In Defence of Marxism’in Irak’a Karşı Emperyalist Savaş Üzerine Manifestosu

Savaşa ve Kapitalizme Karşı Seferber Ol!

Emperyalizme Karşı Savaş Kapitalizme Karşı Savaştır
Alan Woods ve Ted Grant (Kaynak: www.marksist.com)

Bu savaşın haklı bir gerekçesi var mı?

ABD tarafından hazırlanan savaş Irak halkına karşı apaçık bir saldırganlık eylemidir. Zerre kadar ilerici yanı yoktur. Bu canavarca savaşı haklı göstermek için kullanılan argümanların tümü sonuna kadar yalandır. Amerikalılar Körfez’deki askeri yığınaklarına devam ederken, silah denetçilerinin gönderilmesi yalnızca dünya kamuoyunu kandırmaya dönük bir bahaneydi. Meselenin kitle imha silahlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Iraklılar ne yaparsa yapsın bombalanacak ve saldırıya uğrayacaklar.

“Denetleme” maskaralığının ne olduğu ortaya çıktı. Tek bir inandırıcı delil bile bulunamadı. Son BM denetçi ekibi, Irak’ın elindeki kitle imha silahlarının %95’ini yok ettiğini açıklamıştı. Geriye ancak çok azı kalmış olabilir. Her halükârda, Irak ordusunun askeri potansiyeli on yıllık ambargonun ardından büyük oranda yok edilmiştir. Muazzam kitlesel imha silahı stokuna sahip ABD’ye karşı ciddi bir tehdit oluşturması mümkün değildir.

Irak’a yönelik saldırı ve işgal planlarının detayları daha Noel’den önce, yani Blix ve ekibi görevlerine başlamadan önce hazırlanmıştı. Dolayısıyla ABD’nin Irak’a karşı saldırganlığıyla kitlesel imha silahları sorununun alâkası olmadığı kesinlikle açıktır. Asıl sorun rejim değişikliğidir; yani Saddam Hüseyin’in uzaklaştırılıp yerine bir Amerikan kuklasının geçirilmesi.

Blix ve ekibi tarafsız gibi davranırken aslında provokatör rolü oynuyorlar. Güç kullanımıyla karşılık verecekleri umuduyla Iraklılar sürekli olarak provoke ediliyor. Bu provokasyona gelmeleri saldırının derhal başlaması için bir bahane olarak kullanılacaktır. Bağdat, denetçileri ajanlıkla suçluyor ve muhtemelen de gerçek bu. Onların asıl amacı savaşı engellemek değil aksine savaş için bir bahane bulmaktır.

Irak’a saldırıyı “terörle savaş”ın bir parçası olarak gösterme çabası da aynı derecede sahtekârlıktan ibarettir. Irak’ın El-Kaide ile bağı olduğuna dair en ufak bir delil bile yok. CIA’in Irak ile El-Kaide arasında ilişki kurma çabası gülünçlük sınırındadır. Kuzey Irak’ta keşfettiklerini söyledikleri “El-Kaide hücresi” Bağdat hükümetinin denetimi altındaki bölgede bile değildir. Bu şaşırtıcı da değildir, çünkü Bağdat rejimi laik bir rejimdir ve hiçbir zaman köktendincilerle dost olmamıştır.

Irak’ın 11 Eylül olaylarına karıştığına dair delillerin bulunması için bir buçuk yıl yeterli bir süre olmalıydı. Yine de böylesi bir delili üretemediler. Uçakları kaçırarak Dünya Ticaret Merkezine saldıran teröristlerin arasında tek bir Irak vatandaşı yoktur, aksine bunlar birkaç Suudidir. Buna rağmen Bağdat’ı bombalamayı planlıyorlar, Riyad’ı değil!

“Demokrasi” argümanı

Bu savaşın Irak’ta demokrasiyi tesis etme savaşı olduğunu ileri süren argüman da temelsizdir. ABD emperyalizminin Irak halkına demokrasi getireceği fikri komediden başka bir şey değildir. Bush ve şürekasının amacı Bağdat’ta gerçekten demokratik bir rejim değil aksine Washington’a bağlı ve onun isteklerine amade kukla bir hükümet kurmaktır; tıpkı Afganistan’daki gibi. George W. Bush’un Irak’taki diktatörlükten dem vurması apaçık bir ikiyüzlülüktür.

Bush ve Blair Irak’ta demokrasi bulunmadığı için timsah gözyaşları döküyorlar. Ama belli ki, bölgedeki kilit müttefiklerinden birinde, seçimlerin ve düşünce özgürlüğünün bilinmediği, kadınların otomobil kullanmasına bile izin verilmediği ve zina yaptıklarında taşlanarak öldürüldüğü, hırsızların kollarının kesildiği Suudi Arabistan’da demokrasi olmamasını pek de önemsemiyorlar. Peki ya Amerika’nın esas müttefiki Türkiye’ye ne demeli?

