Le Monde Diplomatique dergisi Aralık 2002 tarihli Almanca sayısında Richard Falk’ın, ABD’nin Irak’a saldırı hazırlığının, başta BM Şartı olmak üzere uluslararası hukuka aykırı düştüğünü içeren bir analizini yayımladı. Bu metnin kısaltılmış bir çevirisini okuyucularımıza sunuyoruz.

Uluslararası hukuk ayaklar altında

Olası Irak savaşı ve Birleşmiş Milletler Şartı

Richard Falk*

(Çeviri: M.Çakır)

ABD’de son haftalarda olası bir Irak savaşı ile nerede tartışma olursa olsun, olayın uluslararası hukuk dimenziyonuna hemen hemen hiç değinilmedi.Başkan George W.Bush Deniz Kuvvetleri Akademisi West Point’teki 2 Haziran tarihli önemli konuşmasında Önleyici Vuruş Doktrinini açıklarken, bu geniş müdahale hakkını ne BM Şartına ne de başka bir uluslararası hukuk kaynağına dayandırma girişiminde bulunmadı. Bsuh’un argumentasyonu çok basitti: birincisi, 11 Eylül’den sonra herhangi bir saldırıyı beklemeye gerek kalmamıştı; ikincisi de, nükleer silahlar satınalmayı planlayan ve islamî terörizmle sıkı ilişkilerde olan Irak rejimi olası bir savaş için yeterince neden veriyordu. Sonraları, Başkanın uniletarizmi kendi partisini ikiye böldüğünde Beyaz Saray taktik bir değişim uyguladı ve kendisine multilateral bir sıfat takındı.

Ancak parti içerisindeki eleştirmenler sadece şekil üzerine tartışıyorlar, içerik üzerine değil. Bush’a jeopolitik ders veriyor ve nasıl geniş bir savaş mutabakatı sağlanacağı konusunda yardımcı önerilerde bulunuyorlar. Başkana, ABD Kongresi’nden demonstratif destek almasını ve savaşı dolaysız yoldan istemesini salık veriyorlar. Bunun için Irak’a BM üzerinden, hiç bir bağımsız devletin kabul edemeyeceği “istemler paketinin” verilmesi gerektiğini belirtiyorlar. Beyaz Saray ise yaşlı senyörlerinin tavsiyeleri biraz çekingenlikle, ama ustalıkla uyguluyor. Bush Kongreyi, kendi önleyici savaş konseptini kabul etmeye ikna etti ve Güvenlik Konseyi’nde de uzun süren pazarlıklar sonucunda, ABD Hükümeti’ne, Konsey’in BM kararının çiğnendiğini tespit etmesine gerek kalmadan Irak’a karşı askerî operasyonlara yetkili olduğu iddiasını ileri sürmesine olanak sağlayan bir karar aldırttı.

Bu karar oluşturma süreci içerisinde dikkat çeken nokta, uluslararası hukukun, yani Washington’un Irak’a karşı çıkışını temellendirdiği hukuksal noktaların nasıl azimle göz ardı edildiğidir. Demokrat Parti Senatörü Edward Kennedy ve diğer eleştiriciler olası savaş tartışmalarına, mutlaka preemptif savaş (preemptive war – mutlak saldırı öncesinde girişilen öncelikli savaş hakkı) ile preventif savaş (preventive war – önleyici savaş) arasındaki farkı görmek gereklidir diyerek katıldılar. Kennedy’ye göre preemptif savaş ancak inandırıcı gerçekler ile tehdit altında olunduğu ve savaştan başka bir araçla bu tehditin bertaraf edilemeyeceği ispatlandığında gerekçelendirilebilir. Kennedy her iki koşulun Irak konusunda söz konusu olmadığını ve Bush Hükümetinin argümentasyonunun kendi içerisinde çeliştiğini belirtiyor.

Ancak Kennedy, Irak’ın uzun vadede stratejik bir tehdit oluşturabileceği kaygılarının sadece bir preventif savaşı gerekçelendirebileceğini vurguluyor. Kennedy’ye göre böylesi bir durum da ilk defa olduğundan, uluslararası hukuk tarafından kabul edilmediğinden ve ABD’nin ulusal çıkarları ile uyuşmadığından kabul edilemez. Irak savaşı ile ilgili olan tartışmalarda belirleyici hukuksal argümentasyon, uluslararası hukukun bir devlete kendini savunma hakkını nasıl verdiğidir. Bu hak genelde BM Şartı’nın, uluslararası ilişkilerde “şiddet tehditini veya uygulamasını” genel olarak yasaklayan 2.maddesinin 4.bendi çerçevesinde ele alınmaktadır. 51.maddeye göre şiddet uygulaması, ancak kendi kendini savunma koşullarında geçerlidir. 51.maddenin temel söylemi şudur: “Bu Şart, bir BM üyesinin silahlı bir saldırı karşısında kendini bireysel veya kollektif olarak savunma hakkını hiç bir şekilde engellemez”.

