Toplumun yeniden yapılanması üzerinde neo-liberal politikaların olumsuz etkisi : Gelir dağılımının ve sosyal eşitliğin bozulması

Ercüment Çelik

1970’lerin sonlarından bu yana kapitalist dünya ekonomisi yeni bir döneme girdi. Bu dönemle birlikte neoliberalizm gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve politik hayatını şekillendirmeye başladı. Ulusal ekonomilerin küresel pazara açılımı, ekonomik göstergelerin ve karar mekanizmalarının belirlenmesi olarak tanımlanan küreselleşme, kademeli olarak dünya pazarının dinamikleriyle birlikte birincil ideoloji haline gelmeye başladı. Bu dönemde iki önemli süreçten bahsedebiliriz. Birincisi, ulusal pazarda mal, hizmet ve finans serbestisi ikincisi ise uluslararası sermayenin önündeki hukuki ve yönetsel engellerin kaldırılarak ulusal üretimin ve emek piyasasının dengelerinin bozulması. Sermaye, dünya ekonomisini tek ve küresel bir pazar haline getirmeye çalışmakta ve bu yolla karını artırmayı hedeflemektedir. Bunu gerçekleştirmek için de ulus devletin iktidarını kısıtlamayı ve emek örgütlerinin kazançlarını ortadan kaldırmayı iki önemli hedef olarak belirlemiş durumda. Neoliberal yapılanmaların en olumsuz etkisi bizce, gelir dağılımındaki değişimler, sosyal eşitsizlikler ve enformal sektörün büyümesi ile sermayenin isteklerine uygun hale geliyor olması.

Bu bağlamda Türkiye ekonomisini iki dönemde inceleyebiliriz. 1981 – 1988 ve 1989 – 1998. Birinci dönemi, ihracatın özendirildiği, dövizin değişim değerinin ve ülkeye giren sermayenin kontrol edildiği dönem olarak tanımlayabiliriz. İhracatın özendirilmesi ile makroekonomik dengelerin tutarlılığının sağlaması temel hedef haline gelmiştir. Yine aynı dönemde işçilere karşı geliştirilen olumsuz tavırla birlikte işçi ücretleri üzerinde zorlayıcı politikalar uygulandığı görülmüştür. Bu ekonomik pratik 1988 yılına kadar sürmüştür. Popülist baskılar ve seçim vaadleri sayesinde işçiler, ücretlerinin yükseltilmesini sağlayabildi. 1989 yılında işçi ücretlerinin artışına rağmen sermayenin karında hiçbir düşüş olmayışı düşündürücüdür. 1989 – 1993 yılları arasında özel sektörün kar oranı yüzde 39.6 oranına ulaşmış ve 1994 yılında bu oran yüzde 47 olmuştur.

1989 yılında, Türkiye iç pazarını küresel finans kurumlarına açtı. Bu süreçteki en büyük eksik makroekonomik dengesizliğin kaynağı olan gelir dağılımı eşitsizliği ve refah devleti politikalarının gerilemesi oldu. İhracat gelirinin artması ve dış borçlar ülke içinde ciddi sorunlara neden oldu. Döviz üzerinden kazanç sağlayan özel sektördü ancak borçları ödemesi gereken kamu. Bu dönemde özel sektörde ücretler yüzde 1.5 oranında düşerken kamu sektöründe bu düşüş yüzde 5.9 oldu.

1994 sonrası dönemde kriz yönetimleri özellikle ücretlerin azaltılmasını öngören planlamalar getirdi. 1993 – 1997 arasında yüzde 25 oranında bir düşüş yaşandı. Bu dönemde bankaları kurbanlar arasında

göstermek çok yanıltıcıdır. Bankaların konumu 1994 krizinden beri sürekli sağlamlaştırılmıştır. Bunun son örneği 2001 krizi sırasında 18 bankanın borçlarının kamu bütçesine dayalı bir kurum tarafından üstlenilmesidir. Bu, 2001 Mayıs’ına kadar 19 milyar USD yük getirmiştir. Buna iç borç, faiz ödemelerini eklediğimizde rantçı bir ekonominin nasıl milli gelirden giden kısmı yüzde 7.3 den yüzde 16.4 e (altı yıl içerisinde) yükselttiğini görürüz.

Refah devletinin gerilemesi

1980’den sonra uygulanan politikaların sonucunu refah devletinin geriletilmesi olarak görebiliriz. Bu dönemin hakim özelliği eğitim ve sağlığın ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesidir. 1976 ve 1983 yılları arasında özel sektörün eğitime ve sağlığa yaptığı yatırım yüzde 10 oranında artmıştır. 1996-97 yıllarında bu yatırım oranı yüzde 50’ye ulaşmıştır. Bir çok yönüyle lüks diyebileceğimiz özel sağlık hizmetlerinden faydalanabilen kesim, gelir dağılımına bakıldığında yalnızca üst sınıflardır. Bunun yanında bütçeleri kısılan kamu hastaneleri de hizmetlerini ticarileştirmeye ve özelleştirmeye başlamıştır. Bu durumda verilen hizmetin kalitesi ve miktarına bakıldığında ciddi bir eşitsizlik ve kutuplaşma görülmektedir. Benzer bir görüntü eğitimde de karşımıza çıkmaktadır. Elit bir yüksek eğitim sistemi, özel lise ve üniversitelerin bağrında ortaya çıkmaktadır. Devlet okulları ve üniversitelerinde harçlar artarken verilen öğrenci kredileri de işlevsiz hale gelmektedir. Devlet üniversiteleri fabrika gibi diploma üretir hale gelmiştir, bu da beraberinde işsizlik sorununu taşımaktadır. Kamu işi olmaktan çıkan eğitim, insan kaynakları üretimi mantığı içinde yeni bir şekil almaktadır, bu yeni durumda kamu bütçesinden eğitime ayrılan pay her geçen gün azalmaktadır. Sosyal güvenlik kısmına geldiğimizde, işveren cephesindeki ödenmesi gereken ama ödenmeyen vergilerin ve sosyal güvenlik hesaplarının yarattığı açık gittikçe büyümektedir. Düşük emekli maaşlarının getirdiği sıkıntı yanında, birçok OECD ülkesindeki yaş probleminden farklı olarak, enformal sektörün gelişimi sosyal güvenlik konusunda büyük sorun yaratmaktadır.

Neoliberal politikaların Türkiye’ye ne getirdiğini gösteren en güzel veri gelir dağılımındaki eşitsizliktir. Bu veriler, 2000 yılında şu şekildedir. Yüzde 1’lik dilimler halinde bir sınıflandırma yaptığımızda, en yüksek ve en düşük gelir arasındaki fark 236 kattır. Bu verilerin ayrıntılı dökümü yazıda mevcuttur.