Analiz:

Almanya Savaşa Katılmak İstemiyor mu?

Hükümranlığını elde eden Almanya Federal Cumhuriyeti’nin savaş politikaları üzerine

Murat Çakır

15 Şubat 2003 dünya barış hareketleri tarihine unutulmayacak izlerle kazındı. Şubat ayazına aldırmayan milyonlarca insan Avrupa’da ve dünyanın diğer önemli merkezlerinde ABD hegemonyasına ve hazırlıkları tamamlanmış olan Irak savaşına ‘hayır’ dedi. Federal Alman medyası, sadece Berlin’de 500 bin insanın sokağa dökülmesini, iç ve dış politik arenada hayli sıkışmış olan Federal Şansölye’yi rahatlattığı yorumunu yaptılar. Evet, 22 Eylül 2002 seçimleri arifesinde “barışsever”liğini keşfeden kırmızı – yeşil hükümet için 15 Şubat 2003 Cumartesi günü işlerine gelen bir gün oldu.

Ancak, özellikle Almanya’daki eylemlere katılanların önemli bir bölümü “Bush – Blair Şer Eksenini” lanetlerken, aynı anda Schröder – Fischer ikilisinin kaypak çizgilerini de eleştirmekteydi. İşin aslı – Alman medyası ne derse desin – Federal Hükümet de Alman barış hareketinin eleştirilerinden haklı payını aldı.

Çünkü Alman barış hareketi, Schröder – Fischer ikilisinin gerçek amaçlarının ne olduğunu kavramakta gecikmedi. Schröder Federal Parlamento seçimleri öncesinde Goslar şehir meydanında yaptığı ünlü konuşma ile ustaca Almanya toplumu arasında yaygın olan savaş karşıtlığını “oy”a dönüştürebilmişti. Almanya toplumunun büyük bir bölümünün Irak savaşına karşı çıkmasının ardında iki temel neden yatmakta; birincisi, her iki dünya savaşının derin travmatik deneyimlerinin Almanya toplumunda her türlü savaşa karşı çıkma arzusunun kökleşmiş olmasıdır. İkincisi ise, savaş taraftarlarının gerekçelerine – savaşın petrol için verilmek istendiği apaçık ortada olduğundan – inanılmamasıdır. Toplumdaki bu tutum Schröder ve Fischer ikilisinin temsil ettiği politikaya (şimdilik) uygun olmakla birlikte, bu ikilinin güttüğü hedeflerle taban tabana zıttır.

Federal Hükümetin Bush yönetimine karşı olan eleştirileri, Körfez bölgesinde kendi hedeflerini göz önünde tutan Alman emperyalizminin çıkarları ile birebir bağlantılıdır. Schröder ve Fischer Bush’a karşı çıkarken, seleflerinin dış politikalarını aynen uygulamaya devam etmektedirler. Eski Şansölye Helmut Kohl ve FDP’li Dışişleri Bakanları Hans Dietrich Genscher ile Klaus Kinkel’de iki Almanya’nın “birleşmesi”nden ve soğuk savaşın bitiminden sonra, birleşik Almanya’nın dünya arenasında yeniden güçlü bir rol üstlenmesini arzuluyorlardı.

Bu arzunun gerçekleştirilebilmesinin ön koşulu ise, uluslararası alanda askerî müdahalede bulunma ve savaş verme yetisinin kazanılmasıdır. Kırmızı – yeşil hükümetin dış ve güvenlik politikalarının kısa bir bilançosu, son dört yılda, onaltı yıllık Kohl döneminden çok daha fazlasının gerçekleştirildiğini göstermektedir. Schröder ve Fischer Hükümeti, askerî şiddeti yeniden Alman dış politikasının olağan bir aracı haline getirmiştir.

“Askerî Tabunun” yıkılması

Şansölye Schröder, Federal Parlamento seçimleri öncesinde yapılan bir söyleşide, hükümetinin “askerî tabuyu” yıktığını söyleyerek, Alman ordusunun uluslararası alandaki operasyonları için harcanan paranın iktidara geldiğinden beri on kat arttığını ve ABD haricinde ülke dışına en çok asker gönderen ülkenin Almanya olduğunu böbürlenerek anlatıyordu.

