Limon Kokuyordu Sevdiğim

İrfan Mutluer

Balkona çıktığında şehir toprak kokuyordu. Birkaç saattir yağan yağmur durmuş, şehri toprak kokusu sarmıştı. Sokak lambalarının ışığına koşuşan ateşböcekleri, yakarcalar, sivrisinekler yok olmuş, uykuya yatan şehrin sokaklarını sessizlik bürümüştü.

Içeriye girip koltuğa uzandı. Ne ışığı yakıp kitap okumak, ne de televizyon kanalları arasında dolaşıp, kaybolmak geliyordu içinden. Neden gelmemişti? Omuzlarına dökülen sarı saçlarında rüzgar taşıyan, o anlamlı yeşil gözleriyle fırtınalar koparan biricik sevdiği, neden gelmemişti? Oysa her sabah aynı saatte gelir, gülümseyerek “Günaydın” der, gazetesini alırdı. Onu gördüğünde yüreğinde bir kıpırtıdır başlar, gittikten sonra dahi uzun süre durmaz, hayallere dalıp giderdi. Dokuz gün olmuş, neden gelmemişti? Neden “Günaydın” deyip gazetesini almamış, neden o sıcacık gülümsemelerden mahrum bırakmıştı?

Tekrar balkona çıktı, derin derin şehri soludu. Toprak kokusuna karışan, değişik, hoş bir koku daha vardı havada. O güne kadar hiç hissetmediği bir koku. Ne hanımellerinin, ne de fesleğenlerin kokusu. Geceyi saran bu koku?..

Küçücük bir bakışın,

Çözer beni kolayca.

Kenetlenmiş parmaklar gibi,

Sımsıkı kapanmış olsam.

Dizelere kaptırdı kendini. Radyonun sesini biraz daha açtı. Gece, toprak kokusu, ne olduğunu anlayamadığı tuhaf ve bir o kadar da esrarengiz o koku dizelere karıştı, yürüdü yüreğine... Nasıl da kendisini anlatıyordu, kendini buldu dizelerde, kendisiyle bütünleştirdi.

Hep aynı saatte gelirdi gazetesini almaya. Gelmesine yakın dakikalarda yerinde duramaz, bir o yana, bir bu yana dolaşır durur, ona söyleyeceği sözleri yinelerdi. Öylesine kaptırırdı ki kendini, çoğu zaman geldiğinin farkına bile varmaz, “Günaydın” sesiyle irkilerek kendine gelir, suçüstü yakalanmış gibi bir eziklik duyardı içinde. Eli ayağı dolanır, yüzü kızarır, dili tutulur; “Günaydın” diyemez, kendisinin bile zor duyacağı cılız bir sesle cevap verirdi.

Yaklaşık sekiz aydır hemen her sabah yaşananlar aynıydı. Her sabah aynı koşuşturmaca, aynı konuşmalar, yürek çarpıntıları, aynı suçluluk, yüz kızarmaları, sessizlik... Ve sonrasında başlayan hayal dünyası. Geçmişin yeniden canlandırılması, gelecek üzerine düşünceler, yorumlar, planlar, düşler...

Bir sabah çiçeklerle karşılamalıyım seni. Her yer çiçeklerle dolmalı, her yer çiçek kokmalı, sen çiçeklerden daha güzel olmalı, çiçeklerden daha güzel kokmalısın. Her adımında çiçekler dökülmeli üzerine, bana çiçekler içinde gelmelisin. Elimde kırmızı bir gülle karşılamalıyım seni. Sözcüklerden önce gül anlatmalı sevgimi, o sabah gazete yerine gül almalısın benden. O ince, zarif parmaklarında tutmalısın sevgimi. Sonra birlikte çıkmalıyız dışarıya, el ele, ilk kez ardından bakakalmamalıyım. Hayallere dalmamalıyım.

Hayallere dalmamak... Mümkün müydü bu? Her sabah, her öğle üzeri, her akşam, her gece... Kaç senaryo kurmuş kendisi bile unutmuştu. Bazen aynı senaryoya günlerce kapılıp gidiyor, bazen de senaryo üzerine senaryo kuruyordu.

Şehre ne zaman, nereden gelmiş, nerede çalışıyor, ne iş yapıyor bilmiyordu. Adını bile gazeteye abone olurken öğrenmişti. “Sevda”, otuz sekiz numaralı gazete abonesi. Sevda, sevgisi, hevesi, arzusu, aşkı. Sevda, merkezi çemberinin, yüreğinde depreşen bir sızı, çırpınan bir nazlı serçe. Sevda, tutkusu, yitirme korkusu, sabahlara bağlanan gecelerinin alacakaranlığı, güneşe kavuşma sevinci. Sevda, içinde bir cızzz!!! Bir ah!

