İNSAN HAKLARI - 2002

Hafta benim için Londra'da başladı, köylerine dönmeleri yasaklanmış olan göçmenlerle dolu, Kürt bölgesinin yarı resmi başkenti Diyarbakır'da sona erdi.

NOAM CHOMSKY

ABD'de İnsan Hakları Haftası'nın, bazı önemli özellikleri olan bir hafta dışında bir özelliği yok. Fakat dünyanın her yerinde büyük ilgi görüyor. İnsan Hakları Haftası-2002 ise unutulmaz ve dokunaklıydı. Hafta benim için Londra'da başladı, Türkiye'nin güneydoğusundaki, gecekondularda yaşayan ve teoride yeni kanunların izin vermesine rağmen köylerine dönmeleri (aslında köylerinden geriye ne kaldıysa) yasaklanmış olan göçmenlerle dolu, Kürt bölgesinin yarı resmi başkenti Diyarbakır'da sona erdi.

Diyarbakır'a, sürekli ciddi tehdit koşulları altında cesaretli ve etkileyici işler yapan İnsan Hakları Derneği tarafından davet edildim. Önceki günleri, yıllık buluşmasını yapan, barışa ve özgürlüğe adanmış uluslararası bir kitap fuarı düzenleyen Yayıncılar Birliği'nin; ve aynı temalar üzerine uluslararası bir sempozyum düzenleyen kamu sektörü sendikası KESK'in davetiyle İstanbul'da geçirdim. İstanbul'dayken, bilinmez sayıda Kürt göçmenin nemli, soğuk kış aylarında, oturulamayacak halde olan binalarda hayatta kalmaya çalıştığı içler acısı varoşları ziyaret ettim. Küçük çocukların dışarıdaki tehlikeli ara sokaklarda maceralı işlere atılamadıkları için neredeyse hapis olduğu ve daha büyüklerin ailenin yaşamını sürdürmek için yasal olmayan fabrikalarda çalıştığı, ufak bir oda içine doluşmuş geniş aileler. Sürüldükleri evlerine geri dönmeleri, Türkiye'nin doğusundaki sıkıyönetimi hiç olmazsa resmiyette kaldıran yeni yasalara rağmen etkili biçimde yasaklanmış durumda. KHRP'nin kurucusu ve yöneticisinin de aynı şekilde kendi ülkesine dönmesi yasaklanmış.

Amerika, işlenen bu suçları kayda geçecek ve protesto edecek insan hakları eylemcilerinin girişine izin vermiyor. INS, birkaç hafta önce Türkiye insan hakları mücadelesinde önemli bir isim olan Dr. Haluk Gerger'in 10 yıllık vizesini iptal etti ve parmak izlerini aldıktan, fotoğraflarını çektikten sonra eşiyle beraber geri gönderdi. Dr. Gerger, İnsan Hakları İzleme Komitesi'nden ve Amerikan Bilimsel İlerleme Derneği'nden, insan haklarına değerli katkılarından dolayı ödüller almıştı. Gerger'in Türk otoriteler tarafından cezalandırılması ise ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından, Türkiye'nin temel haklarını korumadaki başarısızlığı olarak değerlendirilmişti. ABD Elçisine yazılan bir açık mektupta, İstanbul'daki Düşünce Özgürlüğü Girişimi sözcüsü bu muameleyi protesto ederek "Kürt meselesi üzerine kapsamlı yazıları bulunan" ve "Türkiye hükümetinin Kürtlere karşı tavrını Sırpların Bosna'daki müslümanlara yönelik etnik temizliğine" benzeterek "hükümet politikalarını eleştiren" Dr. Gerger'in "Türkiye İnsan Hakları Derneği'nin kurucu bir üyesi" ve "Kürtlerin haklarının ateşli bir savunucusu" olduğunu, insan hakları konulu yazıları nedeniyle akademik pozisyonunu kaybetme gibi mahkumiyet ve ağır para cezaları ile karşılaştığını yazdı.

Şimdi Colin Powell'ın Dışişleri Bakanlığı, Türk ordusunun ve aşırı milliyetçi partilerin uç tavrını benimseyerek, Gerger'i ABD'de istenmeyen kişi ilan etti. Hiçbir zaman gizli olmayan ordu eliyle Türkiye devleti, geçen aylardaki birtakım cesaret verici değişimlere rağmen hala acımasız ve baskıcı tutumunu sürdürüyor. Fakat buna rağmen yüzeysel haberler Türkiye kültürünün ve toplumunun, Batı'ya model olması gereken biçimde özgür ve enerjik olduğunu söylüyor. Özel olarak göze çarpan ise, göçmenlerin kendi evlerine, entelektüel yaşamın kent merkezlerine dönme arzularını etkileyici biçimde dile getirdikleri Diyarbakır'ın surları dışındaki mağaralardan gelen direnişin hemen farkedilen ruhu var.

