-Hikâyenin çekiciliği nerde?
-Anlatılanları tanıyorum duygusunu yaşadım. Daha ilko okumada, o döneme, çocuklara, figürlere, resimlere aşık oldum. Bu filmi gerçekleştirmek istediğimi o an anladım.
-Senaryoyu ilk kez kendiniz yazmadınız. Büyük bir değişimmiydi?
-Senaryo ile konunun kendinizin bir parçası olduğunu hissetmenize kadar ilgilenmek zorundasınız. Bu, insanın kendi yazdığında olmayan bir süreç. Her heyecanlı senaryoya açığım, çünkü her yıl bir kitap üreten Woody Allen değilim. Senaryo iyidi, sadece yüzde onunu değiştirdim, o da sadece nüanslarda. Genelde esprilerdi.
-Kendiniz bir “göçmen çocuğusunuz”. Kendi veya anne-babanızın hangi deneyimlerin aldınız?
-Bazı alıntılar ve anektodlar fılme girdi. Sekiz yaşındayken aynı Gigi’ye benziyormuşum galiba, ama belirli karakteristik yok. Zaten bende çok farklı bir şekilde filme geldim. Öyle zannediyorum ki, bir göçmenin Anadolu’dan veya Apulya’dan gelmesi önemli değil. Deneyimler ve duygular birbirine benziyor. Umutlar, hayal kırıklıkları, kaybolan hülyalar. En önemli elementlerden birisi filmdeki annenin kansere yakalanması. Benim de bir teyzem kansere yakalanmıştı. Doktorlar kendisine artık uzun süre yaşayamayacağını anlattıklarında, ölmek için Türkiye’ye döndü. Bugünse 84 yaşında ve hâla yaşıyor. Hastalığı alt edebildi. Bir çok göçmen yaban ellerde hastalanıyor. Rainer Fassbinder bu olguyu “Angst essen Seele auf”da problematize etmişti.
-Hangi figürü en çok seviyorsunuz?
-Tabii ki hepsini seviyorum, ama Giancarlo karakterini, zayıf bir insan olması nedeniyle en ilginci buluyorum. O sadece sevilmek istiyor ve yeterince sevilmediği için bir sürü hata yapıyor. Ondaki bu dramatik ve kırılgan konum beni büyülüyor. Hepimizin içerisinde sevilmek isteyen bir Giancarlo vardır.
-Baba ise merhame uyandırıyor.
-Uyandırması da gerekiyor. Ben onu, karısını aldatan kötü bir adam olarak göstermek istemedim. Aslında o, kendisini kendi dünya bakışından çözemediği ve geleneklerden kurtulamadığı için figürlerin arasında en zayıfı.
|