Osmanlı ve Irak

Henry Laurens

Yakındoğu’nun paylaşımı konusu dönemsel olarak yeniden ortaya çıkıyor. Batı’nın, demokrasinin ve liberalizmin uygulanması temeli üzerine kurulan ahlaki üstünlük iddiası bu dönemlerde tehlikeli bir yalan olarak dikkati çekiyor.

1914’te, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetleri, Amerika’nın da aralarında yer aldığı, ortak ve çok şekilli Avrupa güçlerinin etkisi altında bulunuyordu. 1908’den beri iktidarda olan Jön Türkler, Avrupalıların desteğini talep etmeye hazır, özerklikçi bir Arap hareketinin ortaya çıkmasına neden olacak otoriter bir merkeziyetçilik pahasına, bu daimi müdahaleden kurtulmanın çarelerini arıyorlardı.

Fransa, ekonomik yatırımları, eğitimsel ve kültürel yükselişi sayesinde “doğal bir Suriye” olarak hâkim güçtü. Öyle ki, “Doğu’nun Fransa'sı”ndan bahsedildiği oluyordu. 1882’den beri Mısır’ı işgalleri altında tutan İngilizler, bu üstünlüğü nihayet -kötü niyetle- tanımışlardı.

Osmanlılar, 1914’te savaşa girerek bu yabancı hâkimiyetten kurtulmayı ve yerel özerklikleri ortadan kaldırmayı umuyordu. 1915 başlarından itibaren bu baskı, kalburüstü Arap politika çevrelerinin üzerine çöktü (idamlar, Anadolu’ya sürgünler). Tamamı işkence gören halklar oldu (açlıktan kırıp, geçirilen Lübnan'lı Hıristiyanları, Ermenilerin yürekler acısı yazgısı, sürülen ve işkence edilen diğer Anadolu Hıristiyanları). Fransız ve İngiliz sömürgelerinin teşkil ettiği iki büyük “Müslüman gücün” dengesini bozmanın yollarını arayan Osmanlılar, cihat çağrısında bulundular. Hint-İngiliz ordusu Basra’dan(1) itibaren Irak’ın zorlu fethine başlarken, İngilizler ilk başta bir savunma mücadelesi ile yetindiler.

Fakat cihat Fransız Kuzey Afrikası’nı (ve Kara Afrika’nın bir kısmını) ve İngiliz Hindistan’ını tehdit ediyordu. Böylelikle Fransız ve İngilizler kendilerini savunma durumunda buldular ve eski hâkimiyetlerini yeniden kurmalarını sağlayacak hukuki bir çıkış yolu aradılar. İlk başta, gerçekten koruma altına alınmış, ya da özerkleştirilmiş bir Osmanlı İmparatorluğu’nu devam ettirmeyi düşündüler. Osmanlı başkentine gözdağı vermek için, Çanakkalelilere saldırarak (1915) Rusların İstanbul üzerinde ileri sürdükleri hakları ve dolayısıyla bölgenin paylaşımını kabul etmek zorunda kaldılar.

Çanakkalelilerin kanlı yenilgileri bu temel kuralı tekrar tartışma konusu yapmadı. Mekke Emiri, Şerif Hüseyin’in kaçırılmasına ön ayak olarak, cihadın tehdidine bir son vermeyi ve Osmanlılara karşı yeni bir cephe oluşturmayı umdular. Mısır’daki Yüksek Komiser Mac Mahon, Şerif Hüseyin’i ayaklanmaya teşvik etmek için zor bir yazışma sürdürmekteydi. Çeviri zayıflıkları ve kullanılan kelimelerin yanlış anlamlara çekilmesi, zaten anlaşılmaz olan yazışma metnini daha da zorlaştırıyor, böylece çözümü daha sonraya ertelenen içinden çıkılması güç bir durum yaratıyordu.