Ah, Sevda! Sen sevincim ve korkularımsın. Yaşama isteğim, yaşama gücümsün. Yitirmekten korkuyorum seni. Bir sabah, bir öğle üzeri, ya da bir akşam, bir gece... Sensizlik korkutuyor beni. Belki de bu yüzden, evet bu yüzden elim ayağım titriyor, dilim tutuluyor görünce seni. Seni yitirmek, bu dünyada olduğunu bile bile sensizliği yaşamak korkutuyor beni.

Sabaha daha çok var mı? Işığı yakmak istemedi. Işığı yaksa tüm hayalleri, tüm istekleri, arzuları, düşünceleri, hayalleri dağılacak, gecenin orta yerinde Sevda’sız kalacaktı. Buna dayanacak gücü yoktu. Kaç gece olmuştu? Dokuz mu? Sabah olduğunda yine koyacak mıydı onuncu gazeteyi de diğerlerinin üzerine? Balkona çıkıp, sokak lambasının ışığında saatine baktı. “Sabaha az kalmış.”, diye düşündü. Yürek atışları hızlandı. Gecesi saran o kokuyu, o esrarengiz kokuyu iliklerinde hissetti. Neydi bu koku, neyin kokusuydu? Hiç yabancısı olmadığı, geceyi saran, ciğerlerine dolarken hücrelerini titreten, tüylerini diken diken eden bu konu neydi?

Horoz sesleri gelmeye başladı, sokaklardaki başıboş köpekler katıldı horozlara. Biraz sonra ezanlarla yıkanıp, tüm günahlarından arınacak olan şehir, güneşe merhaba demeye hazırlanıyordu. Daha fazla duramadı, dışarıya fırladı.

Işyerinin kepenklerini gürültüsüzce açmaya çalıştı. Kapı önüne konan gazeteleri içeriye alıp paketleri açtı. Iç içe koyduğu gazeteleri raflara yerleştirirdi. Sevda’nın gazetesinin üzerine de 38 rakamını yazıp diğerlerinin üzerine koydu. Yerlere dağılmış olan kağıtları topladı, içeriyi hafifçe ıslatıp süpürdü. Gün ağarmış, insanlar yollara dökülmüştü. Acaba Sevda bugün gelir miydi? Koltuğa oturup gözlerini kapattı.

“Günaydın. Bugün nasılsınız? Birkaç gündür yoktum, gazetelerimi alabilir miyim?”

Sevda, bu Sevda’nın sesi. Hızla çarpmaya başladı yüreği, yerinden fırladı. Karşısında kimseler yoktu. Yavaşça, isteksizce oturdu tekrar koltuğa. Hayal mi görüyordu, yoksa rüya mıydı? Gerçek olmasını ne kadar da çok isterdi. Sevda gelmeliydi artık. Bu kadar bekletmemeli, tarifsiz acılar yaşatmamalıydı.

Radyodan akşamki ezgi takıldı kulaklarına. Dalıp gitti ezgiye, gözlerini kapayıp geceyi aradı. Yağmuru, toprak kokusunu, ıslanmış saçlarını eliyle kurulamaya çalışan Sevda’yı aradı. Sevda’lı düşler kurmaya başladı. Bir faytonla evlerine geliyor, Sevda’nın elinden tutarak inmesine yardım ediyor, el ele kapıya kadar geliyorlardı. Sonra Sevda’yı kucağına alıyor, gelinliğin eteği yerleri süpürerek içeriye giriyorlardı. Içini sonsuz bir sevinç kaplıyor, kollarında Sevda, içindeki müziğin ritmine uygun devinimlerle, parmak uçlarına basa basa, yavaşça, dans ediyorlardı. Bu onların yaşama dansıydı. Birden akşamki o koku, o gizemli koku yayıldı her tarafa. Koridora, mutfağa, odalara, her yana yayılan bu koku, en çok da Sevda’ya işleyen bu koku, O’nun kokusuydu. Geceden beri ne olduğunu anlayamadığı, ama etkisinden de kurtulamadığı bu koku... Bu koku?

- Limon, ben en çok limonu severim.

“Sevda” diye fırladı yerinden. Gözlerine inanamadı. Yüzü kızardı, dili tutuldu, eli ayağı birbirine dolaşmaya başladı.

-Tanıştırayım sizi, eşim Hakan. Birkaç gün önce düğünümüz oldu. Bundan dolayı bir süredir burada yoktum. Yarın da balayına çıkacağız. Siz yine gazetelerimi ayırır mısınız lütlen?

Hiç bir şey söyleyemedi. Eşiyle el ele kapıdan çıkan Sevda’nın arkasından bakakaldı. Bir sıcaklık hissetti, yüreğinden başlayıp, vücuduna yayılan cızz, yavaş yavaş bütün bedenini sardı. Titremeye başladı.

Içerde limon kokusu, yollara çakıldı ağlamaklı gözleri...

Bengisu.Net Kültür Sanat Dergisi internet sayfasından aktarma.