Haluk Şahin, "Orwell’i Kim Değiştirdi" başlıklı yazısında, "Soğuk Savaş" yıllarında CIA’nın gerçekleştirdiği bir "kültürel operasyon"dan söz ediyordu. "Büyük Birader" romanıyla ünlü İngiliz yazar Orwell’in, bir o kadar ünlü "Hayvanlar Çiftliği" adlı eseri antikomünist propaganda malzemesi olarak kullanılmak üzere, deyim yerindeyse "ölü olarak ele geçirilmiş!" Önce eserin tüm yayın hakları satın alınmış. Sonra, Orwell’in kapitalizmi ve komünizmi aynı kaba koyarak eleştiren romanı, güncel emperyalist propagandanın temel sloganlarını, başlıca temalarını öne çıkaran antikomünist bir senaryoya dönüştürülmüş. 12 Eylül döneminin hemen başlarında, romandan esinlenerek yapılan bir çizgi film, TRT ekranlarından en az iki kez yayınlandı ve dönemin siyasal ihtiyaçlarına , ideolojik propaganda hedeflerine hizmet etti.
“New York Times”da yayınlanan haberi özetleyen Haluk Şahin, CIA’nın "1984-Büyük Birader" adlı romanının filme alınışına da müdahale ettiğini aktarıyor. Burada da, filmin başkahramanı için "Büyük Birader’i seviyordu" denilen yerde, "Kahrolsun Büyük Birader" dedirtilmiş.
"Soğuk Savaş" öncesinde, savaşın gerçekten"sıcak" biçimde sürdüğü yıllarda ise, ‘kültür’ meydanında da muharebe, başlıca emperyalist odaklar arasındaki savaşın bir yanı olarak, olağan dönemlerdeki faaliyeti de açıklayabilecek tipik özellikler gösteriyordu. Nazi Hükümetinin Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’ye "Alman okul ve üniversite çalışmalarını denetlemek üzere" yolladığı Dr. Löffler, şu raporu yollamıştı: "İstanbul ve Ankara yüksekokullarında Almanca dilinde okutan çok sayıda profesör, ... ekonomi, teknik ve sanat alanlarında ... olumlu etkiler yapıyor, böylece Almanya’nın zihinsel ve ekonomik etkisi gelişiyor." (Johannes Glasneck, Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Çev. Arif Gelen, Onur Yayınları, s. 31)
Alman Büyükelçiliği, Muhsin Ertuğrul’un, Lessing’in "Emilia Galotti" adlı eserini sahnelemesi hazırlıklarını her bakımdan desteklerken, şu amaca dayanıyordu: "Burada söz konusu olan, Alman yönetimi, sanatı ve düzenlemesinin tanıtılması için önemli bir fırsattır. Alman propagandasının başka alanlarda sert bir direnme ile karşılaşması dolayısıyla bu fırsattan elbette yararlanılacaktır." (age. s. 42) O yıllarda, uzun yıllar boyunca Ankara Devlet Konservatuarında eğitici olarak çalışan Nazi Prof. Ebert’in Türkiye Eğitim Bakanlığına danışman olarak atanması "Fransız etkisine karşı büyük başarı" olarak nitelenmişti. Türk-Alman Dostluk Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Hauptmann’ın 80. doğum yılı dolayısıyla yine Muhsin Ertuğrul tarafından "Meslektaş Crampton" adlı oyunun sahnelenmesini her bakımdan destekledi. Almanya’ya karşı propagandanın gerilemekte olduğunu belirten bir rapor, "Bugün ise her şey değişmeye başlamıştır. Propaganda için ortam gittikçe daha elverişli hale gelmektedir" diyordu. (age. s. 45)
Sinema dalında da, Türkiye üzerinde Amerika ile Almanya arasında kıyasıya bir savaş sürüyordu. Bir yandan Alman Büyükelçiliği’nde, Türkiye’nin "seçkin" çevrelerine, Alman askeri başarılarını anlatan propaganda filmleri gösterilirken, sinemalarda da, Alman filmleri gösteriliyordu. Yalnızca 1941-1942 kışında, Türkiye’de 60 Alman filmi gösterildi. Bunun yanında, Alman firmaları, ham film ve seslendirme teknikleri bakımından da, Türk şirketlerine ‘yardım’ ediyordu. Fakat 1942’den itibaren, sinemalarda ‘dikkat çekici’ bir biçimde, Amerikan filmlerinin ağırlığı görülmeye başlıyor. 27 Ekim 1943 tarihli bir Alman istihbarat raporu, o yıl içinde seslendirme stüdyolarında yalnızca Amerikan filmlerinin seslendirildiğini bildirerek, ham film ve teknik yardım akışının kesilmesini önerdi. (age. s. 29)
Hükümet üzerinde artan Amerikan etkisi, hiç gecikmeksizin, hatta daha önce sinemalara gelmişti.
