Neoliberalizmin yeni renkleri: Kırmızı ve Yeşil

Federal Alman Hükümetinin 1998 – 2002 bilançosuna sosyal, dış ve güvenlik politikaları temelinde bir bakış

Murat Çakır

27 Eylül 1998 tarihinde Sosyaldemokratlar ve Yeşiller 16 yıl süren Helmut Kohl iktidarından sonra parlamentoda çoğunluğu elde ettiler. SPD ve Yeşillerin iktidarı ele geçirmesinin ardında seçmenlerin CDU/CSU-FDP koalisyonunun ekonomi ve sosyal politikalarının getirdiği yıkımdan kurtulma amaçları yatmaktaydı. “İnnovasyon ve Adalet” sloganıyla SPD ve şansölye adayı Gerhard Schröder, modernizasyonun daha değişik, daha dayanışmacı bir şeklini temsil ediyor görüntüsü vermekteydi. Gerçi Schröder “ben herşeyi farklı değil, daha iyi yapacağım” diyerek liberal ekonomi taraftarlığını ortaya koymuştu, ancak toplumsal güçlerin ve halkın, gerekli olan reformların sadece yeni bir hükümetle yapılabileceğine olan inancı SPD ve Yeşilleri iktidara taşıdı.

Reform umutlarının kaybolması ise fazla sürmedi. Ekonomi ve sosyal politika alanlarında yapılacağı iddia edilen yön değişikliği gerçekleşmedi. Tam tersine, SPD ve Yeşiller seçim vaatlerinden ve koalisyon protokollerinden hızla uzaklaştılar.

Hükümet değişikliği, siyaset değişikliğine yol açmadı

Kırmızı-Yeşil çoğunluk, başlangıçta Kohl Hükümetinin sosyal politika alanında aldığı bazı kararları değiştirdi: toplumsal güçlerin sert muhalefetine neden olan “İşten Çıkarma Yasası” ve hastalık süresinde ücret ödemesinde yapılan kısıtlamalar geri alındı. Yasal sağlık sigortasında eski hükümetin yapmış olduğu kısıtlamalar da iptal edildi.

Ancak CDU/CSU-FDP koalisyonunun bir çok can alıcı politik kararlarına dokunulmadı: ne “İş Teşvik Yasası”nın grev bölgesi dışındaki işçilere yönelik engelleri içeren 116.maddesi, ne de 1982 yılından bu yana sosyal yardım, işsizlik parası, meslek eğitimi ve diğer sosyal alanlardaki budamalar geri alındı.

Müsteşarları ile birlikte hükümetteki neoliberal çizgiye karşı koymaya çalışan Maliye Bakanı ve SPD Genel Başkanı Oskar Lafontaine, ne partisinde, ne sendikalar arasında ne de kamuoyunda beklediği desteği bulamadı. Şansölye Schröder ile arasındaki görüş ayrılıklarının derinleşmesinden ve oylamalarda zorluklar çıkmasının ardından (NATO’nun Yugoslavya’yı uluslararası hukuku çiğneyerek bombalamasından önce) 1999 Mart’ında hem bakanlıktan, hem de SPD Genel Başkanlığından istifa etti.

SPD/Yeşiller hükümetinin geriye kalan bakanları ise neoliberal politikaları aşmak için herhangi bir çaba göstermediler. 630,-- Marklık (325.—€) vergilendirilmeyen ücretli işler ve serbest meslek benzeri bağımlı işler konularında olduğu gibi, belirgin olmayan ve sürekli değişen çizgi izlediler. Kırmızı-Yeşil hükümetin neoliberalizme karşı inandırıcı konseptlerden ve seçeneklerden yoksun olması nedeniyle, ekonomi lobisinin baskısına boyun eğerek, hükümet pratiğini neoliberal çizgiye uydurdular. Ve böylece “Serbest Meslek Benzeri Bağımlı İşleri Engelleme Yasası” ekonominin desteklediği “Serbest Meslekleri Teşvik Etme Yasası”na dönüştürüldü.