En ünlüleri olan, geleceğin “Arabistanlı Lawrence”ı, T. E. Lawrence’ın da aralarında bulunduğu, Kahire’nin belirli sayıdaki romantik şahsiyetleri, Bedevi bozulmamışlığı temeline dayanan ve Osmanlı bozulmuşluğu ile Fransız levantizminin yerini alacak bir Arap rönesansına bel bağlıyorlardı. Haşimi Hanedanlığı prensleri Hüseyin’in oğulları tarafından yönetilen bu bedeviler, doğal olarak “iyilik ister” bir İngiliz hamiyi kabul ettiler. Londra, Bedeviler’e, bağımsız bir Arabistan sözü verdi fakat Osmanlılara göre. Kendi taraflarında Fransızlar, “Doğu’nun Fransa'sı“nı toprakların iç kesimlerine yaymak ve böylece Fransızca konuşan, Fransız dostu ve himayeleri altındaki “Büyük Suriye”yi inşa etmek istiyorlardı.

İngiliz Arabistan ile Fransız Suriye arasındaki sınırları nasıl belirlemeliydi? Pazarlık, Fransız François Georges-Picot ile İngiliz Mark Sykes’a teslim edildi. Kuvvet ilişkilerinin gelişimini yansıtarak aylarca sürdü ve Fransa’nın Londra Büyükelçisi Paul Cambon ve Yabancılar Dairesinden Sekreter Edward Grey(2) arasındaki bir mektup alışverişi ile Mayıs 1916’da sonlandı. Fransızlar, Suriye kıyılarından Anadolu’ya uzanan bir bölgeyi doğrudan yönetecekler ; Filistin uluslararası hale getirilecek (gerçekte Fransız-İngiliz ortak egemenliği) ; Irak vilayeti Basra ve Hayfa civarındaki bir Filistin iç toprağı İngilizlerin doğrudan yönetimine bırakılacak; Haşimiler’e teslim edilen bağımsız Arap eyaletleri, biri kuzeyde Fransızlara, diğeri güneyde İngilizlere olmak üzere iki nüfuz ve himaye bölgesine ayrılacaktı. Yakındoğu’yu bölen ve Sykes-Picot olarak adlandırılan hat, Bağdat’tan Hayfa’ya bir İngiliz demiryolu inşaatına da olanak sağlamalıydı. Ruslar ve İtalyanlar, Haşimler’in sadece üstü örtülü ve anlaşılmaz terimlerle bilgilendirildiği bu anlaşmayı onayladılar.

Petrol ve Halkların Hakkı

1917 başında İngilizler, Filistin’in zorlu fethine giriştiler. Nisan ayında Amerikalılar, Fransız ve İngilizlerin Almanya’ya karşı “ortakları” olarak -“müttefikleri” olarak değil- savaşa katıldılar. Savaşın giderek makineleşmesi, Fransız ve İngilizler’in petrole olan bağımlılıklarının farkına varış süreçlerini tamamladı (1918’de savaş müttefikler tarafından bir “petrol dalgası” sayesinde kazanılacaktı).

Başkan Woodrow Wilson ortakları tarafından yapılan birkaç gizli anlaşmadan hiçbir şekilde kendisini sorumlu hissetmiyordu. Kendisine, kafasında, “esmerler” (Araplar) ve “sarılar” gibi -“siyahlar” için söz konusu değildi-(3) , beyaz olmayan halklar için de geçerli olup, olmadığı pek açık olmamakla beraber, halkların bağımsızlık haklarının savunucusu havası veriyordu.

Kahire İngilizleri, Fransızlarla aralarında kabul edilen anlaşmayı, Suriye’nin geri kalanı için değilse bile, en azından Filistin için, yeniden tartışma konusu yapmak istiyorlardı. Ve şimdi Londra’da sağlam dayanakları bulunuyordu. Wilson tarzı sözbilimini içtenlikle kullanmayı biliyorlardı: Araplar, Kürtler, Ermeniler ve Museviler, Osmanlı kalıntıları üzerine, İngilizlerin iyilik ister himayeleri altında işbirliği yapacaklardı.