Gerçekten de Alman ordusu son dört yılda iki savaşa – 1999 yılında NATO’nun Yugoslavya’ya saldırısına ve 2001’de Afganistan savaşına – katıldı. Şu anda Alman askerleri 16 ülke ve bölgede (Bosna, Kosova, Makedonya, Gürcistan, Afganistan, Ubekistan, Türkiye, Kuveyt, Bahreyn, Cibuti, Kenya, Güney Afrika kıyısı, Arap Denizi, Akdeniz, İtalya ve ABD) görev yapmaktadırlar. Türkiye, İtalya ve ABD dışındaki ülkeler, NATO bölgesi değildir.

Kırmızı – yeşil hükümet, Alman ordusunda doksanlı yıllarda başlatılan değişimi hızlandırmıştır. Anayasa’ya göre hükümranlık bölgesine karşı girişilecek olan saldırılardan ülkeyi koruma görevi olan bir savunma ordusu, artık dünyanın her köşesinde operasyona girişme yetisine sahip uluslararası bir müdahale ordusuna dönüşmüştür.

Almanya’nın çıkarlarının “gerektiğinde Hindukuş dağlarında dahi savunulması gerektiğini” söyleyen SPD’li Savunma Bakanı Peter Struck Eylül 2002’de, Savunma Bakanlığı’na danışmanlık görevi yapan Federal Ordu İnspektörüne silahlı kuvvetlerin operasyın komutasını vererek, 1945’den bu yana “demokrasiye ters düştüğü” gerekçesiyle kullanılmayan Genelkurmay Başkanlığı makamını yeniden oluşturdu. Bu adım muhafazakâr medyada “Federal Ordu’nun profesyonelleştirilmesi ve statik bir yurt savunma örgütünün dış ve güvenlik politikalarının dinamik enstrümanına dönüştürülmesinin bir adımı” olarak değerlendirildi.

Savunma Bakanlığı kırmızı – yeşil hükümet döneminde 2001 – 2015 yılları arasında tahmini gideri 110 milyar Euro’yu aşacak hızlı bir silahlanma programı başlattı. Bu program, deniz aşırı bölgelere birlik ve mühimmat taşıyabilecek olan A 400 M yük uçağının yapımını ve Federal Ordu’ya uzun menzillerde nokta vuruşu yapabilme yetisi sağlayacak Taurus ve Polyphem roketleri ile Taifun adlı robot uçakların geliştirilmesini içermekte. Eylül 2002 Parlamento Seçimleri sonrasında Savunma Bakanlığı’nın bütçe artırımı istemesi, 110 milyar Euro olan tahmini giderlerin çok daha fazla olacağını şimdiden göstermekte.

Schröder – Fischer hükümeti gerçek amaçlarını gizlemeyi ve “ulvî” nedenler ile gerekçelendirmeyi, muhafazakâr seleflerinden kat be kat daha iyi becerebildiğini defalarca ispatladı. Askerî girişimlerini duruma göre ‘katliam önlemek’, ‘barışı sağlamak’ veya ‘terörizmle mücadele etmek’ ile gerekçelendiren hükümetin yeşil Dışişleri Bakanı, 1999 yılında Belgrad’ın bombalanmasını Alman antifaşizminin tarihsel sorumluluğu olarak nitelendirmişti. İlginçtir, aynı adımı bu hükümet değil de, muhafazakâr bir hükümet atsa idi, şüphesiz çok yoğun bir direniş işe karşılaşılırdı.

“Birleşme” öncesinde Alman dış politikaları

Kırmızı – yeşil koalisyon dış politikada kendilerinden önceki muhafazakâr – liberal hükümetin uyguladığı içerikleri aynen devam ettirdi. Son gelişmeler daha geniş bir tarihsel çerçeve içerisinde ele alınırsa, bir kırmızı iplik misali baştan bugüne devam eden bir siyasî mantık daha iyi görülebilir.