Federal Almanya’da yaygın olan bir “küreselleşme histerisini” temel alan neoliberal hegomonya, 1998 Sonbaharından sonra da güçlenerek devam etti. Bu, istihdam yaratma “amacıyla” kurulan “Birlik” için de geçerlidir. 7 Aralık 1998 tarihinde oluşturulan “İstihdam, Meslek Eğitimi ve Rekabet Yetisi için Birlik”in adından, Kohl hükümeti ile Schröder hükümetinin farklı bir yol, ama aynı hedefi izledikleri anlaşılıyordu. Kuruluş belgesinde yer alan “Ulusal rekabet yetisinin geliştirilmesi, kamu bütçelerinin ıslah edilmesi ve istihdam dinamiğinin iyileştirilmesi, çalışmaların merkezini oluşturmaktadır” cümlesi asıl çizgiyi belirliyordu. Aynı 1996 Nisan’ında, başarısız olması nedeniyle tasfiye edilen “İstihdam için Birlik”te olduğu gibi, bu birliğin temelinde de “Almanya Anonim Şirketi”nin dünya piyasalarında ayakta kalabilmesi kaygısı yatmaktadır. Değişen sadece, düşük ücretli ülkelerle yarışa girerek ücretlerin düşürülmeye çalışılması yerine, o ülkeleri, eğitime, bilime ve (ekonomi çıkarına olan) bilimsel araştırmalara daha yüksek bütçelerin ayrıldığı bir “innovasyon yarışması” ile yenme girişimidir.

Sosyaldemokrasinin onyıllarca savuna geldiği sosyal partnerliğin yeniden kurulması söz konusu dahi değil, çünkü bu “Birlik” geniş kesimlerin dayanışma ve uzlaşmasına dayanmak yerine, Alman şirketlerinin yabancı rakipleri karşısında “başarılı” olabilmesi için atılması gereken adımları önplana çıkartmaktadır. Böyle olması da doğal, çünkü işsizlikten ve meslek eğitim yeri açığından asıl etkilenenler “Birlik” içerisinde temsil dahi edilmemektedirler.

Kırmızı-Yeşil hükümetin ekonomi ve sosyal politikadaki temel çizgisini, göstermelik mutabakat ve uzlaşma taraftarlığı ile hafifletilmeye çalışılan piyasa radikalizmi olarak karakterize edilebilir. Sonuç itibariyle Federal Hükümet elindeki bu olanakla, işsiz sayısında düşüşü gerçekleştirmek yerine, iş piyasasındaki krizi rekabetçi bir anlayışla “çözmeyi” ve toplumu bu çerçevede yeniden şekillendirmeyi tercih etmiştir.

İşsizlik oranlarındaki (cüzî sayılacak) düşüşün nedeni ise sadece konjöktürel ve demografik gelişmelerdir. Kırmızı-Yeşil hükümetin politikalarının bu düşüşte bir etkisi olmamıştır.

Sosyaldemokrat “Yeni Orta”nın programatik temeli

13 Haziran 1999 tarihinde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde Londra’da bir araya gelen Britanya Başbakanı Tony Blair ve Gerhard Schröder, kamuoyunda “Blair-Schröder-Paper” olarak tanınan konseptlerini açıklayarak, Avrupalı sosyaldemokratların izlemeleri gereken “yeni” rotayı sundular. Bu belge özellik Alman sosyal devleti için bir istihdam engeli ve gelecekteki toplumsal gelişme için bir riziko anlamını taşımaktadır: “İş bulmayı engelleyen bir sosyal güvenlik sistemi reformize edilmelidir. Çağdaş Sosyaldemokratlar, salt taleplerden oluşan güvenlik ağını, kişisel sorumluluğa sıçrama tahtası haline dönüştüreceklerdir” (Blair-Schröder-Paper). Kelimeler arasında aramaya gerek kalmadan “sosyal hamak” demagojisinin nasıl “Yeni Orta”nın sosyal politika anlayışını belirlediği bu açıklamadan görülebilir.

Blair ve Schröder’in savunduğu “aktive eden sosyal devlet” aslında bugüne kadar geçerli olan aktif sosyal devletin sonu anlamına gelmektedir. Örneğin yardıma muhtaç olanların (genelde sosyal güvenceden yoksun) sözde serbest mesleklere geçmelerinin teşvik edilmesinin program haline gelmesi ile, yardıma muhtaç olanların hızla sosyal yardım bütçelerinden ayrılmaları amaçlanmaktadır. Zaten sosyal ağın “tramplen” ya da “sıçrama tahtası” olarak adlandırılması, “Yeni Orta”nın düşüncelerinin ne denli vicdansız olduğunu göstermeye yetiyor:gerek trampleni, gerekse de sıçrama tahtasını ancak bedensel olarak sağlıklı olanlar kullanabilir.