Sykes, 2 Kasım 1917’te(4) “Filistin”de bir Ulusal Musevi Merkezi’nin kuruluşunu ilan ederek Balfur Beyanatı’na götürecek olan siyonist hareketini bu yönde kullanır. İngiliz stratejisi; Araplar’ın Suriye’ye (ama Filistin’e değil) yayılma isyanına verilen destek ve kendi kaderlerini kendilerinin çizmesi yönünde verdikleri art arda gelen resmi açıklamalarıyla toprakların işgaline dayanacaktır. Londra için halkların hakkı, İngiliz himayesini seçim hakkı anlamına gelmekteydi. Radikal milliyetçi Araplar bu hâkimiyeti reddettiklerinde, Fransız taraftarı (genelde Hıristiyan) kişilerle paylaştıkları yüzkarası “levantenler” statüsüne düşürüleceklerdir.

1918’de, petrol sorunu hâkim duruma geldi. Anlaşmaya göre Fransa, önemli potansiyel petrol yataklarının bulunduğu Musul Bölgesi’ni kontrol edecekti, fakat imtiyaz hakkı İngilizlerindi. Georges Clemenceau, ancak kutsal toprakları kapsamayan, petrol kaynaklarına erişime olanak sağlayan bir “faydalı Suriye” ile yetinerek, sömürge baskı grubunu memnun etmek istiyordu. Topraklardaki büyük bir yayılma, sağlayabileceği gelirlere oranla çok ağır bir yönetim yükü anlamına gelecekti. “Tüm Suriye” (bugün “Büyük Suriye” olarak adlandırıyoruz) isteğinden vazgeçildi. Georges Clemenceau ateşkesin ertesi günü, doğrudan ve tanıksız olarak, Lloyd George’la Yakındoğu’nun paylaşımını ele aldı.

İngiliz hükümeti sekreteri Maurice Hankey, günlüğüne 11 Aralık 1929’de şöyle not düşer: “Clemenceau ve Foch [denizi] aştılar ve onurlarına büyük bir askeri ve devlet karşılama töreni yapıldı. Lloyd George ve Clemenceau Fransa Büyükelçiliği’ne götürüldüler... Yalnız kaldıklarında…. Clemenceau: “Pekala. Hangi konuyu tartışmamız gerekiyor?” diye sordu. Lloyd George, “Mezapotamya ve Filistin,” diye cevapladı. “Bana ne istediğinizi söyleyin”. “Musul’u istiyorum,” dedi Lloyd George. “Sizin olacak,” dedi Clemenceau. “Başka birşey istemiyor musunuz?”. “İstiyorum, Kudüs’ü de istiyorum,” diye devam etti Lloyd George. “Sizin olacak,” diye cevapladı Clemenceau, “fakat Pichon(5) Musul konusunda zorluklar çıkaracaktır”. Bu konuşmalar yapılırken kaleme alınan hiçbir yazılı belge veya muhtıra bulunmamaktadır […]. Bu arada, her zaman katı olan Clemenceau, meslektaşlarından ve ilgili her çeşit taraflardan gelen büyük baskılara rağmen, sözünden geri dönmedi. Lloyd George’un da buna hiçbir zaman fırsat vermediğini söylemek yanlış olmayacaktır. İşte tarih böyle yazıldı.”(6)

