“Çarlık Rusyası’nın başkenti St. Petersburg’un kuruluşunun 300. yıldönümü anısına…”
Dostoyevski 1837’de 16 yaşındayken, annesinin ölümü üzerine, aynı yaşlardaki kardeşi ve doktor babasıyla birlikte, çok sevgili Moskovası’ndan ayrılıp Çarlık Rusyası’nın yeni başkenti Petersburg’a taşınır. Babaları çocuklarını ille de bir askeri okula yazdırma hevesindedir. Oysa biri şair, ötekisi de Dostoyevski romancı olabilmenin düşlerini kurmaktadır.
Babasının isteği üzerine Fiodor Dostoyevski, 1838’de harp okuluna girer. Aynı yıl çar 1. Paul, oğlu prens Aleksandra’nın gizli öncülüğünde katledilir. İşte o tarihte, baba katilliği olgusu onun belleğine yerleşecek ve bu temayı Karamazof Kardeşler’de anımsayacaktır.
1844’te yüzbaşı Dostoyevski, bütün bu yoksul ve üretimsiz gençlik yıllarının üstüne bir çizgi çeker ve doludizgin bir “kalem proleteri” olmaya karar verir. Bundan böyle insanı, onun yaşam serüveninin en ayrıntılı derinliklerini incelemeyi, “insan içindeki insanı” belirginleştirmeyi hedeflemiştir artık. Ne var ki, bu insanı anlama, insanı bütün psikolojik ayrıntılarıyla ortaya koyma çabası sonunda onu; içinde yaşadığı bu kentin insandışı, sanki şeytanın yarattığı “büyülü” bir kent olduğu düşüncesine götürmüştür. Petersburg konusundaki bu değerlendirmeleri, onun “Yeraltı Dünyasından Notlar” adlı öyküsünde uzun uzun anlatılmaktadır.
Bu kentin büyüklüğü, mimari yapısının eziciliği ve caddelerindeki göz aldatıcı ışık-gölge oyunları; insanları hayalet figüranlara dönüştürmektedir. Petersburglu diğer ünlü yazarların yapıtlarına da yansımış olan bu tema Dostoyevski’nin, romanlarında sık kullandığı bir temadır.
Gerçekten bu kent; kurucusu olan Büyük Petro’nun despot iktidarının ezdiği toplumlar için meydan okumanın simgesi olmuştur. Haris tutkuların yarattığı çarlığın yeni başkenti St. Petersburg; tutsak insanların sessiz isyanını yansıtır gibidir. Hayaletleşmiş insanlar, yozlaşmış memur, burjuva ve yoksul insanlar kenti Petersburg, Moskova’nın o sıcak ve şefkatli ikliminden uzaktır.
Dostoyevski; bu kentte yazdığı romanlarının gerek fikri omurgasını, gerekse sanatının özdokusu olan Rus insanının psikolojik dünyasına ait malzemeyi gene bu kentte yaşamış, ustaları saydığı, öncülleri Puşkin ve Gogol gibi soylu yazarlarda bulmuştur.
Dostoyevski; gizem ve mitoslarla yüklü bu büyük ve ürkütücü kent ve bu kentteki dengesiz toplumsal yaşamın esinlediği vizyon üzerine, kendini uzun uzun sorguladı. Bu taş ve mermer heykeller arasında, hantal binaların doldurduğu cadde ve sokaklarda rastladığı hayaletleşmiş insan tipleri ve bu romantik kentin mitosu; genç Dostoyevski’nin okuduğu kitapların da büyük katkısıyla yoğurduğu kişiliğini ve yazarlık tutkusunu iyice bilelemişti. Genç Dostoyevski’nin öykü ve romanlarında yarattığı kahramanlar; ustaları Puşkin ve Gogol’ün yarattığı kahramanlarla, kentin sokaklarında, Neva nehrinin kıyılarında, restoranların camlarında, heybetli yapıların sütunları arasında birbirleriyle karşılaşıp birbirleriyle harmanlanıyorlardı. Örneğin Gogol’ün öykülerinde “burun”, değişik insan kılıklarına girip bu kentte dolaşmaktadır. Kentin kurucusu Büyük Petro’nun heykeli, Puşkin’in kahramanı Eugéne’i canlandırıp yaşama döndürüyor ve Dostoyevski’yi zaman zaman ardı sıra kovalıyordu. Gene bu ilençli kentin kurucusu Şeytan, bir ihtiyarın yaratıcı gücünü yok ediyordu (Gogol’ün “Portre” adlı öyküsü, Dostoyevski’nin “Kiracı”sı)... Sokak kabadayıları, Akaki Akakiyeviç’in paltosunu zorla alıyorlardı sırtından (“Palto”, Gogol). İki genç aşık, utangaç soylu bir insan düzeyine ulaşabilmek için çırpınıyorlardı (Dostoyevski, “Yufka Yürekliler” ). İnsan burnunun insanlaşmış figürleri, gerçekte yaşayan insanlarla özdeşleşip kentin meydanlarında ayan beyan dolaşıyorlardı (Gogol’ün “Burun” ve “Bir Delinin Anıları” adlı öyküleri).