Blair ve Schröder’in ortak konsepti, Alman Sosyaldemokrasisinin neoliberalizmin ideolojik çizgisini ve moda olan trendleri takip ettiğini gün yüzüne çıkarmıştır. Bu konsept, sosyal devlet yurttaşlarının özgüvenle haklarını talep etmelerini değil, yardıma muhtaç olanları giderek ağırlaşan yükümlülükler altına alan bir model öngörmektedir. Böylece sosyal politika, karşılıklılık ilişkisine indirgenmektedir. “Çalışmayan, hak etmez” anlayışı sermaye kârlarını katlayanlara değil, aşağılayıcı bir “iş bulmaya yardım etme” yaklaşımı ile baskı altındaki sosyal yardım alıcılarına uygulanıyor.

Alman faşizmi dönemindeki zorla çalıştırma deneyiminden hareketle 1945 yılından bu yana üzerinde toplumsal uzlaşı sağlanan Çalışma Özgürlüğü genel esası, Şansölye’nin (“Tembellik hakkı yoktur!”) ideolojik ön çalışması sonrasında, kırmızı-yeşil hükümetin “teşvik ve talep etme” sloganına dönüştü. Örneğin 1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren “İş Piyasasının Politik Enstrumanlarını Reform Yasası”, işsizlerin işyeri arama sürecinde ispat külfeti altına sokulması gibi sayısız kısıtlamayı öngörmektedir. Yapılan diğer kısıtlamalar sayesinde sosyal yardım alanlar belediyelerin gösterdiği işlerde (bahçe temizleme, bekçilik yapma vs.) zorla çalıştırılabiliyorlar.

Çalışanların ve yardıma muhtaç olanların sırtından bütçe konsolidasyonu

Oskar Lafontaine’in istifasından sonra eski Hessen Başbakanı Hans Eichel’in, ekonomiden ve Dünya Bankası’ndan gelen müsteşarlarıyla birlikte Maliye Bakanlığına getirilmesi, sosyal reformlardan uzaklaşıldığının bir diğer göstergesi oldu. Artık devlet borçlarının azaltılması, işsizlikle mücadelenin temel koşulu olarak anılmaya başlamıştı. Kırmızı-Yeşil hükümetin malî politikası “Federal Bütçenin Islah Yasası”nın yürürlüğe girmesiyle, sermaye şirketlerinin ve hissedarların güçlendirilmesine yönelik bir çizgiye oturtuldu.

Kabinenin 1999 Ağustos’unda kabul ettiği “Federal Hükümetin İstihdamı, Büyümeyi ve Sosyal Stabilizasyonu Güvence Altına Alma Programı”, eski hükümetin 25 Nisan 1996 tarihinde karar altına aldığı “Büyüme ve İstihdam Programı”ndan pek farklı değildi. Her iki programda sosyal alanda bütçe kısıtlamaları ve Federal düzeydeki giderlerin eyaletlere ve yerel yönetimlere bırakılmasını öngörmektedir. Maliye Bakanı Eichel’in bu bağlamda sarf ettiği “Bütçe konsolidasyonu, en iyi sosyal politikadır” sözü sadece “yarım doğrudur”: devlet borçlarının azaltılması zenginlerden alınacaklarla finanse edilseydi, adalet sağlanmış olurdu. Ancak “tasarruf” normal ve az gelirlilerde yapılıyor ve zenginlerin refahı teşvik edilip, toplumsal dayanışma azaltılıyorsa, bu sosyal devlet anlayışının siyasi temel esas olarak reddedilmesi anlamına gelir.