Fransızlar, petrole erişimin paylaşımı konusunda tüm toprak anlaşmalarını şartlara bağlamış olduklarından, iki pazarlık beraber gelişecektir. Barış Konferansı’nın başından itibaren başkan Wilson, Almanların eski Afrika ve Pasifik sömürgelerinin Fransa ve İngiliz İmparatorlukları’na bağlanmasına karşı çıkar, öyle ki bu sömürgeleri gelecekteki Milletler Cemiyeti’ne emanet etmek istemektedir. Lloyd George Milletler Cemiyeti’ne, bu sömürgeleri geçici olarak bağımsızlıklarına taşıyacak olan ”medeni” bir güce emanet edilecek “manda“lar yaratılmasını önererek ustaca bir manevra yapar. Bu sömürgelere gizlice Osmanlı İmparatorluğu’nun (A mandaları olarak adlandırılan) Arap vilayetlerini de dahil eder. Wilson kabul eder. (Ocak 1919)

Asıl ilgililer bilgilendirilmez ve (Onlar Konseyi olarak adlandırılan) Birleşik Müttefikler Konseyi önüne çıkmaya davet edilirler. Arap milliyetçileri, Fransız yandaşları (Suriyeciler) ve Siyonistler (İngilizler, Fransa’ya girişlerini engellemek için bir Lübnan Delegasyonu’nun yolunu keserler), oyunun kuralını tam olarak bilmeksizin söz alırlar. Lloyd George, temsilcilerinin Fransızlarla bir güç sınamasına girmelerine izin verir. Konu; Yakındoğu’nun tamamında tek (ve bu durumda kesinlikle İngilizler’e teslim edilmiş) bir manda mı, yoksa biri Fransız, diğeri İngiliz iki manda mı olacağını öğrenmektir. Fransızlar iyi dayanırlar.

Çileden çıkan Wilson, bu durumda himayelerini üstlenecek gücün seçimi konusunda halkı yoklamakla yükümlü bir komisyon yaratılması kararını aldırır. İngilizler aniden, Filistin ve Irak Arapları’nın kendi himayelerini isteyemeyeceklerinin farkına varırlar. Kendi taraflarında Fransızlar, Suriyelilerin kendilerine düşman olmalarından endişe duymaktadır ve kendilerini Hıristiyan çoğunluklu bir Lübnan Devleti talebini kabul etmeye zorlanmış bulurlar. İki Avrupa gücü, sadece Amerikalılar tarafından yönetilecek olan komisyondan çekilirler.

Amerikalılar, Filistinli Arapların Siyonizmi reddetmesini, Hıristiyan Lübnanlıların Fransa’yı kabul etmesini ve Suriyeli Arapların bağımsızlıklarını talep etmelerini duyduktan sonra, himayeci olarak Amerikan mandası tercihini yaparlar!

Artık çok geçtir: Amerikan Senatosu Versailles Antlaşması’nı reddeder ve Amerikalılar tüm ortaklararası konferanslardan çekilirler.

Böylece Fransızlar ve İngilizler kendilerini karşı karşıya bulurlar. Topraklar üzerindeki güç dengesi, Londra'nın terhis süreci sırasında askeri imkanları artmış bulunan Fransa’nın lehine değişir. Mandaları paylaşım resmen benimsenir. Eylül 1919 Deauville Antlaşması’ndan, Nisan 1920 San Remo Antlaşmasına kadar sadece Sykes-Picot Hattı’nın düzenlenmesi ile yetinilir. Filistin sınırı birkaç kilometre kuzeye doğru yer değiştirir. Ürdün ve Filistin’i Irak’a bağlanacak, havayollarının Hindistan’a geçişleri güvence altına alınacak ve orta vadede Irak’tan Akdeniz’e petrol nakledecek bir petrol boru hattının (demiryolu fikri geçmişte kalmıştır) yaratılması sağlanacaktır. Fransızlar, bu petrolü işlemekle görevlendirilmiş konsorsiyum payının, önceden %23,75 iken, şimdi çeyreğine sahiptir.

Geriye, son bir güç sınamasıyla, mandaların yönetim biçimlerinin zorla kabul ettirilmesi kalmıştır. Fransızlar ve İngilizler, Filistin, Suriye ve Irak’ta yerli halkı bastırmak amacıyla, sonu savaşa varacak operasyonlar gerçekleştirirler.