Alman dış politikası İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bir yandan ABD ile olan sıkı işbirliği, diğer yandan da Avrupa bütünleşmesi tarafından belirlenmekte olan dar bir çerçeve içerisinde yürütülmekteydi. Alman elitleri, soğuk savaşın cephe hattında olunması nedeniyle, ABD’nin askerî koruması altında durulmasını bir zorunluluk olarak görmekte ve ABD’nin NATO içerisindeki dominant rolünü onaylamaktaydılar.

Ama aynı anda hızla gelişen Alman ekonomisi Avrupa piyasalarına engelsiz girebilme arzusunu dile getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki ekonomik ve siyasî izolasyon her halükârda engellenmeliydi. Bu nedenle Alman siyasetinin tüm temsilcileri Avrupa bütünleşmesi konusunda hemfikirdiler.

Almanya bu çerçevede dünya politikasının önemli bir faktörü haline geldi. Federal Şansölyeler ve Dışişleri Bakanları, dünyanın en ücra bölgelerine dahi gidiyor, ilişkiler geliştirip, ticaret antlaşmaları yaparak Alman ekonomisinin hammaddelere, ihracat pazarlarına ve yeni üretim mevkiilerine ulaşmasını sağlıyorlardı.

Ancak Almanya’nın, diğer büyük sanayi ülkelerine nazaran, hedeflerini askerî şiddet baskısı veya tehditi ile güçlendirme şansı yoktu. Bu nedenle Alman dış politikası ekonomik baskılar ile yetinerek, barışçıl bir çehre takınmıştı. Dış politika artık hem Batı ve Doğu, hem demokratik, hem de baskıcı – diktatör rejimler ile ekonomik işbirliği sağlayabilecek elastikilikle yürütülmekteydi. Gene de, ABD’nin gölgesinde angaje olan Alman dış politikası, büyük koruyucu ile çatışmamaya özen gösteriyordu.

Bu dönemin esnek Alman dış politikasına uygun en iyi tanım, uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapan FDP’li Hans Dietrich Genscher’in adından uyarlanan “Genscherizm”dir. “Genscherizm” Alman tekellerinin müthiş kârlar yapmasına olanak sağladı. Ve Almanya – nüfusuna oranla – dünyanın en büyük ihracat ülkesi haline geldi.

Alman dış politikasının bu özel şekli siyaseten pasifist yaklaşımlar sergilemekteydi. Savaş sonrasının “Nie wieder Krieg! – Hiç bir zaman savaş olmasın!” parolası, muhfazakâr çevreler arasında dahi kabul görmekteydi. Bu nedenle – Federal Anayasa Mahkemesi’nin 1994 yılında yaptığı tespite kadar – Federal Ordu’nun NATO bölgesi dışına gönderilmeme ilkesi genel kabul görmekteydi.

“Birleşme” sonrasında ...

Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve iki Alman devletinin “birleşmesi” ile Alman dış politikasının çerçevesi aniden değişti. Ülke, ekonomik ağırlığını artırdı, mutlak hükümranlığını elde etti ve Batı Avrupa sınırından Avrupa merkezine oturdu. NATO soğuk savaşın bitimiyle varlık nedenini kaybetti ve küreselleşen piyasalarda artan rekabet, ABD ile olan yarışı hızlandırdı.

Kohl – Genscher hükümeti bu yeni koşullara, ABD’nin ekonomik, siyasal ve askerî öncü rolünü aşmayı hedefleyen yeni yönelimli bir dış politika ile yanıt verdi. Kohl hükümeti buna rağmen, güçlü rakibi ile açık çatışmaya girmemeye özen gösterdi.

Bu özenin hem iç, hem de dış politik nedenleri vardı. ABD ile olan transatlantik birlik, 1871’lerden bu yana kurulan en uzun ömürlü Alman devletinin istikrarının en önemli temelini oluşturmaktaydı. ABD ile girişilecek açık çatışma bu istikrarı tehlikeye sokardı. Diğer taraftan “birleşik” Almanya, ABD’ye açıktan kafa tutabilecek ekonomik ve askerî güce daha erişmemişti.