Kırmızı-Yeşil hükümetin vergi reformu: Zenginliğin aşağıdan yukarıya akışının modifize edilmesidir

SPD ve Yeşiller iktidarlarının ilk aylarında büyük şirketlerin (özellikle sigorta ve enerji sektöründe) vergi yükünü artırdıktan kısa bir süre sonra geri dönüşe geçtiler. 1998 öncesi muhalefet dönemlerinde sert bir şekilde eleştirdikleri vergi politikalarını – bir kaç nuans farkı dışında – aynen uygulamaya başladılar. Aileler için verilmiş ufak bir kaç ödüne rağmen vergi tavanının %53’den %42’ye toplam %11 düşürülmesi, vergi tabanında çok daha az indirim olması karşısında “adaletli” sayılamaz. Milyonerlere yılda 100.000.—Marktan (50.000.-- €) fazla vergi tasarrufu sağlanırken, ortalama gelire sahip ailelerin faydalanabildikleri vergi tasarrufu, artan fiyatlar karşısında cüzî tanımına dahi layık olamamaktadır. Zengin bir ailenin yaptığı vergi tasarrufuyla, ortalama ücrete tabi olan bir aile bir daire satın alabilir. Böyle bir vergi politikası adil olabilir mi?

Sermaye şirketlerine tanınan vergi tasarrufları ise astronomik düzeydedir. Örneğin çok uluslu şirketlerden bir çoğu 2001 yılında 1 Cent dahi vergi ödememişlerdir. Aralarından vergi ödeyenler ise, ödedikleri her 1.—Euro vergi için 10.—Euro sübvansiyon almışlardır. İşte Sosyaldemokrat ve Yeşillerden oluşan koalisyonun vergi ve sosyal politikaları bundan ibarettir.

Kırmızı-Yeşil, savaşa “Evet!” demenin önkoşulu oldu

1998 federal Parlamento seçimlerinden bu yana siyaset değişikliği olan çok az alan vardır. Bunların en önemlisi hiç kuşkusuz Dış ve Güvenlik Politikasındadır. Hümanizmin ve pasifizmin savunucuları olduklarını iddia ederek yola çıkan Yeşillerin dahil olduğu bu koalisyon, Alman dış politikasında olabilecek en büyük günahı işlemiştir. Kırmızı-Yeşil koalisyon, 1945 sonrasında Almanya’nın tekrar saldırgan bir askerî doktrini izlemesi için gereken ideolojik önçalışmayı tamamlamış ve Alman antifaşizminin tarihi mirası olan “Almanya’da bir daha savaş ve faşizm olmasın” şiarını terk etmişlerdir.

“Almanya’nın dış politikası barış politikasıdır!” esasını koalisyon protokolüne koyanlar, başta Şansölye Schröder ve Dışişleri Bakanı Joseph Fischer olmak üzere, bu esasa aykırı davranmak için “Auschwitz benzetmesi” gibi yalanlara başvurarak, Alman ordusunun mütemadiyen dünya çapında angaje olan bir müdahale ordusu haline dönüştürmektedirler. Federal Hükümetin 1998 – 2002 yılları arasında attığı “adımların” kısa bir dökümü dahi, SPD ve Yeşillerin gelecek rotasının nasıl olduğunu göz önüne sermektedir.

• Bu listenin başında kuşkusuz NATO’nun Yugoslavya’ya karşı açtığı savaşa katılmak gelmektedir. NATO-Savaşı BM onayı olmayan ve yürürlükteki Uluslararası Hukuk (BM Sözleşmesi 2.maddesi) ile Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası’na (26.madde) aykırı düşen bir saldırı savaşıdır. Federal Hükümet bu savaşa katılımıyla 78 günlük bombardıman sonucunda sayısız sivilin öldürülmesinin ve fabrikalar, okullar, hastahaneler, televizyon ve radyo istasyonları, köprüler v.s. gibi sivil yapıların yıkılmasının sorumluluğuna ortak olmuştur.

• Alman Anayasası’nın 87 a maddesi “Federasyon ülke savunması için ordu kurar” cümlesini içermektedir. Federal Hükümet Anayasa’nın bu maddesine iki anlamda aykırı davranmıştır. Birincisi, Federal Orduyu savunma haricindeki yurt dışı operasyonlarında kullanarak ve ikincisi, Federal Orduyu müdahale ordusu haline dönüştürerek. 1980’li yıllarda güvenlik politikalarını “yapısal saldırmazlık” temeline oturtan SPD ve Yeşiller, günümüzde “yapısal saldırı yetisinin” daha da geliştirilmesine çalışmaktadırlar.

