“Her Şeye Kâdir Amerika”

Aydın Çubukçu

Türkiye sinemalarında Aman Tanrım adıyla gösterilen Amerikan filminin özgün adı bu... Dini bütün vatandaşımıza "hâşâ, sümme hâşâ" dedirtecek cinsten bir film adı... Her şeye kadir olan yalnızca yaradandır ve bu sıfat, Bruce adlı bir yaratık için kulanılamaz! Bu yüzden film daha gösterime girmeden tepkiler gelmeye başladı. Bazı İslam ülkelerinde yasaklanmıştı; Vakit gazetesi kültür sayfalarından Türkiye’de de yasaklanması için Kültür Bakanlığı’na çağrı yapıldı. Bununla birlikte, Zekeriya Beyaz, Abdurrahman Dilipak, İsmail Nacar gibi "kanaat önderi" şahsiyetler filmin yasaklanmasından yana değildi. Yaş sınırı getirilebilir ya da vergi muafiyetleri kaldırılabilir, başka vergiler konulabilirdi, halk uyarılırdı, ama yasaklanmamalıydı. Kültür Bakanlığı da öyle yaptı. 16 yaşın altındakiler hariç, herkes filmi seyredebilirdi.

Kimse sinemaları basmadı, hiçbir sinemada yuh çeken, slogan atan olmadı, bombalar patlamadı, izleyenler dövülmedi.

Onlar eskidendi

1963 yılında, Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanı adlı oyunu bunların hepsinden nasibini almıştı. Oyunda, üç tanrının dünyaya inerek iyi insan aramaları, "mukaddesata tecavüz" başlığıyla haber yapılmış, ertesi gün tiyatro basılmış, sahneye ve seyircilere saldırılmış, oyun da yasaklanmıştı. Mukaddesata saldırı olarak nitelendirilen neydi acaba? Üç tanrı olması mı, insan biçiminde görünmeleri mi, iyi insan aramaları mı, bula bula iyi insan olarak önce bir fahişeyi, sonra da kentin en nefret edilen adamını bulmuş olmaları mı? Kuşkusuz o zamanlar asıl amaç, büyük bir kitleselleşme eğilimine girmiş olan solun "mukaddesat düşmanı" olarak karalanması, baskı altında tutulması ve korkutulmasıydı. İktidar, hazır kuvvet olarak elinde tuttuğu, Amerikan desteği ve planlamasıyla kurulmuş "Komünizmle Mücadele Dernekleri"ni oraya buraya saldırtmak için sürekli bahane aramaktaydı ve Sezuan’ın İyi İnsanı, bunların yumrukları altında ezildi.

Amerikan Mukaddesatı

"Bruce Almighty" (Her şeye kadir Bruce), bir Amerikan orta sınıf vatandaşının gündelik sıkıntıları yüzünden Tanrı’ya isyan etmesini ve "kolaysa gel sen yap bakalım" diyen Tanrı’nın gücüne sahip olarak dünyada dolaşmasını anlatıyor.

Bir Hıristiyan için, Tanrı’yı köşe başındaki dilenci biçiminde tecessüm etmiş olarak düşünmek çok yadırganacak bir şey değildir. Hıristiyan geleneği Tanrı’nın resminin yapılmasını, insan biçimli düşünülmesini yasaklamaz. Değil mi ki, İsa yalnızca onun oğlu değil, aynı zamanda cisimleşmiş haliydi ve hatta zaten kendisiydi... Eski zamanlardan bu yana pek çok ressam, yalnızca İsa’yı değil, Tanrı’yı da insan biçiminde resmetmişti. Öyleyse bu filmde Tanrı’nın insan kılığında gösterilmesi bir yenilik olmadığı gibi, Hıristiyan akidelerine de aykırı değildi. Hıristiyanlık açısından "dini duyguları rencide edici" bir durum da yoktu. Biraz Bektaşi meşrep, mesafeli bir laubalilik vardı ama sonuçta "Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya" verilmiş idi.

Bu kadarı, Müslüman mahallesinde herkese salyangoz satmaya yetmedi; salyangoz yeme yaşı saptanarak film perdede kaldı.

Filmde asıl karşı çıkılması gereken şey, güncel kapitalist değerlerin ve Amerikan hayat tarzının dinsel propagandaya içerilmiş olarak kutsallaştırılmasıydı. Mukaddesat, asıl böylece ve en ağır biçimde kötüye kulanılmıştı. Fakat böyle "incelikler", gözü salyangozdan başkasını görmeyenler tarafından fark edilemezdi. Üstelik, hükümet de, Kültür Bakanlığı da, Amerika deyince bütün akan suları duran kimi başka "Müslümanlar" da bundan rahatsız olmazlar, olamazlar. Varsa salyangoz, yoksa salyangoz...