Gerçi resmî söylemde ABD ve Almanya arasındaki çelişkilerden hiç bahsedilmiyordu, ancak kullanılan terminolojide “eşitlik talepleri” önplana çıkmaktaydı. Zaman içerisinde ABD üzerine yapılan tartışmalarda hegemonyal veya süper güç tanımları Alman siyasî terminolojisine yerleştirildi.Yeniden kazanılan özgüven sayesinde Almanya dış politikadaki özgürlüğünü kullanmaya başladı.

1991 yılında Genscher bu özgürlüğün sınırlarını, Alman emperyalizminin geleneksel etki alanı olan Balkanlar’da zorlamaya başladı. Almanya, uluslararası alandaki direnişe rağmen Hırvatistan ve Slovenya’yı resmen tanıyarak, Yugoslavya’nın kanlı bölünme sürecini başlattı.

Ancak, güç gösterisi olarak düşünülen bu adım ters tepmekte gecikmedi. Fransa ve Britanya hükümetleri bu adımın kendi çıkarları ile ters düştüğünü görerek, “Büyük Almanya” hayallerine tepki gösterdiler. Başlangıçta Hırvatistan’ın tanınması konusunda çekimser davranan ABD hükümeti ise inisyatifi ele geçirerek, Zagreb ile birlikte çalışmaya ve Bosna’ya da bağımsızlık istemeye başladı. Bu politikanın yol açtığı Bosna ve Kosova savaşı aynı zamanda Avrupa hükümetlerinin ortak politika uygulamadaki beceriksizliklerinin ve ABD’ye askerî açıdan ne denli bağımlı olduklarının bir göstergesi oldu.

Bu gelişmeler sonucunda Alman dış politikası Balkanlar’daki yeniden yapılanmada söz sahibi kalabilmek için askerî operasyonlara katılmaya konsantre oldu. Federal Ordu savaş sırasındaki askerî operasyonlara belirleyici olarak katılmasa da, sonraki “barış sürecinde” belirleyici rol oynamaya başladı. Almanya bu “barış misyonu” ile Bosna, Kosova ve Makedonya’daki bütün önemli siyasî ve ekonomik kararları derinden etkileme gücüne kavuştu.

Balkanlar’daki bu deneyimler Alman dış politikasının, ABD hegemonyasına karşı direnişin ancak AB çerçevesinde başarıya ulaşabileceği tespitini yapmasına neden oldu. Her fırsatta bu gerçeğin altını çizen Şansölye Kohl, iki Almanya’nın “birleşmesini” sağladıktan sonra, yaşamındaki en önemli görevin Avrupa’nın bütünleşmesi olduğunu vurguluyordu.

Nihayet, 1992 yılında Avrupa’lı devlet ve hükümet başkanları Maastricht Antlaşması’nı imzaladılar. Almanya ve Fransa’nın ortak girişimiyle oluşan bu birlik, ABD’ye en önemli alanlarda rakip oluyordu. Ve ABD Doları, ortak Avrupa parabirimi Euro ile ilk ciddî rakibiyle tanışıyordu. Maastricht Antlaşması ortak para birimi dışında Avrupa’nın, ortak dış politika geliştirip, kendi silahlı kuvvetlerini oluşturarak ABD ile siyaseten aynı düzeye gelmesini öngörüyor ve AB’nin bütün Doğu Avrupa’ya genişlemesini hedefliyordu.

“Savunma Siyaseti Yönergesi”

Kohl hükümeti aynı yıl yeni bir “Savunma Siyaseti Yönergesi”ni (Alm. Verteidigungspolitische Richtlinien) karar altına aldı. 26 Kasım 1992 tarihinde Federal Kabine’de sadece imzaya açılarak, yani üzerinde tartışma olmadan kabul edilen bu yönerge Alman dış politikası ve savunma siyaseti için bağlayıcı oldu. Almanya’nın bugünkü dış politikasının gerekçelerini anlayabilmek için bu yönergeye kısaca bakmak yeterli olacaktır.