Türkiye ve insan hakları

Türkiye halkının özgürlük ve insan hakları mücadelesi gerçekten ilham verici. Türkiye'de hiçbir zaman azalmayan, ciddi tehditlere rağmen çok doğal ve samimi, hayatın normal bir parçası haline gelen bir insan hakları mücadelesi var. Bu Yaşar Kemal gibi uluslararası üne sahip cesaretli yazarları; Türkiye'deki devlet terörü üzerine yazdıklarından dolayı ömrünün çoğunu hapiste geçiren İsmail Beşikçi gibi doğruyu söyledikleri için ciddi cezalarla karşılaşan akademisyenleri; "Kürt ve Türk halkı demokratik bir çerçevede, barış içinde beraber yaşayabilir" umudunu kendi anadilinde ifade ettiği için 15 yıl hüküm giyen ve hala hapishanede olan Leyla Zana gibi parlementerleri; ve onlar gibi toplumun her kesiminden pek çok kişiyi kapsıyor. Onlar elbette Amerika'da tanınmıyorlar, tıpkı ABD kuklası güçler tarafından suikaste kurban giden Latin Amerikalı entelektüeller gibi...

Dr. Beşikçi, ABD İfade Özgürlüğü Fonu'nun verdiği 10 bin dolarlık ödülü, Washington'un Türkiye'deki teröre sunduğu destek nedeniyle protesto ederek kabul etmedi. Özel olarak Clinton yıllarında, ABD Türkiye'nin silah ihtiyacının %80'ini sağladığında ve Türkiye ABD silahlarının önde gelen alıcısı olduğunda suç vahşeti artmıştı. Sadece 1997 yılında, devlet terörü harekatının başlamasına kadar Türkiye'ye akan ABD silahları, Soğuk Savaş döneminin birleşik toplamını aşmıştı. Dışişleri Bakanlığı'nın terör üzerine raporlarında ve basında dendiği gibi, "başarılı karşı terör" harekatı için Türkiye takdir edildi ve ödüllendirildi. Bu pratik sadece ABD'ye has değil, standart doktrinle uyum içindedir: "Terör" ONLARIN BİZE yaptıkları şeydir, ve "karşı terör" BİZİM ONLARA yaptığımızdır, genelde daha kötüsüdür ve sadece bazen misillemedir ve bu durum göz yumulur gibi değildir.

İşte Batı'daki ayrıcalıklı insanlar, korkunç yasalar altında yaşayan bu insanların cesaretini ve dürüstlüğünü görüp mütevazi olmalı ve utanmalıdır; Batı bunu sadece işkenceleri kınayıp kurbanları savunarak değil, aynı zamanda düzenli biçimde büyük riskleri göze alan sivil itaatsizlik eylemleri gerçekleştirerek yapmalıdır.

Savaşın yaratıkları kaygılar

Londra'dan Diyarbakır'a kadar herkesin kafasında Bush yönetiminin, kendisine sadık olan Blair ile birlikte Irak'ta savaş için, siyasi olarak yararlı ve ucuz bir bahane bulacağı netti. Türkiye'de, yaklaşan savaşa karşı popüler muhalefet ezici bir çoğunluğa sahip. Bu, bütün bölge için geçerli, tıpkı Avrupa'nın büyük çoğunluğunda ve dünyanın geri kalanında olduğu gibi. Saddam Hüseyin'in her yerde lanetleniyor olmasına karşın, sadece ABD'de insanlar, "Saddam Hüseyin'i bugün durdurmazsak, yarın bizi öldürür" diye düşünüyor. Bu tür korkulara, Washington tarafından yönlendirilen ikinci kuşak politikalar neden oluyor.

1980'ler boyunca, tepkisel gündemler yoluyla korku sürekli hale getirilerek, toplum üzerinde önemli bir zarara yol açtılar. Yirmi yıl önce Libya'nın lideri, liderimize suikast düzenlemek için Washington sokaklarında dolaşıyordu. Ardından, Ruslar Granada'daki bir hava üssünden bize bomba yağdıracaktı. Bu arada korkunç Sandista ordusu Harlingen, Teksas'tan sadece iki günlük yürüme mesafesindeydi ve "Teksas'ın kalbine bir hançer saplanacaktı." Ve on yıl boyunca böyle devam etti. Yaklaşan savaşa yeterli bir iç destek için korku faktörünü öne çıkarmak zorunludur. Ki bu da ABD'nin yabancı olduğu birşey değil. Tarihte, bir savaşa karşı, henüz başlanmadan, böylesine müthiş popüler bir muhalefet ve protestolar ilk kez görülüyor.

