|
Zannedersem EVRENSEL gazetesinde okudum. EMEP’li bir yönetici “Seçimlere iki parti katılıyor. Biri işbirlikçi gericiliğin ve sermayenin tarafı, diğeride emek, barış ve demokrasi taraftarları” tespitini yapmıştı. Gerçekten de bu tespite katılmamak mümkün değil. Emekten, barıştan ve demokrasiden yana olan güçler arasında umut yaratan “Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu” Türkiye solunun TİP deneyiminden bu yana önüne çıkan en önemli parlamenter fırsat olarak değerlendirilmelidir. Bloğun 3 Kasım seçimlerinde alacağı her başarı, savaş çığırtkanlarına, demokrasi düşmanlarına, IMF dayatmacılarına ve işbirlikçi gericiliğe karşı kazanılacak önemli bir mevzi olacaktır.
EMEP, HADEP ve SDP’nin bütün siyasî ve ideolojik farklılıklarına rağmen bu bloğun oluşması başlı başına bir başarıdır ve emek, barış ve demokrasi ekseninde verilen mücadeleye etkin bir ivme kazandıracağından, ÖDP ve SHP’nin blokta yer almamaları bu başarıyı küçümsetmemelidir. Kanımca bu bağlamda önemli olan salt 3 Kasım’a kadar değil, -hangi sonuç alınırsa alınsın- sonrasında da birlikteliği pekiştirmek ve kuşkusuz potansiyeli olan güçlü bir toplumsal muhalefeti yaratarak, sürekliliğini sağlamaktır. Bloğun güçlendirilmesi için verilen her özveri, her dayanışma ve her destek Türkiye halklarının hafızasına kazanacaktır. Aynı, anlaşılması güç gerekçeler ve alışılmış ayak oyunları ile son anda blokta yer almaktan kaçınılması gibi.
Bloğun Avrupa’daki etkisi
Avrupa’da yaşayan Türkiyeli göçmenler şüphesiz Türkiye’deki her gelişmeden öyle yada böyle etkilenmektedirler. Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde atılacak her adım bu nedenle Türkiyeliler üzerinde olumlu bir etki yaratacaktır. Bloğun oluşmasının ilk olumlu etkisi, Avrupa’da faaliyet gösteren bazı demokratik göçmen örgütlerinin ve siyasî grupların yakınlaşmasında görülmektedir. Görüldüğü kadarıyla demokratik örgütlenmeler ve bloğu oluşturan partilere yakın olan kişi ve gruplar 3 Kasım’a kadar çeşitli kampanyalar düzenleyecekler.
Ancak seçimlerden sonra ne olacak? Bence DİDF, GDF, YEKKOM gibi örgütlerin ve blok partilerine yakın olan grupların yanıtlaması gereken budur. Seçimlerden sonra, öncesinde olduğu gibi mi devam edilecek, yoksa birlikteliğin sürmesi ve güçlendirilmesi için adımlar mı atılacak? Yaşamlarının odak noktası haline gelmiş olan Avrupa’daki genel sorunlara, neoliberalizmin belirlediği sosyal ve ekonomi politikalarına, savaş hazırlıklarına, çoğunluk toplumlarında gelişen ırkçılığa, göçmenlikten kaynaklanan sorunların çözümüne, Türkiyeliler arasında yaygınlaşan şöven milliyetçi ve köktendinci yaklaşımlara ve böylesi örgütlerin güçlenmesine yönelik tavırları ne olacak?