Uluslararası hukuk uzmanları BM’in 1945 yılında kuruluşundan bu yana hep bu kendini savunma hakkı üzerine tartışagelmişlerdir. Bu tartışmada iki kutup bulunmaktadır: bu hakkın tahdidî (restriktif) yorumcuları, 51.maddenin kendini savunma hakkının sadece bir askerî saldırı sonrasında ortaya çıktığı savunmaktadırlar. Restriktifistlere karşılık minimalistler ise BM Şartı’nın savunmayı bir “doğal hak” olarak tanımlaması nedeniyle, bu hakkın uygulanmasının bağımsız devleti tanımlama şekli olarak kabul edildiği argümentasyonunu ileri sürüyorlar. Minimalistlere göre bu nedenle bir devletin bu hakkı kullanması, BM Güvenlik Konseyi’nin somut ihtilaf durumunda harekete geçmediği müddetçe, engellenemez.

Hukuksal açıdan her iki pozisyonun da haklılık yanı olmakla birlikte, her ikiside fazlaca ileri gitmektedir. Restriktifistler öz itibariyle BM Şartı’nı kaleme alanların egemen görüşünü savunmaktadırlar. Şart kaleme alınırken göz önünde tutulan şey, devletlerin savunma hakkını tanımlamasını olduğunca dar çerçevede tutmak ve bir askerî saldırı sonrasında oluşması gibi öznel kriterlere bağlamak idi. Bu yaklaşım o dönemler saldırı savaşlarını uluslararası hukuka aykırı olarak tanımlama girişimlerinin bir devamı olarak görülmekteydi. Minimalistler ise uluslararası hukukun, devletleri, silahlı saldırı olmayan, ancak ağır ve yeni tür tehditlere karşı kendilerini savunma hakkını kısıtlaması durumunda işlerliğini kaybedeceğini görmekteydiler.

Irak tehdit olmaktan ziyade, tehdit edilmektedir

Böylesi bir durum, aynı 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi, terörist eylemlerin yabancı ülke topraklarından kaynaklanması durumunda – o ülkenin hükümeti olaylara dolaysız olarak karışmaması halinde bile – söz konusudur. Amerikalıların bu saldırılara bir savaş ile yanıt vermeleri, El Kaide örgütünün merkezinin Afganistan’da olması ve oradaki Taliban rejimi tarafından tahammül edilmesi, hatta desteklenmesi nedeniyle uluslararası toplulukca anlayış ile karşılandı. Uluslararası topluluk açısından kendini savunma hakkının böylesine genişletilmiş yorumu BM Şartı’nın geçerliliğini kaybettirmedi. Bu şekilde, bir tarafta uluslararası hukukun somut olaylar karşısında gelişmesi ve yeni gerçekleri içermesi gerektiği, ama diğer taraftan da, askerî araçların savunma amacı olmadan kullanılmasından feragat etme yükümlülüğünün olanaklı olduğunca geçerli kalması kabul edilmiş oldu.

Böylesi yaklaşımlar Irak konusuna uyarlanamaz. Bu, 51.maddenin belli koşullar altında bir “preemptif savaşı” meşru hale getirmeyeceği anlamına gelmez. 1967 yılında İsrail’in komşuları ordularını mobilize ettiğinde, varlığını tehdit edene karşı uygun bir reaksiyon olarak genel kabul gören Altı Gün Savaşı başlamıştı. Gerçi bu savaşın arka planı uluslararası hukuk uzmanları arasında halen tartışılır haldedir, ama İsrail’in 1967 yılından bu yana Batı Ürdün’ü ve Gaza’yı işgalinin uluslararası hukuka aykırı olduğu ve BM’in otoritesine ters düştüğü tartışmasız olarak kabul görmektedir.

Tehdit altında olan bir ülke kendini korumak için her koşulda karşı tarafın saldırısını beklemek zorunda değildir. Ancak BM Şartı sonuç itibariyle sıradan bir “tahminin” preemptif hareket hakkına karşı düştüğü şeklinde yorumlanmaktadır. Irak konusunda ABD’nin herhangi bir şekilde tehdit edilmesi söz konusu değildir ve Afganistan örneğinde olduğu gibi El Kaide örgütü ile dolaysız bir bağlantı bulunmamaktadır. Bu ihtilaf soğukkanlılıkla ele alındığında – ve Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’a karşı yürütülen ağır yaptırımlar ile on yıldan beridir süren sert yükümlülükler göz önünde tutulduğunda – Irak’ın “tehdit oluşturmaktan” ziyade “tehdit altında olduğu” rahatlıkla iddi edilebilir. Kennedy’nin yaptığı tanımsal fark ile söylenirse, Irak konusundaki gerçekler preventif bir savaşı dahi gerekçelendirmemektedir, ki preemptif savaşı hiç. Başka bir nokta daha vurgulanmalı: preemptif bir hareketi gerekli kılan nedenler gösterilse bile, bunlar, genel kabul gören “kendini savunma hakkı” kavramının farklı yorumlanmasını hukuksal olarak temellendirebilmek için mutlak ve somut delillere dayandırılmak zorundadır.

