hareketli olunacağını ve belirli hedefleri alabilmek için daha fazla asker indirileceğini; yani “çölde her mil için muharebe vermeden ilerleneceğini” belirtiyordu. Beklenen saldırıda, aynı Afganistan’da olduğu gibi muhalif gruplarla birlikte savaşacak olan özel birliklerin konuşlandırılması da planlanmakta.

Yani, teröre karşı savaş, özellikle Körfez Bölgesindeki ve Hazar Denizi etrafındaki petrol kaynaklarına ulaşma çabalarını desteklemektedir. Gerçekten de Afganistan savaşı, Suudi Arabistan’da krallığa karşı çıkan radikal muhalifler ile ABD’nin desteklediği kral ailesi arasındaki gölge savaşın bir uzantısı olarak görülebilir. Kral Fahd 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra ABD’ye ülkesinde birlikleri konuşlandırma ve Irak’a saldırma iznini verdikten sonra, Osama bin Laden önderliğindeki Suudi aşırılar, krallığı ortadan kaldırmak için bir isyan başlattılar. Bu nedenle ABD’nin, al-Kaide’nin Afganistan’daki üssünü yok etmesini, kendisine Suudi petrol kaynaklarını açan kral ailesini koruma aksiyonu olarak görülebilir.

Teröre karşı savaş aynı zamanda ABD’nin Hazar bölgesinden gelen petrol ve doğal gazın Batılı piyasalara nakil yollarını koruma düşüncesi ile de bağlantılıdır. Buna benzer girişimler Clinton Hükümet döneminde, Pentagon’un Azerbaycan, Gürcistanü Kazakistan, Kırgizistan ve Usbekistan silahlı kuvvetleri ile ilişki kurmasıyla ve bu ülkelere askerî yardıma başlamasıyla da sürdürülmüştü. Ayrıca kısa bir süre öncesinde, Hazar Denizinde Azeri petrol gemileri ve İran savaş botları arasında bir çatışma çıkmasından sonra, ABD’nin Azerbeycan’a deniz kuvvetleri potansiyelini güçlendirme yardımı yapma kararı alındı. ABD’nin böylesi girişimleri güya bu ülkelerin teröre karşı savaşa katılımını rahatlacak, ancak petrol üretimi ve nakliyatı için güvenli bir bölge oluşturma çabaları ile bağlantılılar.

ABDli siyasî stratejistleri başlangıçtaki düşünceleri ne olursa olsun, dış ve güvenlik politikalarının üç önceliği artık tek bir stratejik konsepte dönüştü. Bunları birbirlerinden farklı fenomenler olarak analiz etme denemesi, birbirleri ile olan bağlantılar giderek daha da sıklaştığından, çok zor olur. ABD’nin güvenlik politikasını günümüzde tam anlamıyla anlatabikmek için, üç hedefin temel elementlerini içeren bütünleştirici stratejiden hareket etmek gerekmektedir. En doğru tanım “ABD’nin egemenlik savaşı”dır.

Belki bu stratejik hedeflerin fuzyonunun uzun vadeli etkilerini tahmin etmek için daha çok erken olabilir. Ancak bazı ön değerlendirmeler olanaklıdır. Birincisi, görüldüğü kadarıyla kombine proj onu oluşturan parçalarından çok daha fazla güç ve dinamik geliştirmekte. Çünlü ulusal güvenliğin böylesine çeşitli noktalarını tek bir kampanyaya dönüştüren bir strateji çok zor eleştirilebir veya sorgulanabilir. Noktalar tek tek ele alınırsa, bazılarında bir takım kısıtlamalar olanaklıdır. Örneğin askerî yardımın seviyesinin düşürülmesi veya birliklerin uzak ülkelere konuşlandırılmaması istenebilir. Ancak bunlar teröre karşı savaşla bağlantılı hale getirilince, kısıtlamalar savunulamaz hale gelir. Bu nedenle bu siyasî strateji, Kongre’nin ve ABD halkının onayını ve uzun vadeli desteğini alacağından, başarılı olacaktır.

Ancak bu girişimin aşırı bir “gerilme” rizikosu da vardır. Yani, sonucunda ABD’den yeni materyel ve personel yükümlülükler gerektiren ve giderek daha komplike ve tehlikeli hale gelen sayısız yurdışı operasyonları söz konusu olabilir. Ve bu da, George W.Bush’un 2000 yılındaki seçim kampanyasında uyardığı bir siyasete dönüşür. Bu tespit özellikle üç stratejik hedefin kombine etkisinin ABD angajmanına sınır getirmeyeceği Körfez Bölgesi, Orta Asya ve Kolombiya için geçerlidir.

Şu anda, bir Irak seferi, Bush Hükümeti’nin stratejisinin bütünsel yapısı için belirleyici bir zorlama olarak gözükmekte. Başkan, Saddam Hüseyin’i devirmeyi amaçladığı gizlememekte veSavunma Bakanlığı çoktan işgal planlarını hazırlamaya başladı. Bir çok Arap lideri, böylesi bir işgalin bütün Orat Doğu’yu kaosa ve şiddete sürükleyeceği konusundaki kaygılarını Bush’a iletti. Pentagon’un üst düzey yetkilileri de Hüseyin sonrasındaki Irak’ta ABD varlığının aşırı giderlerine ve rizikolarına dikkat çektiler. Ancak bu uyarılara Beyaz Saray’da kulaklar tıkanmış gibi. Irak’a saldıma konusunda kesin kararlı gözükmekteler. Böylece burada belirtilen kombine strateji Washington’daki gündemi bilinmeyen bir geleceğe kadar belirleyecek.

Bu metin Le Monde Diplomatique Kasım 2002 sayısından Türkçeye çevrilmiştir.