• Yapısal saldırı yetisinin geliştirilmesi, Federal Ordunun savunma haricindeki görevler için silahlandırılması anlamına gelmektedir. Bu çerçevede son derece tartışmalı olan Eurofighter 2000 (30 milyar €), A400M uçakları, saldırı helikopteri Tiger (3 milyar €), NATO helikopteri NH-90 (3.5 milyar €) ve yeni zırhlı nakliyat araçlarının (4 milyar €) alınması kararlaştırılmıştır. Donanmaya yeni araçlar alınması için 6.5 milyar Euro ayrılmıştır. Araştırma, geliştirme ve satın alımı içeren silahlanma giderleri 2001 – 2015 yılları için 110 milyar Euro olarak tespit edilmiştir. Bu giderler için “savunma bütçesinde” önemli artışlar öngörülmektedir. Küresel çapta 2002 bazında silahlanma giderlerinin tahminen 960 milyar Euro civarında olduğu düşünülürse, Federal Hükümetin öngördüğü silahlanma harcamalarının ne denli yüksek olduğu anlaşılır.

• Kırmızı-Yeşil hükümetin dış ve güvenlik politikasındaki bir diğer hassas konu silah ihracatıdır. Bu konuyla ilgili olarak koalisyon protokolünde “saydamlık yükümlülüğü ve olası silah alıcı ülkelerdeki insan hakları durumu, silah satışının en önemli kriterleridir” cümlesi yer almaktadır. Bu cümle Ocak 2000’de hükümet kararı ile “Silah İhracatı Yönetmeliği”ne yerleştirildi. Ancak 6 Haziran 2002 tarihinde Demokratik Sosyalizm Partisi’nin (PDS) Federal Parlamentoda yaptığı bir Briefing toplantısında, bu kurala hiç uyulmadığı ortaya çıktı. Davet edilen uzmanlar, Federal Hükümetin silah ihracatı izinlerini verirken son derece lakâyt davranmasını ve insan hakları sorusunun hiç dikkate alımamasını eleştirdiler. Kamuoyunda hayli dikkat çeken bu eleştirilere rağmen Federal Hükümet uygulamalarından vaz geçmedi ve silah ihracatının artışına olanak verdi. İhracat izni talep edilen dilekçelerin cirosunun 10 milyon DM olması, verilen izinlerin 5.6 milyar DM’lık cirosu karşısında kayda değer bile olamamaktadır.

• 1998 yılında yapılan koalisyon protokolü “AGİT’in barışçıl arabuluculuğunun güçlendirilmesini ve bunun için gerekli girişimlerde bulunulmasını” öngörüyordu. Kırmızı-Yeşil hükümet ise bunun tam tersini yapmakta. Hükümet AB’nin bir “Savunma Birliği” haline dönüştürülmesi için olanca gücüyle uğraş verdi. 1999 Haziran başında Köln’de toplanan AB Zirvesi Almanya’nın bastırmasıyla 60.000 kişilik bir müdahale ordusunun kurulmasını kararlaştırdı. 20 Kasım 2000 tarihinde Brüksel’de toplanan AB Dışişleri ve Savunma Bakanları 15 üye ülkenin bu orduya ne kadar personel katacağını kararlaştırdı. Berlin 20.000 asker katacağı sözünü verdi.

• Federal Hükümet 16 Kasım 2001 tarihinde parlamentodan ordunun yurt dışına gönderilmesi için “Savaş Yetkisi” (Kriegsermächtigung) aldı. Şu anda Alman askerleri Afrika kıyısında (Somaliya açıkları), ABD (Florida), Bahreyn, Bosna, Gürcistan, Kenya, Kuveyt, Makedonya, Türkiye, Usbekistan ile Arap denizi ve Akdeniz’de konuşlandırılmış durumda. ISAF komutası çerçevesinde Afganistan’da görev yapanlar da unutulmamalı tabii.

SPD ve Yeşiller, politikaları ile Uluslararası Hukuka ve kendi Anayasa’larına ters düşen savaş fiillerine katılmayı “olağan” hale getirmişlerdir. 80’li yıllarda parlamento dışı muhalefetin ve barış hareketinin verdiği mücadeleler sonucunda barış konusunda elde edilen tüm toplumsal uzlaşılar Kırmızı-Yeşil hükümet tarafından tarihin çöplüğüne atılmaktadır. 1998 yılında açıklanan “Barış Politikası” bu sayede “Mütemadiyen Savaş ve Saldırı Politikası” haline gelmiştir.