Bruce, tanrılık gücü kazanınca, ilk elde bütün sıradan Amerikalıların yapacağı şeyleri yapıyor. Daha önce kendisini dövmüş olanlardan intikam alıyor, arabasını "süper" yapıyor, sevgilisiyle "süper sex" yapıyor, işyerinde kariyerini yükseltiyor, yıllarca eğitemediği köpeği –doğru yere işemek ne kelime!– gazete okumayı bile öğreniyor. Kızı tavına getirmek için Ay’ı dünyaya yaklaştırıyor, gökyüzüne birkaç yıldız ekliyor parmağının ucuyla. Rakip habercileri atlatmak için hemen yakın bir yere meteor düşürüyor, habercilerin arabasına eroin doldurup yakalattırıyor; e-mail yoluyla gelen duaları toptan yanıtlıyor ve hepsine "yes" diyor. Böylece dar görüşlü, ne isteyeceğini bile kestiremeyen bencil Amerikalıların bütün duaları kabul olmuş oluyor. Kiminin boyu uzuyor, kimi aniden 21 kilo birden veriyor, kimi üç kez art arda vergi indiriminden yararlanıyor, on binlerce kişiye aynı anda büyük ikramiye çıkıyor...

Ardından Bruce’ın, kendisi için iyi olduğunu düşünüp yaptığı her şey, başkalarının felaketi halinde yeryüzüne yağmaya başlıyor. Ay’ın Dünya’ya yaklaşması su baskınlarına, sellere yol açıyor, meteor bütün elektrik santrallerini etkiliyor, işinde yükselirken ayağını kaydırdığı adamlar işsiz kalıyor, büyük ikramiye olarak yalnızca 17 dolar kazanmış olanlar ayaklanıyor ve en önemlisi "finans piyasaları" sallanmaya başlıyor.

Amerika için olabilecek felaketin en büyüğü sonuncusu olsa gerek, Bruce "Dünya çıldırdı!" diyor ve Tanrı ile arasında şunlar konuşuluyor:

- Herşey kontrolden çıktı, ne yapacağımı bilemiyorum.
- Tanrı olmak göründüğü kadar kolay değil.
- Ben sadece herkese istediğini verdim.
- Ama ne zamandan beri, bir kişi olsun, ne istediğini biliyor ki?
- O halde ne yapacağım?
- Çorbayı bölmek mucize değildir Bruce, sihirbazlıktır. İki işte çalıştığı halde çocuğunu futbol antremanına götürebilen bekâr kadın bir mucizedir. Uyuşturucuya hayır, eğitime evet diyebilen bir çocuk mucizedir... İnsanlar onlar için her şeyi yapmamı istiyorlar ama anlamadıkları şu ki, yapacak güçleri vardır. Bir mucize görmek istersen evlat, mucizenin kendisi ol.

Anlaşılacağı gibi, filmin Amerikan toplumu içinden çıkmış birisi gibi konuşan Tanrısı, beylik kilise vaazlarından ötesini söyleyemiyor: Uyumlu ol, daha çok çalış, elde edemeyeceklerini isteme!

Gerçekten, olup bitenler Amerikan küçük burjuvazisiyle din arasındaki ilişkilerin bir parodisidir. Film, belki de bu bakımdan, Amerikan toplumuna yöneltilmiş kıyıcı bir eleştiri olarak da yorumlanabilir. Fakat bu arada, ister istemez Amerika halkının neleri "kutsal" sayması gerektiğine ilişkin kalıpları da açığa vuruyor. Herhangi bir malı satmak için uydurulmuş reklam sloganlarından daha derin olmayan "vecizeler" aracılığıyla görüyoruz ki, filmin Tanrısı, filmdeki kullarından ve filmi seyreden herkesten, olduğu yerde durmalarından başka bir şey istemiyor. En kutsal şey, Amerikan hayat biçimidir. Bu arada, bir ayrıntı gibi görünse de, Bruce’ın çağrıldığı makama da değinmek gerekiyor. Burası, eski bir binadır ve kapısında "Her şeye Yeten Hediyeler" yazmaktadır. Filmin tanrısı, önce temizlikçi olarak sonra da buranın patronu olarak karşılar onu ve normal bir iş görüşmesi gibi başlayan konuşma boyunca, bir işveren görünüşü sergiler. Amerikan hayatı için Tanrı, olsa olsa bir büyük patron olabilir: Kapitalizmin en büyük kariyeriyle tanrısal makam özdeşleştirilmiştir.

Diz çökmenin sonu

Şimdi "Sezuan’ın İyi İnsanı"na dönelim.

Bu oyunda Brecht, kapitalist toplum düzeninin para ahlakını, sömürü sisteminin iç yüzünü ortaya koymaya, militarizmin ve faşizmin iç mantığını sergilemeye çalıştığını söyler.