Dostoyevski’ye göre, Şeytanın yarattığı bir kent görünümündeki Petersburg’un sokaklarındaki, meydanlarındaki insanlar; bir düş, kötü bir kabus içinde kendi öz kişilik ve öz benliklerini yitirmiş hayaletler gibi umarsız, umutsuz bir şekilde varlıklarını sürdürmekteydiler. Dostoyevski; Rus insanının çok yakın bir sürecin sonunda, bu düşünden uyanacağı, gerçek yaşamına döneceği yeni bir Devrim Çağının muştucusu gibidir. Zorba çarlık yönetiminden kaynaklanan ve yaşamı kabusa çeviren bu ağır iklim, Dostoyevski’nin ilk gençlik yapıtlarından son yazdıklarına dek hepsinin anatemidir. Örneğin, “Suç ve Ceza”daki Raskolnikof; Neva nehri üzerinden bakarak Çarlık Rusyası’nın o uğursuz Sarayı üzerinde bakışlarını dondurur ve bu sarayı, kendince düşlediği insanlığın Altın Çağı’nın önünü kesmiş bir engel, sur olarak algılar. Ama daha sonra Gençlik Çağı’nda yazdıkları; insanların ve bu ürkünç kentin üstüne çökmüş çarlığın getirdiği o ağır kabusa bir veda çeker gibidir: “Petersburs sabahları benim için yeryüzünün en fantastik sabahlarıdır” der. “İşte bu nemli, sisli, çürümüş sabahların birinde (...), belki yüz kez karşılaştığım tuhaf ama sülük gibi yapışkan bir vizyonun labirentlerinde dolanır gibi oldum. Kendi kendime, her zaman sorduğum şu soruyu sordum: ‘Bu kentin üstüne çökmüş bu yoğun sis tabakaları gökyüzüne doğru yayılıp giderken, kendisiyle birlikte bu vıcık vıcık çamura kesmiş kenti de süpürüp götürmeyecek mi?..’ Evet, her zaman kendime sorduğum bu sorudan sonra, o anda gördüğüm bu insan şekilli hayaletlerin tümünün de koşuşturmaya başladıklarını ve birbirlerinin üzerlerine çullanıp kıyasıya boğuştuklarını görür gibi oldum. Kim bilir, belki de bunların hepsi de bir düşteki düşsel yaratıklardı. Ola ki bunların içinde gerçekten bir insan, canlı bir insan vardı. İşte o tek insan için gerçek bir devrimci eylem sözkonusu olabilirdi... Evet, o insan bir gün aniden uyanacak ve bu cehennem kabusu yaşamlarımız da dağılıp gidecektir!..”
Dostoyevski yanılmıyordu. Gerçekten de kabuslar içindeki İnsanlık Tarihi’nin, ağır uykusundan uyanışı, ani ve kesin oldu. 1917’de Büyük Devrimin, Çarlık Rusyası’nı yıkmasıyla Petersburg kentinin ürkünç mitosu da dağılmış oldu. Bundan böyle Petersburg başkent unvanını da yitirerek o ilençli yazgısını da tamamlamış oluyordu.