Yakındoğu’nun birçok devlete bölünmesi bir başına kınanılacak bir durum oluşturmamaktaydı: Haşemiler bunu, Hüseyin’in büyük oğulları lehine başından beri düşünmüşlerdi. Fakat bu bölünme halkların iradeleri aleyhinde, güç kullanımının anlamsız hale getirdiği liberal bir söylemin kullanımı ile gerçekleştirilmişti. Kendi ileri gelenlerini kendilerinin seçmesi, ve kuşkusuz pek çok kusuru barındırsa bile bir seçim sisteminin kurulmasıyla, gerçek bir siyasi temsil yolunu açmış olan Osmanlı’nın son on yıllık siyasi gelişimine göre, Fransız ve İngiliz yetkeliliği kalıcı bir gerileme teşkil etmekteydi.

Bu paylaşım toprakların bölgelere ayrılması şeklinde, her şeyden önce yeni başkentler, yönetici sınıfları ve yeni ülke üzerinde otoritelerini zorla kabul ettirmeyi başardıkları için devam etti. Fakat 1919-1920 olayları, verilen vaatlere (özellikle halkların bağımsızlık hakkına) ihanet olarak algılandı. Bu olaylar, özellikle yerel üst tabakayı kaderlerinden mahrum etti. Arap milliyetçiliği yeniden iktidara geldiğinde toprakların bölgelere ayrımı ile ilişkili meşruluğu tanımayacak ve bölgenin her derdine deva olacak birleştirici bir devlet kurulması için çağrıda bulunacaktır. Böylece gerçek devletler yasadışlıktan darbe alır, kalıcı olarak zayıf düşerler. Ulusal Musevi Merkezi’nin kurulması bölgeyi sonlanması uzak görünen bir karmaşalar dönemine sürükler.

Yeni bir “Sykes-Picot” kâbusu ya da dışardan zorla kabul ettirilen Yakındoğu’nun paylaşımı konusu dönemsel olarak yeniden ortaya çıkmaktadır. Demokrasinin ve liberalizmin uygulanması temeli üzerine kurulan batılı ahlaki üstünlük iddiası, bu dönemlerde tehlikeli bir yalan olarak belirmektedir. Söz konusu durum belki de 1916-1920 dönemi tercihlerinin, o dönemden bu yana düzenli olarak yenilenen en zararlı sonuçlarından birini oluşturmaktadır.

(çev. Tülay Claude Güvenç)

(1) Hindistan İngilizleri, romantik bir Arabistan düşünmüyorlar, “dünyayı besleyebilmek” için o zamanlar Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız tarım potansiyeli olarak görülen bölgeyi işletmek istiyorlardı. Charles Tripp’in, “Unutulmuş Bir Sömürge Tarihinin Dersleri”ni okuyunuz, Le Monde diplomatique, Ocak 2003.
(2) 1919’da, İngilizler, değerini düşürmek için anlaşmayı, Sykes-Picot Anlaşması olarak adlandırırlar.
(3) Amerikalılar, Barış Konferansı’nda Japonların ırkların eşitliği ile ilişkili taleplerini şiddetle reddederler.
(4) Fransızlarla İngilizler arasındaki anlaşmanın tekrar tartışmaya açılmasının dışında, Londra aynı zamanda, Musevilerin Rusya ve Amerika’nın gelecekleri üzerindeki varsayılan gizli güçlerini de kendi lehine çevirmek istiyordu. Sonuçta Siyonist tezlerin kabulü İngiliz dini kültürünün kutsal kitap etkisi ile kolaylaştırılmış oluyordu.
(5) Fransa Dışişleri Bakanı -Le Monde diplomatique yakın zamanda adı verilen sokağa taşındı.
(6) Stephen Roskill, Hankey, Man of Secrets, Londra, Collins, Vol. II, 1972, pp. 28-29.

Kaynak: Le Monde Diplomatique Türk