Bu örnekler, kültür üzerindeki etkinliğin, ‘zihinsel’ bir hegemonya yaratmaya yönelik bir ‘casusluk’ çalışması gibi düşünülüp uygulandığını gösteriyor. Bilim ve sanat adamlarının örtülü ya da açık biçimlerde satın alınması, gizli ya da dolaysız yollardan maddi ve manevi olarak desteklenmesi, sonuçta, siyasal ve ekonomik hedeflere ulaşmanın bir parçası olarak planlanıyordu.
Burada, Türkiye kamuoyunda hep ilerici ve demokrat eğilimleriyle tanınmış Muhsin Ertuğrul gibi bir sanatçının araç haline getirilmesi ilginçtir. Muhsin Ertuğrul, tiyatro eğitimini sosyalizmin anavatanında almış, mesleğinde usta ve bütün sanat çevrelerinde sayılan bir insandı. Sahneye koyduğu oyunlar ise, Nazi propagandasına dolaysız olarak eklemlenmesi düşünülemeyecek klasiklerdi. "Almanya’nın zihinsel ve ekonomik etkisi"ni güçlendirmeye herhalde gönüllü olarak hizmet etmesi düşünülemezdi. Bu özellikleri dolayısıyla, Alman propagandasının başarısı açısından büyük değer taşıyordu. Bir faşistin, açık bir ırkçının, zaten Almanya’ya sempati duyan bir sanatçının aynı amaçlarla kullanılması, kamuoyunda beklenen etkiyi asla sağlayamazdı.
İdeoloji İhracı ve İdeolojinin Genişletilmiş Yeniden Üretimi
Emperyalist kurumların, edebiyat ve sanat üzerinde bilinçli ve planlı bir müdahalesinin yalnızca "Soğuk Savaş” yılları gibi ‘özel’ koşullar altında olup geçtiği düşünülemez. Emperyalizm, kültürel alana müdahaleyi, kendi varlık alanının genişletilmesi eyleminin bir parçası olarak görüyor ve bunu kesintisiz yapıyor. Çünkü, gerçekte tek başına kültürel ve zihinsel etkinlik diye bir hedef yoktur. "Zihinsel" etki dolaysız olarak ekonomik ve siyasal hegemonyanın bir aracı halinde düşünüldüğünden, bu hedefler var oldukça, kültürel alandaki saldırı da kesintisiz sürdürülmek zorundadır.
Emperyalizm, kapitalizmin ‘sermaye ihracı’ ile karakterize olan özel bir aşamasıdır. Sermaye ihracı ise, meta ihracatından farklı olarak, salt tüketime yönelik bir mekanizma değildir. Temel farkı, sermayenin ihraç edildiği ülkede, yeniden üretilmesine ve ‘azami kâr’ halinde metropole dönmesine dayanır. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi, bu üretimin gerçekleşmesini sağlayacak yeni ilişkiler, dolaylı ve dolaysız yeni üretim araçları, yeni üretici güçler gerektirir. Limanlar, fabrikalar, ulaşım yolları, üretimin sonuçlarını elde etmeye yönelik araçlardır. Emperyalizmle girilen her ilişkide, bunlar yaratılır, gelişir ve toplumsal hayatta etkili hale getirilir. Kuşkusuz, tıpkı meta üretiminde olduğu gibi, değişim ve dağılım süreçlerinde gerekli olan bu araçlar da belli bir yatırımı, işgücünü, sınıflar arası ilişkilerin gerekli kıldığı örgütlenmeleri gerektirir.
Ancak emperyalist tahakkümün devam edebilmesi için, bunların ötesinde bir de ‘manevi araçlar’ gerekmektedir. Emperyalizm öncesi sömürgeci ilişkilerde, "yerli halk", "vahşiler", kendi bildikleri gibi yaşayabilirlerdi; yeter ki, hammadde kaynaklarının, altın ve gümüşün, elmasın, kauçuk ve pamuğun üretilmesinde ve götürülmesinde sorun çıkarmasınlar. Kuşkusuz, bunun için, onların puta tapan dinsizler olarak kalmaktansa, İsa’nın dinine inanmış dindaşlar haline gelmeleri de fazla yararsız olmazdı. İşi kolaylaştırır, halkın yeni karşılaştığı ilişkileri benimsemesinin yolunu açardı. Bu yüzden askerlere ve tüccarlara, daima misyonerler eşlik eder, gemiler dolusu araştırmacının, dilbilimcinin, biyoloğun yanı sıra, onların yolunu düzlemek, ‘malzemeyi işlenmeye hazır hale getirmek’, Nazi’lerin kendi faaliyetlerini tanımlamak için kullandığı deyimle "zihinsel olarak hazırlamak" için çalışırlardı. Günümüzde misyonerlerin yerini, her ülkenin kendi içinden çıkan emperyalist ideoloji üreticileri almıştır.