SPD ve Yeşiller göç politikasındaki gelişmenin önünü tıkadılar

1998 seçimlerinin sonuçlarına en çok sevinen toplumsal grup, göçmenlerdi. “Alman olmayanlar” Kohl hükümetinin alaşağı edilmesiyle onyıllardır süregelen ayırımcı ve dışlayıcı “Yabancılar Politikası”nın nihâyet sona ereceğini ve yeni yasaların toplumsal gerçeklere uyarlanarak, çeşitli reformlarla barışçıl ve eşit bir geleceğin önünün açılacağını ummaktaydılar. Ne de olsa SPD ve Yeşiller 16 yıllık Kohl döneminde hep bu yönde adım atacaklarını, kurultay kararları ile güçlendirerek, açıklamışlardı.

Ancak bu umutların da sönmesi pek uzun süre almadı. Şubat 1999’da Hessen eyaletinde Hıristiyan Demokratların ırkçı bir kampanya ile hükümeti ele geçirmesi, Schröder ve ekibini ürküterek geri adım atmalarına neden oldu. Alman Reich’ı döneminden beri yürürlükte olan “kana” dayalı vatandaşlık yasasının değiştirilmesi tam anlamı ile bir fiyaskoya dönüştü.

Federal Hükümet koalisyon protokolüne “ülkemiz geriye dönüşü olmayan bir göç süreci yaşamıştır” cümlesini yazarak, Federal Almanya’nın resmen bir göç ülkesi olma gerçeğini tanımasına rağmen, göç ülkesi olmanın gereklerini çoğunluk toplumu arasında yaygın olan ksenofobil ve yabancı düşmanı duygulardan etkilenerek, yerine getirmemiştir. “İmparatorluk ve Vatandaşlık Yasası”nın (RuStAG) yerine doğum ile vatandaşlığın tanınması gibi çağdaş maddelerin yer aldığı yeni “Vatandaşlık Yasası”nın konulması bu gerçeği değiştirmemektedir. Tam aksine yeni yasa özünde geçmiş dönemlerin ayırımcı ve dışlayıcı yabancılar politikasının özelliklerini içermektedir. Örneğin yıllardır savunulagelen “çifte vatandaşlık” talebini tamamen reddeden yeni “Vatandaşlık Yasası” idarî yönetimlere, vatandaşlığa başvuran göçmenleri keyfîen reddetme salahiyeti tanımaktadır. Bu nedenle başörtüsü takan bir Türkiyeli kadının vatandaşlık başvurusu “islamist” olabileceği gerekçesiyle, bir Kürdün başvurusu ise “PKK sempatizanı” olabilir gerekçesiyle reddedilmiştir. Yasasın yürülüğe girmesinden bu yana bunlara benzer sayısız örnek kayıtlara geçmiştir.

Aslında bu örnekler pek önemli değildir. Önemli olan kırmızı-yeşil koalisyonun göçmenler politikasında onyıllardır süregelen anlayışa teslim olmalarıdır. Yapılan bir takım “kozmetik rütuşlar” bu gerçeği değiştirmemektedir. İçişleri Bakanlığı’nı “siyah şerif Kanther”den teslim alan Otto Schily, göreve başlamasıyla Federal Cumhuriyetin “kırmızı şerifi” olduğunu kanıtlamıştır.

Schily neredeyse her gün, Federal Hükümetin içpolitikasının “göçü sınırlayan”, “olası suçlara karşı savunma oluşturan”, “sınır dışı işlemlerini hızlandıran”, “mültecilerin sayısını azaltan” ve “Alman halkının ‘haklı’ kaygılarını anlayan” bir politika olduğunu savunarak, muhafazakâr CDU/CSU ile yarışmaktadır. “Suçlu yabancılar dışarı!” diyen Şansölye Schröder, İçişleri Bakanı’na istediği gibi davranma serbestisi tanımıştır.

2002 Nisan’ında karar altına alınan ve 1 Ocak 2003’de yürürlüğe girecek olan “Göç Yasası”da aynı siyasî çizginin bir sonucudur. Her ne kadar Yeşiller bu yasayı “göç ve entegrasyon politikasında en önemli adım” olarak tanıtsalarda, yasa genel olarak dışlayıcı ve asimilasyonist bir öz taşımaktadır.