Kürt bölgelerinde genel olarak savaşa karşı muhalefet, savaşın Kürtler için sonuçlarıyla yakından ilgili. Komşu ülkeler içteki baskıyı savaş nedeniyle yoğunlaştırıyor. Şu anda, Mesut Barzani ve Celal Talabani'nin sağlanması hiç de kolay olmayan ittifak yönetiminde, Kuzey Irak'ın dağlık arazilerinde, alışılmamış bir başarıya imza atan 4 milyon Kürt ve başka yerlerdeki Kürtler benzer kaygıları taşıyor. Savaş halinde Irak'ın ani saldırılarına karşı hassasiyetlerinin ve Türkiye'nin, kayda değer bir otonomi ihtimali karşısındaki tepkinin odağında olmalarının da ötesinde nüfusun yarısı, BM'nin "Petrol Karşılığı Gıda" programına muhtaç. Savaş halinde de buradaki nüfus darmadağın olacak. Bir Kürt liderinin yorumladığı gibi, gıda için BM programlarına, petrol ve enerji için Bağdat'a bağımlılıkla "Özgür Kürdistan büyük bir mülteci kampına benziyor." BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, yüzbinlerce Kürdün sıcak bir şekilde karşılanmayacağı komşu ülkelere muhtemel göçü ve gelecekte her ne olacaksa, muhtemelen acı çekecek yerel Kürt nüfusu için plan hazırlıyor. Türkiye kaynaklarına göre, muhtemelen Kuzey Irak'ta Türk ordusu tarafından kurulan kamplara gidecekler.

Tahmin edersiniz ki...

1980'ler boyunca, İnsan Hakları Günü Sovyetler Birliği'ni kınamak için bir bahaneydi. 2002 İnsan Hakları Günü, İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw'ın Saddam Hüseyin'in suçları adlı bir dosya yayınlaması için bir bahane oldu. -Irak'ın kitle imha silahları hakkındaki belgelerin sunuşunun son tarihi olan 8 Aralık'tan önce, ABD ve İngiltere tarafından Saddam Hüseyin'in suçlarını açığa çıkarma çabalarının bir parçası olarak.- Dosya gerçekçiydi, Saddam'ın 1980'ler boyunca zulümleri hakkında büyük oranda insan hakları örgütlerinin raporlarından yola çıkılarak bilgiler hazırlanmıştı.

Tahmin edersiniz ki, raporda Saddam'ın bu berbat suçları işlerken, şimdikinden daha çok tehlikeli olduğu zamanlarda, imha silahlarını Amerika ve İngiltere'nin dostlarından aldığına yer verilmedi.

Şimdiki İngiltere hükümeti o zamanlar muhalefetteydi, fakat gazeteci Mark Thomas'ın da belirttiği gibi, 1988'den 90'lı yıllara kadar İngiliz parlamentosundaki protestolarda muhalefetten birkaç isim eksikti: Blair, Straw, Cook, Hoon. Yani mevcut hükümetin üst kadrosu. Mark Thomas aynı zamanda Straw'un Saddam Hüseyin'in şeytan olduğunu keşfetmesinin çok yeni olduğundan bahsediyor. Ocak 2001'de, İçişleri Bakanı'yken siyasi mültecilerin sığınma hakları onun sorumluluğundaydı. Irak'ta gözaltına alınmış ve işkence görmüş birisinin başvurusunu reddetti; çünkü, yönetimindeki birimin elinde bulunan "Irak üzerine ayrıntılı bilgiler", Irak'ın gaddar yargısının bir insanı haksız yere "mahkum etmeyeceğini, cezalandırmayacağını" açıkça gösteriyordu. "Eğer hakkınızda yarım kalmış ve döndüğünüzde devam edecek bir dava varsa, bağımsız ve doğru işleyen bir mahkemede, adil bir yargı sizi bekliyor." Başvuru karşılığında verilen cevap buydu.

1997'de ABD silahları, soğuk savaş döneminin toplamından daha fazla Türkiye'ye gitti. Türkiye'deki devlet terörü, Kosova'da Miloseviç'e atfedilenin çok daha ötesindeydi. 1997, başka yönlerden de insan hakları hareketleri için önemli bir yıldı. Dünyanın önde gelen gazeteleri okuyucularına, ABD dış politikasının parlak, "soylu bir safha"ya girdiğini duyurdu. ABD'nin Kolombiya'ya askeri yardımının fırladığı yıl da bu yıldı.

Yardımlar 1999'da 50 milyon dolardan 290 milyon dolara çıktı. 2001'de ikiye katlanan askeri yardımlar, halen artıyor. 1999'da ABD'den en fazla silah alıcısı olarak, Türkiye yerini Kolombiya'ya bıraktı. Bunun nedenini görmek hiç de zor değil: Türk devlet terörü başarıya ulaşmıştı, fakat Kolombiya'nınki değil. 1990'lar boyunca Kolombiya Batı yarıkürede en kötü insan hakları kayıtlarına sahip ülkeydi ve aynı zamanda ABD silahlarının ve askeri eğitiminin en büyük alıcısıydı. İkili arasındaki kolerasyon iyi kurulmuştu ve bu muhalif çevrelerde dikkatlerden kaçmayacaktı. Türkiye ve Kolombiya'nın başka ortak özellikleri de var. Her iki ülkede de milyonlarca insan yerlerinden edildi; 2,7 milyon insan Kolombiya'da göç etti. Bu sayılara, başka ülkelere gidenlerin sayısı ise dahil değil. Kolombiya, tıpkı Türkiye gibi, imtiyazlı batılılarının utanç ve alçakgönüllülükle araştırması gereken, cesur bir direnişin modelini sunmaktadır.

Yeniden Özgür Gündem Gazetesi'nden alınmıştır