Dostoyevski’nin bu kentin hakkını verdiğini de unutmamak gerekir. Hele Neva nehri kıyılarında gezinirken, onun iç dünyasına gelip kurulan ve bütün yazarlık misyonunu yönlendiren o “Neva vizyonu”nu, “Petersburg Düşleri” adlı düzyazı ve şiir kitabında anlatmaktadır: “Dondurucu bir şubat akşamüstünde eve dönüyordum.(...) Daha çok gençtim. Neva’ya geldiğimde bir an duraladım ve bu nehrin akıntısına dalıp gittim. Gece kente yavaş yavaş iniyordu. Bir anda bütün bir dünya, içinde oturan yoksul-varsıl bütün insanlarıyla ve o izbe konut, lüks konak ve saraylarıyla birlikte, bir düşteki büyülü hayaletlere dönüştüler. Ve birden bütün bu hayal ve düş evreni, aniden gökyüzlerinin o mavi alacakaranlığında buharlaşıp kayboldular. Anlatılmaz bir ürpertiye kapıldım. O kısacık sürede kalbim ani bir kan hücumuyla dolup taşar gibi oldu. İçimde ne tür tuhaf bir düşüncenin kıvılcımlaşıp parladığını pek anımsayamıyorum.Yalnız anlayabildiğim tek şey vardı; o da o ana dek içimde yalnızca kıpırtısını hissettiğim ama bilincine varamadığım bir şeyin varlığını olanca gücümle sezinledim. Artık o ana dek ne olduğunun ayırdına varamadığım ‘yepyeni bir şeyin vizyonu’ gelip yerleşmişti içime. Benim daha önce bilmediğim bambaşka bir dünyaydı bu. Gerçi daha önceleri çok belli belirsiz bir şekilde onun kıpırtılarını duyar gibi oluyordum içimde. Ama şurası kesin ki, artık o andan itibaren gerçekten yaşamaya başladığımın farkına vardım.”
Petersburg’un sunduğu böylesi bir esine karşın yazar, bu kenti tam anlamıyla sevip ısınamadı. Bu yüzden sık sık ev değiştirdi; bir anlamda aynı kent içinde sürekli göç etti. Sibirya’daki on yıllık prangalı zindan cezasını çektiği on yılı ve dört yıllık Avrupa’daki yaşamını saymazsak, Petersburg’da 28 ev değiştirdi. Bütün bunlara karşın çarlığın o zorba saltanatı altındaki yozlaşmış kent, Dostoyevski’nin yaratımlarının atölyesi, düşüncelerinin olgunlaşıp bileylendiği bir kamp yerine dönüşmüştür. Bununla birlikte bu kentin gezgincisi Dostoyevski’nin hiç görmek bile istemediği uğursuz mekanlar da yok değildir. Örneğin “sosyalizm” amaçlı bir eylemin üyelerinden olduğu gerekçesiyle, 1849 aralığında önce tutuklanıp sonra göstermelik ölüm cezasının uygulandığı, Saman Meydanı’ndaki (şimdiki Barış Meydanı) tutukevinden nefret etmektedir. Gene 1874’te, kendi çıkardığı Yurttaş adlı dergide yazdığı, Çarlık yönetimini huylandırıp gocunduran yazılar yüzünden burada bir süre tutuklu kalmış; daha sonra yıllarca prangalı olarak yatacağı Sakhalin zindanlarına gönderilmiştir… Gerçekten de Çarlık yönetimi, başkent Petersburg’un bu asi çocuğuna karşı çok katı ve acımasız davranmıştır.
Dostoyevski, “Karamazof Kardeşler”i de yazdıktan sonra, ünü bütün ülkede ve dünyada iyice yaygınlaşmıştır... Haliyle yüksek sosyetenin, hatta saraya yakın dük ve düşeslerin, ünlü zenginlerin salonlarına da kabul edilmektedir. Buna koşut olarak, yoksulların oturduğu dar, izbe sokakların; öğrencilerin, memurların, zanaatkarların, fahişelerin uğrak ve yaşam yeri olan mekanların da çok yakın gözlemcisidir. Gene bu bağlamda, Raskolnikof gibi kahramanların hayal, düşünce ve eylemlerine dekor oluşturan ya da kimi kahramanlarının intihar yeri olarak seçtikleri bu kentin bazı kesimlerini de çok iyi tanır Dostoyevski. Gerek kendinin gerek kahramanlarının içinde, anlatamadıkları hasretler ve umutlar uyandıran bu kentin güneşini de yakın bir dost görür kendine. Dostoyevski’nin kahramanları; bütün zıtlıkların, toplumsal çarpıklığın, -zenginliğin ve büyük toplumsal sefaletin harmanlandığı Petersburg’da, hayalle gerçek arası yaşamlarını sürdüren insanların en yakın gözlemcileridir. Yazar bu kenti betimlerken, hiçbir zaman öznel değildir. Kitaplarında, bu kent ve orada çarlığın dayattığı sosyal yaşam; doğrudan kahramanlarının gözünden yansıtılmıştır. İşte bu yüzden de romancının anlattığı, betimlediği Petersburg, tek bir kent değildir.
Dotoyevski’nin eserlerine dikkatli bakıldığında, kahramanlarının sayısı kadar Petersburg kenti olduğu kolayca gözlemlenebilir…
Kaynak: Evrensel Kültür, No. 142