Sözde “Göç Yasası”nın gerekçesinde “Federal Almanya’ya yönelik olan göçün sınırlandırılması gereklidir” cümlesi yer almakta ve yasanın genelini belirlemektedir. Yasa göçmenleri hâla “işgücü” seviyesinde görerek, göçten kaynaklanan sorunlara çözüm yerine “Entegrasyon” başlığı altında “asimilasyon” dayatmaktadır.

1955 yılından bu yana geçen 47 yıllık göç süreci içerisinde sahiden de en ileri adım olarak nitelendirilebilecek olan bu yasa, göçten kaynaklanan sorunların temelinde sadece göçmeleri görmekte ve “çözüm” yollarını “iş piyasasının ihtiyaçları” çerçevesine oturtmaktadır. Kırmızı-Yeşil hükümet, aynı önceki hükümetler gibi, göçmenlere ihtiyaca göre kullanılmak üzere hazır tutulan ve manipülasyona açık bir kitle olarak davranmaktadır.

Federal Almanya’da yaşayan göçmen ve göçmen kökenli Alman vatandaşları için büyük umutlar taşıyan hükümet değişikliği, çoğunluk toplumunun ksenofobil ve latent ırkçı duygularına teslim olması nedeniyle “politikada devamlılık”a dönüşmüştür. Kırmızı-Yeşil koalisyon, bu alandaki politikalarıyla Federal Almanya’da sürdürülen göç ve demokratikleşme çabalarının on yıl daha geriye gitmesine neden olmuştur. Kohl hükümeti döneminde savundukları “Yerleşim Hakkı”, “Yerel seçimlere katılma hakkı” ve “Mülteci haklarının iyileştirilmesi” gibi talepler, değil gerçekleşmek, tartışılmaya dahi layık görülmemektedirler. Adalet, eşitlik ve demokratikleşme sorunu olarak görülmesi gereken göç politikası, neoliberal “Mainstream” çerçervesinde, iş piyasasında ve sosyal ve demokratik haklarda budama yapmanın gerekçesi olarak görülmeye devam etmekte ve çoğunluk toplumundaki ırkçı yaklaşımları körüklemektedir. Irkçılığın panzehirinin demokrasi olduğunu yıllarca savunan SPD ve Yeşiller böylelikle artan ırkçılığın sorumluluğuna ortak olmaktadırlar.

Kırmızı-Yeşil hükümet sınıfta kaldı!

Sonuç olarak bu hükümetin – seçimler öncesinde verdiği vaatler baz alındığında – karnesinin zayıflarla dolu olduğu söylenmelidir. Diğer siyaset alanlarının ele alınmadığı bu kısa bilanço, SPD ve Yeşillerin “sınıfta kalması” için yeterlidir. Hükümetin bu bilançosu Avrupa’daki yeni bir gerçeği de gün yüzüne çıkarmaktadır: artık neoliberalizmin yeni renkleri kırmızı ve yeşildir!

Bu nedenle, seçilirlerse politikalarına devam edeceklerini söyleyen SPD ve Yeşiller, sosyal devletten, barıştan, adalet, eşitlik ve demokrasiden yana olanların seçebileceği bir hükümet olabilme konumunu kaybetmişlerdir. Bu satırların – Alman vatandaşı olan – yazarı da oyunu bu hükümete vermeyecektir.

CDU/CSU’nun Şansölye adayı olan Edmund Stoiber’in seçimi kazanma olasılığı da bu kararımı değiştirmeyecek. Çünkü bence sorun ne Schröder ne de Stoiber’dir. Asıl sorun, neoliberalizmin saldırılarına direnebilen, savaş karşıtı, eşitlikçi, demokratik devlet savunucusu etkili bir toplumsal muhalefetin oluşturulabilmesidir. Buna destek sağlayabilecek, parlamentoda toplumsal muhalefetin ve demokratik güçlerin sesine yer verebilecek, emekten yana sol bir partinin Federal Parlamentoya girebilmesi, hem bu açıdan, hem de Stoiber’in başını çekeceği muhafazakâr – liberal bir koalisyonun engellenmesi açısından ayrı bir önem taşımaktadır. Bu parti de şimdilik – beğenilsin, beğenilmesin – Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) olarak gözükmektedir.