“Savunma Siyaseti Yönergesi” ortaya çıkan yeni durum nedeniyle Almanya’nın yeni stratejik ufuklar ışığında Avrupa’da ve Avrupa için oynayacağı rolü belirlemek için kaleme alındı. Almanya’nın gelecekteki dış politikası ve güvenlik siyaseti için bağlayıcı olan yönerge, Federal Ordu’yu Almanya Federal Cumhuriyeti tarihinde ilk kez “Almanya’nın ekonomik ve siyasî çıkarlarının gerçekleştirilmesinde bir araç” olarak tanımlamaktadır. Bu “arac”ın aslî görevleri de şöyle sıralanmakta (kısaltılmış olarak):

“(...) Almanya’nın bütünlüğünü ve istikrarını tehdit edebilecek kriz ve çatışmaların önlenmesi, azaltılması ve bitirilmesi; Avrupa ve Kuzey Amerika arasında ‘eşitler arası ortaklığın’ gerçekleştirilmesi; Kuzey Atlantik İttifakı’nın reformu; Birbiriyle uyumlu organizasyonların küresel ve bölgesel alanda etkin güvenlik yapısının geliştirilmesi; adil bir dünya ekonomik düzeni çerçevesine serbest dünya ticaretinin ve dünya piyasaları ile hammadde pazarlarına serbest girişin güvence altına alınması ve dünya çapındaki siyasî, ekonomik, askerî ve ekolojik istikrarın teşvik edilip, güvence altına alınması.” (Bkz. Verteidigungspolitische Richtlinien, Bundesministerium der Verteidigung, 26.November 1992)

Yönergeyi kaleme alan kişi, savaşın ve askerî operasyonların “siyasetin klasik araçları” olduğunu söyleyen Federal Ordu İnspektörü General Klaus Naumann’dı. Avrupa’nın artık “küresel aktör” olarak etkinleşmesi gerektiğini vurgulayan Naumann, yönergenin parametreleri olarak “genişletilmiş güvenlik anlayışı”, ortak güvenlik”, “uluslararası güvenlik kültürü”, “istikrar yönelimi”, “kooperasyon” ve “kollektif savunma” kavramlarını yerleştirdi.

1992 yılında Genscher’den görevi devralan FDP’li Klaus Kinkel Almanya’nın yeni dış politikasının “geleceğimizi garanti altına almak için dünya pazarlarındaki konumumuzu koruma” ilkesine dayandığını vurgulayarak, Almanya’nın Doğu Avrupa’daki öncü rolüne dikkat çekiyordu: “Konumumuz, büyüklüğümüz ve Orta ve Doğu Avrupa ile olan geleneksel ilişkilerimiz nedeniyle, bu ülkelerin Avrupa’ya geri dönüşlerinden en fazla kârı elde etmek bizim hakkımızdır.” (Bkz. Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi)

SPD ve Yeşillerin dış politikası

Böylece Kohl hükümetinin doksanlı yılların devinimlerinin desteği ile geliştirdiği yaklaşımlar, Almanya’nın yeni dış politikası için bağlayıcı hükümlere dönüşmekteydi. Şansölye Schröder ve yeşil Dışişleri Bakanı Fischer politikalarını seleflerininkilere kesintisiz bağladılar. Her ikisi de 1998 seçimlerinin arifesinde “dış politikanın aynı çizgide devam edeceğini” söylüyor ve seçimler ile resmen hükümet olma süreci arasında, SPD ve Yeşiller Parlamento Grupları Yugoslavya savaşını onaylıyorlardı. Toplumda ve kendi sıralarında geniş muhalefetle karşılaşan bu savaş kararını onaylamak, her iki parti içinde iktidara gelmenin diyeti anlamını taşımaktaydı.