Demokratik göçmen örgütlerine düşen ikili görev
Kanımca ortak coğrafyadan gelme özelliğini paylaşan Türkiye kökenlilerin oluşturduğu demokratik örgütlenmelerin (ve tabii ki siyasî yapılanmaların) grup çıkarlarını önplanda tutan ve ayırıştıcı yaklaşımları terk ederek, yeni bir misyonu ortaklaşa üstlenmelerinin vakti, bloğun oluşturulmasıyla çoktan gelmiştir. Burada bana yönelik olası “hayalci yaklaşım” türünden eleştirilere hemen yanıt vereyim. Avrupa’dakiTürkiyeli örgütlenmeleri yakinen tanıyan birisiyim. Zorlukları da iyi bilmekteyim. Soruna da gerçekçi bakmaktayım. Avrupa’daki Türkiye kökenli demokrat, devrimci, sosyalist kesimlerin içinde bulunduğu durum ve Türkiye’de oluşturulan Blok, biraraya gelinmesinin temellerini yaratmaktadır. Avrupa’da faaliyet gösteren DİDF, GDF ve YEKKOM gibi örgütlenmeler ile blok partileri taraftarlarının, siyasî ve ideolojik farklılıkları reddetmeyen, bu farklılıklara rağmen kısa ve orta vadeli hedeflerde dilbirliğini sağlayabilen vizyoner ve güçlü bir birlikteliği gerçekleştirmelerinin olanaklı olduğuna inanıyorum. Bu inancımın temelinde ise şu gerekçe ve tespitler yatmaktadır:
Birincisi: Bu örgüt ve grupların önünde 3 Kasım seçimlerinde Emek, Barış ve Demokrasi Bloğunu desteklemek, emekten, barıştan yana, emperyalist dayatmalara ve işbirlikçi gericiliğe karşı çıkan demokratik bir toplumsal muhalefeti güçlendirme görevi durmaktadır. Bu görevi anılan örgütler önlerine kendileri koymuşlardır. Zaten Türkiye’de toplumsal barışın sağlanarak kalıcı hale getirilmesini, yolsuzluk ve yağma ekonomisine karşı alternatif politikaların yaratılması ve siyasî, sosyal ve kültürel özgürlükleri garanti altına alacak bir demokratikleşmenin gerçekleşmesi yönünde atılacak her adımı desteklemek, Avrupa’da yaşayıp, kendisine “ilericiyim”, “demokratım”, “devrimciyim”, “yurtseverim”, “sosyalistim” diyebilmenin en önemli kıstasıdır.
Kaldı ki demokratikleşmiş bir Türkiye’nin Avrupa’da yaşayan Türkiyelilerin, Türkiye’den kaynaklanan sorunlarının çözümüne ve Avrupa’daki yaşantılarına küçümsenemeyecek katkıları olacaktır.
İkincisi: Bu örgüt ve grupların hedef kitle olarak gördükleri Türkiye kökenli göçmenlerin Avrupa’daki genel durumudur. Göçmenlerin kökenlerinden kaynaklanan farklılıkları her an ve her alanda karşılarına çıkarılmaktadır. Ayırımcılık artık kurumsallaşmıştır. Avrupa toplumlarının en güçsüz ve savunmasız kesimi olan göçmen işçiler ve politik mülteciler, neoliberalist senaryonun politik çıkarları için enstrümentalize edilmektedirler. Tekel ve sermaye kârlarının en yüksek düzeye çıktığı günümüzde, hem işsizlik ve gelecek perspektifsizliğinden, hem de bunların yarattığı toplumsal sorunlardan en çok göçmen işçiler ve politik mülteciler etkilenmektedir. Politik, ekonomik ve sosyal sorunların gerçek nedenlerini gizlemek için göçmenlerin malzeme olarak kullanılması nedeniyle, çoğunluk toplumları arasında ırkçılık ve yabancı düşmanlığı hızla yaygınlaşmaktadır.
Federal Almanya ile Türkiye arasında imzalanan “İşçi Mübadele Antlaşması”nın 42. yılında Türk, Kürt, Laz ve diğer uluslardan göçmen işçiler artık Avrupa’da kalıcılaşmıştır. Bu konuda herkes hemfikir. Onyıllarca ülkeye yönelik çalışma yapan Kürt örgütleri dahi bu gerçeği nihayet fark etmiş ve “göçmenlikten kaynaklanan sorunların çözümünü” örgütsel çalışmalarının merkezine taşımışlardır. Günümüzde ırkçılığa ve ayırımcılığa karşı verilen eşit haklar mücadelesi demokratik göçmen örgütlerinin çalışmalarının vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir.