Medya, sanat ve edebiyat, din adamları, ABD Başkanının "bizden biri gibi" karşılanması için gerekli atmosferin yaratılmasında nasıl büyük ‘misyon’ yüklendilerse, emperyalizmin dayattığı özelleştirmeye ve buna bağlı sendikasızlaşmaya, sosyal güvenlikten yoksun kalmaya razı olmak için hangi manevi donanım gerekiyorsa onu sağlamak için çalışıyorlar. Burada başlıca iş, emperyalist metropolde egemen sınıf ideolojisi halinde duran birikimi, ulusal koşullara uyarlamaktan ibarettir. Ama bu, binlerce ‘ince işlem’i yapabilmeye elverişli, kendine özgü bir donanım, birikim ve beceri gerektirir. Bir ucunda ‘halk kitleleri’ için konuşacak din adamları, demagoglar, televizyon habercileri bulunan ‘iletişim ve etkileme’ zincirinin diğer ucunda, okumuşları, öğrencileri, aydınları etkilemek, en azından yansızlaştırmak için faaliyet gösteren "seçkin aydınlar" bulunur. Bunlar roman yazarlar, çok satışlı, ciddi, etkili gazetelerin köşelerinde dururlar, kültür teorileri geliştirirler, ‘yeni akımların’ sözcülüğünü yaparlar.
Hedefleri birkaç noktada özetlenebilir:
Mevcut sisteminin olanaklı son ve en iyi toplumsal ilişki biçimi olduğu yayılmalı. Böylece, halk kitleleri içinde, "değişim", "yenilenme" özlemlerini düzen içi sınırlara hapsetmek ve geçersizleştirilmeli.
Yığınların kendi güçlerine olan inancı sarsılmalı, eğer mutlaka bir şeylerden kurtulmak gerekiyorsa, bunun ‘dışarıdan’ bir yerlerden beklenebileceği duygusu yerleştirilmeli.
Demokrasi, insan hakları, devrim gibi kavramlar ve bunlara ilişkin mücadelenin öncüsü görülen insanlar, sanatçılar, şairler, gerçek içeriklerinden boşaltılmalı, olur olmaz (reklam metinlerinde, komedyen sululuklarında, devlet adamlarının nutuklarında) kullanılarak yozlaştırılmalı.
Sanat ve edebiyat eğlencelik durumuna düşürülmeli, sanata ve edebiyata ciddi ilgi duymak alaya alınacak, küçümsenecek bir şey haline düşürülmeli, “piyasa koşullarına göre iş tutan”lar ödüllendirilmeli.
Bilim, teknolojiye indirgenmeli, bilim adamı holding danışmanı olarak istihdam edilmeli, üniversiteler "ekonomik birimler” haline dönüştürülmeli.
Bilimsel buluşlar dinsel argümanlar haline getirilmeli, ünlü bilim adamlarının din değiştirdikleri, şurada burada "Allah’ın varlığına ilişkin kanıtlar" buldukları masalı anlatılmalı.
Sendikalar denetim altına alınmalı, işlevsizleştirilmeli ve üyelerden yalıtılmalı. Sendikasız, sosyal güvenliksiz çalışmanın en iyi çalışma biçimi olduğu propaganda edilmeli.
KİT’ler aleyhine kamuoyu oluşturulmalı. Özelleştirmenin bir kurtuluş yolu olduğuna herkes inanmalı. İnanmayanlar "gerici", "değişime karşı", "kalıp düşünceli" olarak karalanmalı.
Bu liste, bugün yazar, çizer, reklamcı, televizyon habercisi, şovmen, "kültür ve sanat adamı" kılığında gezen binlerce gönüllü-gönülsüz ‘ajan’ın yaptıklarına bakılarak uzatılabilir.
Sinemada Amerikan emperyalist değerlerinin propagandasını yapan küçük beyaz fareler, şiddet ve işkenceyi haklı, mazur, gerekli gösteren "dünyayı kurtaran adamlar", sanal bir dünyanın gerçek dünyadan daha gerçek olduğunu, sanalla gerçek arasındaki farkın "zihinsel" bir tercihten ibaret olduğunu anlatan sözde düşünürler, tarihi eğlencelik bir fantezi karmaşasına indirgeyen uyduruk romancılar, şimdi sınırsız olanaklarla, karşılarında hiçbir direnme göstermeyecek hale getirilmiş kitlelere sesleniyor, emperyalizmin sıradan ve meşru bir varlık halinde kabulünün yolunu açıyorlar.
Sıradan ve meşru bir hal alınca, ona karşı mücadelenin "marjinallik" olarak tanımlanması kolaylaşıyor.
Karşıtının, muhalifinin bulunmadığı koşullarda, emperyalist kültürün belirtilerini sayıp dökmek ‘paranoya’ olarak görülebiliyor. "Stuart Little"’ın, o küçük sevimli beyaz farenin, "Küçük Kardeşim"in Amerikan casusu olduğunu söylersek, kim inanabilir?
Emperyalist saldırıyı gündelik yaşamında işsizlik, sigortasızlık, sendikasızlık olarak duyumsayan işçiler, toprakları, tezgahları her gün biraz daha küçülen, verimsizleşen emekçiler, kültür ve sanatın işlevini bilinç ve eylem arasındaki diyalektikte bulan aydınlar, inanabilir. Ve onlar, bu halkın ‘kahredici’ çoğunluğudur.
Kaynak: Evrensel Kültür, No. 100