(...) Yani sonuç itibariyle bu konuda yapılan tartışmalarda asıl sorun sadece tahmin edilemeyecek sonuçlara yol açacak haksız bir savaşın engellenmesi değil, aynı zamanda ABD’nin yeni dünya düzeninin işlerliğini emsal teşkil eden bir durumla garanti altına almasını engelemektir. ABD’nün küresel egemenlik taraftarı yönetimi hiç kuşkusuz, bu güç savaşımının jeopolitik kuralları koyabilecek güçte ve istemdedir. Bir kere bu yönde adım atarsa, aynı adımı başka ülkeler de atmak isteyecektir.

(...) ABD’ye Afganistan savaşı çerçevesinde savunma hakkı tanınmış olsa dahi, Bush Hükümeti, apokaliptik El Kaide terörizminin özel niteliğine bağlı olan bu hakkını dar ve spesifik çerçevede tutmaması nedeniyle uluslararası topluluğa zarar vermiştir. Aslında Bush Hükümeti yapması gerekenin tam tersini yaptı. Başkan Bush, devletlere karşı siyasal şiddet tanımını yaparak diğer ülkeleri terörizme karşı verilen “kutsal savaşa” mobilize etti. Bu şekilde ABD politikası 11 Eylül’den sonra iki farklı şeyi bir bütün olarak ele aldı: El Kaide saldırılarına karşı gerekli olan, ama spesifik reaksiyon ile dünya çapında sömürüye ve baskıya karşı verilen mücadeleleri – tabii her türlü devlet terörü bu eleştiri içerisinde yer almadı. Başkan Bush bu ahlakî ve hukuksal ölçülerin tersine çevrilmesinin en aşırı örneğini, İsrail ordusunun Filistin mülteci kamplarını ve şehirlerini yeniden işgal etmesinden sonra Ariel Şaron’u, “barış adamı” olarak tanımlamasıyla verdi.

ABD şimdi ise savaş rotasını, aynı Körfez Savaşı’nda olduğu gibi, BM otoritesi çerçevesinde güvence altına alma stratejisini izlemekte. BM’in Körfez Savaşı sonrasında Irak’a karşı uyguladığı yaptırımlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Versailles Barış Sözleşmesi’nden bu yana bir ülkeye uygulanan en sert yaptırımları içermektedir.

(...) ABD’nin hayli geç bir şekilde BM’e yakınlaşması ne ABD dışında, ne de ülke içinde pek inandırıcı olmamakta. Çünkü herkes George Bush’un BM’in bir dostu olmadığını ve ABD’nin BM onayını sadece ülke içinde Hükümetin unilaterizmine karşı gelişen muhalefeti yumuşatmak için almak istediğini bilmektedir.

(...) Eğer Birleşmiş Milletler ABD politikalarının yaptırım gücü haline getirilirse ve silah kontrolleri daha işin başından itibaren başarısızlıkla sonuçlanacak bir şekilde sürdürülürlerse, bu BM’in agresif bir savaş politikası için araç haline geleceği anlamını taşımaktadır. Böylesi bir durum, zaten ambargo taşıyıcısı rolü nedeniyle zayıflamış olan BM’in itibarı için ağır bir yaralanma olur. Irak’taki sivil toplum uygulanan yaptırımlardan bunalmış durumdadır. İtibarlı ve yüksek BM çalışanları olan Denis Halliday ve Hans von Sponeck “soykırımcı” olarak niteledikleri bu politikaya alet olmamak için görevlerinden istifa etmişlerdi.

Sonuç itibariyle BM Güvenlik Konseyi’nin de BM Şartı’na bağlı kalmak zorunda oldukları ve özellikle iki önemli yükümlülüğe ters düşmemek dumunda olduğu hatırlatılmalıdır. Bu iki yükümlülük şunlardır: Birincisi, bütün üye ülkeler aralarındaki ihtilafları “dünya barışı, uluslararası güvenlik ve adalet tehlike altına girmeden” çözmek zorundadırlar (2.madde, 3.bend); ikincisi, Birleşmiş Milletler’in “doğaları gereği bir ülkenin iç meselesi olan sorunlara karışma” hakkı bulunmamaktadır (2.madde, 7.bend). BM üyelerinin ve özellikle Güvenlik Konseyi’nde sandalyesi olan ülkelerin görevleri, bu örgütün bütünlülüğünü ve dürüstlüğü koruma görevi vardır. Bu ülkeler büyük bir olasılıkla haksız ve uluslararası hukuka aykırı düşen bir savaşı öngören ABD politikalarına BM onayını sağlayacak taşeronlar haline düşmemelidirler.

*Richard Falk ABD’deki Princeton Üniversitesinde uluslararası hukuk profesörüdür (emekli) ve Oliver Branch Press yayınevinin 2002 yılında yayımladığı “The Great Terror War” adlı kitabın yazarıdır.

Kaynak: Le Monde Diplomatique, Aralık 2002.