Ancak ırkçılık, ayırımcılık ve eşit haklar sorunu özünde Avrupa’daki sosyal sorunun bir parçası olması nedeniyle, salt “göçmenlik” söylemiyle yanıtlanamamaktadır. Irkçılığa ve ayırımcılığa karşı eşit hak ve özgürlükler için verilen mücadele, Avrupa’da sosyal devletten ve emekten yana, savaş ve neoliberalizm karşıtı demokrasi mücadelesinin bir parçası olmadığı müddetçe başarı kazanamayacaktır. Bu mücadele de ancak Avrupalı emekçiler ve Avrupa demokrasi güçleriyle birlikte başarı şansını yakalayabilir. Demokratik göçmen örgütlerinin bu nedenle “Nasıl bir Avrupa istiyoruz” sorusunu yanıtlayarak, sosyal adalet, demokrasi ve barış anlayışı çerçevesinde pozisyon belirlemek ve neoliberalizme, sermayenin küreselleşmesine, dizginlerini koparmış kapitalizme karşı emek cephesinde saf tutmaları bir zorunluluk haline gelmiştir. Göçmen işçilerin ve politik mültecilerin eşit haklara kavuşması bu mücadele ile birebir bağlıdır.
İşte bu nedenle anılan örgüt ve grupların önünde ikili bir görev durmaktadır: Bir tarafta Türkiye demokrasi güçleri ile dayanışmayı ve desteği yükseltmek, diğer tarafta eşit haklar, demokrasi, adalet, barış ve emek ekseninde Avrupa’da mücadele vermek.
Göçmenler Avrupa toplumlarının “avangardı” olabilir mi?
Bence evet. Ama bunun için demokratik göçmen örgütleri ile partilere yakın duran gruplar kendilerini “ezilmişlik ve misafirlik sendromu”ndan kurtararak, Avrupa toplumlarının belirleyici bir öznesi olma rolüne soyunmalıdırlar. Sayısal anlamda “az” olunması zorlayıcı bir faktör olmakla birlikte, engelleyici değildir. Belirli başlı önemli kentlerde yerel ve bölgesel politikayı etkileme becerisine sahip, kamuoyunun ilgisini çekebilecek olanakları kullanabilen az sayıda aktivist ile, gerektiğinde “sokağa dökülebilecek” bir kitlenin örgütlü çalışması, Avrupa’daki politik gündemi belirleyebilecek bir güç anlamına gelir. Avrupa’da böylesi bir potansiyelimiz vardır ve bu potansiyeli harekete geçirmek için gerekli olan ön koşul, güçlerin birleştirilmesidir.
Evet, göçmen işçiler ve politik mülteciler Avrupa toplumlarının en zayıf halkasıdır. Avrupa toplumlarının demokratikliğinin, çağdaşlığının ve adil olup olmadıklarının en önemli kıstası, bu en zayıf halkanın diğer halkalar karşısındaki konumudur. Nüfusunun neredeyse yüzde onunun en temel yurttaşlık haklarından yoksun tutulduğu Avrupa’da demokrasinin işlerliği şüphelidir.
O halde bu zayıflık ve farklılık etkin bir güce dönüştürülmelidir. Göçmen işçilerin ve politik mültecilerin çoğunluk toplumları ile her alanda eşit haklara kavuşması, sosyal adaletten, emekte ve barıştan yana bir Avrupa Birliği için Avrupa’nın yeniden yapılandırılması talebi çerçevesinde mücadele edilmelidir. Türk, Kürt, Laz ve diğer uluslardan göçmen örgütlerinin ve genel olarak Türkiye Solunun Avrupa’da oluşturacağı bir güç birliği bu mücadelenin itici gücü olabilir. Bunun içinse sığ grup çıkarları bir yana bırakılmalı ve var olan potansiyelin, siyasî karar mekanizmaları ve toplumsal güçler arasında etkin olacak bir iradeye, belirleyici bir özneye dönüştürülmesi sağlanmalıdır.
Türkiye’de oluşturulan Emek, Barış ve Demokrasi Bloğu’nun Avrupa’ya etkisi bu yönde olabilir. Bu birliktelik olanaklıdır ve bunun sorumluluğu, bloğu destekleyen örgüt ve grupların omuzlarındadır.
|
|
|