Kıtlığın ve yoksuluğun had safhada olduğu bir yerde tanrı korkusundan eser kalmayabileceğinden endişe eden tanrılar, "yaratılması bunca çabaya mal olan Dünya’nın" değiştirilmesinin gerekli olup olmadığını tartışırlar. Ama değişimin sonunda bir karmaşa doğacağından çekinirler. Bu yüzden, eğer kıtlık zamanlarında bile kendilerine sadık kalan birini bulabilirlerse, her şeyi olduğu gibi bırakmaya karar verirler. Bunun üzerine en yücelerden üçü yola koyulurlar. Sezuan’da, tanrılardan korkan bir su satıcısı bulurlar; ama o da bir sahtekârdır aslında. Su satıcısı onları "iyi bir insanla" tanıştırır: Yoksul fahişe Shen...

İyilik ve kötülük, bencillik ve başkaları için çalışma, aşk ve ihanet gibi kavramları, para, sömürü, çıkar ilişkileri ekseninde tartışan Brecht, insanlar arasındaki eşitsizliğin, sömüren ve sömürülen olarak bölünmüşlüğün "iyi insan" arayışını nasıl olanaksız hale getirdiğini gösterir. Sonunda, tanrıların buldukları tek iyi insan tüm şehirde en çok nefret edilen adamdır. Bu yıkıcı gerçek karşısında bir bulut çağırırlar ve ona binip geri dönerler. Arkalarında, aslında yanıtı son derece açık bir soru bırakırlar: Kötülüğü kabul mü etmeliyiz, yoksa onu değiştirmek için mücadele mi etmeliyiz?

Görüleceği gibi, Brecht’in inançlarla, dinlerle, kutsal değerlerle hiçbir alıp vereceği yoktur. Brecht’in amacı, kapitalizm koşullarında insanın kendisine yabancılaşmasını en sert örneklerle sergilemek ve çözüm yolu için düşünmeyi sağlamaktır. Anlatılan öykü, güya Çin’de geçmektedir, ama sonuçta tümüyle evrensel olgular üzerine kuruludur ve orada izleyici kendi hayat koşulları ve her gün karşılaştığı olaylar aracılığıyla bütün insanlar için ortak sorunlar hakkında düşünmek, tartışmak olanağı bulur; bütün insanlar için ortak çözüm yollarının bulunabileceği izlenimi edinir. Burada, yeryüzüne inmiş tanrılar, kendi halimize tutulmuş bir ayna rolü üstlenirler. Kendi yaptıklarından, yarattıkları koşullardan memnun olmayan aslında biziz. Yabancılaşma, kendi yapıp ettiklerinin sonuçlarını birer yabancı, ya da düşman olarak karşısında bulan insanın durumudur. Bütün toplumsal ilişkiler, sömürü, para egemenliği, sevgisizlik, ihanet vs. insan eyleminin, insanın insanla girdiği ilişkilerin bir sonucudur ve bunun sorumlusu, burada yaşayanlardan başkası değildir.

"Aman Tanrım!"da ise, evrensel olan hiçbir şey olmadığı gibi, olup bitenlerden de herkes tek tek bireyler olarak sorumlu tutulmaktadır. Amerikan hayat tarzının, Amerikan inanç ve düşünme biçimlerinin evrensel kabul edildiği bir çerçevede, herkes yalnızca yapabileceğinin en iyisini yaparak mutlu olmanın yolunu arayacaktır. Bruce, yenilmiş olarak döndüğü işyerinde, "herkesi aptalca neşelendirecek haberler" yapmanın kendisi için en doğrusu olduğunu da kabul etmiştir artık. Roller belirlenmiştir, sınırlar çizilmiştir. Bunu aşmaya, değiştirmeye çalışmak yerine, kabul etmek ve razı olmak en iyisidir.

Filmin naylon tanrısı, Amerikan kapitalizminin kendi yarattığı en iyi şey olduğundan emindir. Herkes işini düzgün yapmalı ve "yukarıya bakmaya devam et"melidir!

İki işte çalışmak zorunda kalan bekâr anneler, uyuşturucuyla eğitimi bir ikilem olarak görebilen çocuklar... Ona göre işte bunlar mucizelerdir. Neden insanlar iki işte birden çalışmak zorunda kalıyorlar, neden uyuşturucuyla eğitim arasında tercih yapmak zorunda kalıyor çocuklar, neden toplum her an çıldırmaya hazır durumda... Çünkü Amerikan kapitalizmi iyidir, ama insanlar kötüdür!

Sözün kısası, eğer naylon tanrı, Brecht’in üç tanrısı gibi kapitalizmin eleştirisi için bir olanak sunsaydı seyredenlere, perdede göründüğüne bin pişman edilirdi. Yalnızca 16 yaşın altındakilere değil, herkese zararlı görülür, herkese yasak edilirdi. Buradan çıkarabileceğimiz sonuç şudur: Mukaddesata saldırı, Amerika’ya, kapitalizme saldırı biçimini almadıkça serbesttir. Egemenler açısından tanrının kılığı kıyafeti, sayısı değil, kimin yanında durup kimlere ne söylediğidir. Yoksullar dizlerinin üzerinde yükselip, aslında kendilerinden daha güçlü kimsenin olmadığını anlayıncaya kadar da bu böyle sürecektir.

Kaynak: Evrensel Kültür, No. 142

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.