İktidara gelişlerinin ilk günlerinde Fischer ve dönemin Savunma Bakanı Rudolph Scharping (SPD), Yugoslavya’ya karşı verilen savaşın haklılığını savunmaya başladılar. Özellikle ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright ile sıkı işbirliğine giren Fischer, Rambouillet Konferansı’nın, Belgrad hükümetine kabul edilemeyecek bir ultimatom vermesi nedeniyle savaş gerekçesi haline dönüşmesinde önemli rol oynadı. Rambouillet Konferansı, önceleri “terörist” olarak nitelenen Arnavut UÇK örgütünü bir NATO ortağı seviyesine getirdi. Ardından çıkan savaşta Federal Ordu salt lojistik destek sağlamakla kalmayarak, Tornado uçakları ile tarihinde ilk kez ülke savunması haricindeki saldırı operasyonlarına katılıyordu.

Schröder ve Fischer ikilisi aynı girişkenliği Avrupa silahlı kuvvetlerinin oluşturulmasında da gösterdiler. Bu girişkenlik sonucunda Haziran 1999’da Köln’de yapılan AB Zirvesi 50 – 60 bin kişilik “Euro Korps” olarak adlandırılan bir Avrupa ordusunun kurulmasını kararlaştırdı. Bununla birlikte Federal Ordu’nun “yeni görevlere uygun hale getirilmesi” için gereken tüm adımları attılar. 2000 yılının Kasım ayında Federal Ordu İnspektörü görevine getirilen General Harald Kujat, görevi devralırken yaptığı konuşmada, atılan adımların amacını şöyle açıklıyordu: “Almanya, konumuna, çıkarlarına ve Avrupa’nın göbeğinde yaşayan 80 milyonluk nüfusunun ağırlığına uygun olarak Avrupa ve dünyada özel bir rol oynamak istiyorsa, ordusunu büyüklük, teçhizat ve yetenekler açısından gerekli olan duruma getirmek zorundadır.”

11 Eylül saldırılarından sonra ise Almanya’nın askerî gelişimi yeni bir boyut kazandı. Schröder’in ABD’ye verdiği “sınırsız dayanışma” sözü çerçevesinde Afganistan, Kuzeydoğu Afrika ve Körfez’de – daha bir yıl öncesine kadar hayal edilemeyecek sayıda – Alman askeri konuşlandırıldı. Halen Federal Ordu’nun özel timleri Amerikalı meslektaşları ile birlikte Afganistan’da sürdürdükleri son derece gizli operasyonlarla Taliban ve El Kaide üyelerini “avlıyorlar”. Nedense Federal Parlamento’da bu gizli operasyonların, meşruluğu bir yana, amacı ve gidişatı üzerine soru önergesi vermeyi hiç kimse akıl edemiyor.

ABD ile açık çatışma

Zaten ciddiyeti son derece şüpheli olan “ABD ile dayanışma” sözleri kısa bir zaman sonra fos çıktı. ABD’nin müttefiklerini, BM gibi uluslararası kurumları ve uluslararası hukuk normlarını hiçe sayarak harekete geçişi, Berlin’de Alman çıkarlarının zedeleneceği kaygısını geliştirdi. ABD’nin, Saddam Hüseyin rejimini bir preventif savaşla yok etme tehditi, ABD ve Almanya arasındaki çelişkileri kamufle edilemeyecek şekilde gün yüzüne çıkardı.

Bu çelişkiler göz önünde tutulduğunda, Schröder hükümetinin salt piyasa ve önemli enerji kaynaklarına ulaşım yollarını kaybetmekten kaygı duymadığını, aynı şekilde olası bir petrol krizi sonrasında zaten aşırı işsizlik ve borçlanma yükü altında bocalayan Avrupa ekonomilerinin daha da sarsılacağını ve ağır sosyal sorunların ortaya çıkacağı korkusunu taşıdığı görülmektedir. Federal Hükümetin, savaşla birlikte ortaya çıkacak mülteci akını ve sosyal sorunların bütün bölgeyi destabilize edeceğini bilmesi de işin cabasıdır.

Bunların yanısıra ABD’nin AB ülkelerini birbirine düşürme çabaları da çelişkileri derinleştirmekte. Sekiz Avrupa ülkesinin, Almanya ve Fransa’ya haber dahi vermeden kaleme aldıkları “ABD ile sonuna kadar beraberiz” mektubu, Bush yönetiminin çabalarının bir sonucuydu. Almanya ve Fransa ABD’nin bu hamlesine, AB üye ve aday ülkeleri üzerindeki ekonomik ve siyasî baskılarını artırarak yanıt verdiler. 18 Şubat 2003 tarihinde Brüksel’de, Almanya ve Fransa’nın girişimiyle toplanan AB Özel Zirvesinde de, mutabakat sağlanıp ortak açıklama yapılarak, bu baskıların meyvesi alındı. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın bu zirvede, İtalya, İspanya ve Büyük Britanya ile birlikte Bush’a “dayanışma mektubu” gönderen Polonya, Bulgaristan ve Romanya gibi AB aday ülkelerini çocuk azarlar gibi eleştirmesi, Almanya ve Fransa’nın, ABD’nin Avrupa’daki oyunlarından ne denli rahatsız olduklarını gösterdi.

Schröder – Fischer hükümeti savaş karşıtı değildir

Federal Hükümetin Irak konusunda takındığı tavır ve yaptığı bütün girişimler, ABD’nin Irak’a saldırısına savaş karşıtı olduğu için değil, kendi “emperyal” planlarına ve ekonomik – siyasal çıkarlarına ters düştüğü için karşı çıktığını göstermektedir. Schröder ve Fischer, kendi partilerinin tarihlerini ve geleneklerini şüphe götürmeyecek bir şekilde, doksanlı yıllardan bu yana geliştirilen dış politik planlar için kullanmaktadırlar.

Federal Anayasa ve BM Şartı dahil, tüm uluslararası hukuk, Irak’a karşı girişilecek bir savaşın hukuk dışı bir savaş olduğunu göstermekte. Federal Anayasa ve uluslararası hukuk, Federal Hükümeti çok açık bir şekilde, değil uluslararası hukuka aykırı olan bir savaşa karşı çıkmayı, böylesi bir savaşın hükümranlığı altındaki topraklarda ve kendi hava sahasında hazırlanmasını dahi yasaklamakla yükümlü kılmaktadır. Aynı şekilde NATO Sözleşmesi de – her ne kadar ince yorumlanırsa yorumlansın – bir saldırı savaşını gerekçelendirmemektedir.

Tüm bu gerçeklere rağmen Federal Hükümet, Alman topraklarının ve hava sahasının bir saldırı savaşının hazırlanması ve sürdürülmesi için kullanılmasına izin vermekle kalmıyor, bütün söylemlerinin aksine, Awacs uçaklarındaki Federal Ordu personelinin, Kuveyt’te ve Körfez’de konuşlandırılmış askerlerinin ve bölge denizlerindeki donanmasının savaşa dolaysız katılımı için gerekli tüm hazırlıkları tamamlıyor.

Federal Hükümetin 1992 yılından kalma “Savunma Siyaseti Yönergesi”ni yenileme kararı bu ışık çerçevesinde değerlendirilmelidir. Her ne kadar içeriği kamuoyuna tanıtılmamış olsa da, yeni yönergenin aynı hedefleri daha net belirleyeceği şimdiden kestirilebilir. Federal Savunma Bakanı Struck, hükümetinin politikaları için bağlayıcı olan ilkeyi şöyle açıklıyor: “Federal Ordu, Alman dış politikasının bir enstrümanıdır. Bu enstrüman, Almanya’nın uluslararası alandaki etkisini ve rolünü belirleyecektir.”

Evet, hedef belli: serbest dünya ticaretinin ve piyasalar ile hammadde pazarlarına serbest girişin güvence altına alınması için, küresel çapta belirleyici rol oynamak. Bunun için de savaş yeniden Alman dış politikasının vazgeçilmez bir aracı haline getiriliyor. Tarihin tekerrür ettiğinden olacak, gene Sosyaldemokrasi – bu kez liberalleşmiş Yeşiller’i yanına alarak – muhafazakârların yapamadığını becerecek. Sosyaldemokrat ve Yeşiller’in iktidara getirilmelerinin asıl bedeli bu olsa gerek.