Türk burjuva rejimi, insan haklarında dehşet verici bir sicile sahip. Binlerce sendikacıyı öldürmüş, işkenceden geçirmiş ve hapse atmış, mahkûmları tıktığı hücrelerde katletmiş ve Kürtlere karşı onyıllar boyunca kanlı bir savaş yürütmüştür. Ve şimdi de, demokrasi –ve Kürtlerin hakları!– için yapıldığı iddia edilen haçlı seferinin bir parçası olarak Amerika ve Britanya’nın yanında yer almaya hazırlanıyor. Bu küçük detayın kendisi bile bu girişimin iğrenç ikiyüzlülüğüne ve ahlâki yozluğuna yeterince kanıt oluşturuyor.

Saddam Hüseyin’in tehlikeli bir diktatör olduğu argümanı daha büyük bir etkiye sahip olabilirdi, eğer ki, ABD ve Britanya bunu zaten biliyor olmasalar ve Saddam Hüseyin’i Kürtleri kimyasal silahlarla bombalarken bile desteklemeyi, finanse etmeyi ve silahlandırmayı sürdürmeselerdi. Gerçekte Saddam’ın elindeki silahların büyük kısmı, öldürücü şarbon da dahil olmak üzere, ABD ve Britanya’dan gelmiştir.

Tüm tarih, ABD emperyalizminin, ABD’nin amaçlarını destekledikleri ve çıkarlarını korudukları sürece diktatörleri desteklemekte bir mahzur görmediğini ortaya koymaktadır. Bundan dolayı demokrasi argümanı bu baylar ve bayanlar tarafından ileri sürüldüğünde hiçbir geçerliliğe sahip değildir. Saddam Hüseyin’i devirme görevi Irak halkının görevidir, başkasının değil.

Ulusal Sorun

Irak halkının çıkarları elbette bu denklemlerde yer almamaktadır. Emperyalistler hiçbir yerde halkların dostu değildirler. Yine de zaman zaman, Kürtler ve Iraklı Şiiler gibi halkların ulusal özlemlerini kendi çıkarları için kullanırlar. Bu halklar, kendi çıkarlarına ve çektikleri acılara tümüyle kayıtsız kalan emperyalistlerin sözde iyi niyetliliğine asla güvenmemelidirler.

Unutmayalım, Amerikalılar ve İngilizler, 1980’lerde Irak’ta Kürt sivillerin kimyasal silahlarla bombalanmasına sessiz kaldılar, üstelik de bu katliam basında açık bir şekilde yer almasına rağmen. Saddam Hüseyin’le yaptıkları kârlı silah ticareti daha öncelikliydi ve Kürtlerin içinde bulundukları duruma o zamanlar en ufak bir ilgi bile göstermediler.

ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Saddam İran askerlerine gaz saldırısını başlatırken 1983’te Bağdat’ta onu ziyaret etmişti. İranlıları öldürdüğü sürece Saddam Hüseyin güvenilir bir müttefik olarak kabul edildi. Amerikalılar ve İngilizler Saddam Hüseyin’e silah alması için kredi açtılar ve ona her türden askeri yardımı yaptılar. Benzer şekilde, ABD, Rusları öldürdükleri sürece, Bin Ladin ve Taliban’ı da destekledi, silahlandırdı ve finanse etti. ABD emperyalizmi bugün terörist ve şer ekseni diye nitelediği tüm bu çılgın adamların yaratılmasından doğrudan sorumludur.

ABD, Körfez Savaşından bir yıl önce Saddam’a helikopter iletişim cihazları, 21 parti şarbon ve yüzlerce ton öldürücü sinir gazı sarin gönderdi. Suudi Arabistan’daki AWAX üslerinden bilgi sağladı. Ne Amerikalılar ne de İngilizler olup bitenlerden habersiz olduklarını söyleyemezler. Diktatörlüğün işlediği tüm suçları biliyorlardı. 1988’de Halepçe’de Kürtleri yok etmeden önce Londra Bağdat’a ticaret görüşmeleri için bir bakanını göndermişti. 5 bin Kürdü bir gaz saldırısıyla öldürdükten sonra Saddam’a ticari anlaşmalar için fazladan 340 milyon sterlin ve Amerikalılar da fazladan bir milyar dolar verdiler.

Irak’ın geçen Aralık ayında silah programına ilişkin olarak verdiği 12 bin sayfalık dokümana ABD hükümeti el koydu. Bahane de “biraz redaksiyona” ihtiyaç duyan “hassas bilgiler” içermesiydi. Bu “redaksiyon” o kadar ileri gitti ki, BM Güvenlik Konseyinin daimi olmayan üyelerine orijinal dokümanın sadece dörtte biri ulaştırıldı! Asıl neden, 150 kadar (Amerikan, İngiliz vd.) şirketin, üstelik de İngiltere’de patlak veren “kıyamet topu” skandalındaki gibi yasadışı yollardan, Irak’a nükleer, kimyasal ve füze teknolojisi sağladığı gerçeğini saklamaktı. Saddam Hüseyin rejimi ve onun silahlanma programıyla suç ortaklıklarını açığa çıkarabilecek izleri saklamak istiyorlar.

Demek ki Irak diktatörlüğünün suçlarına ilişkin tüm itirazları, en ahlâksız ikiyüzlülüktür. Planlanan Irak işgalinin demokrasi veya hümanizmle hiçbir alâkası yoktur. Bunlar büyük güç politikasında ahlâksız egzersizlerden başka bir şey değildir. Aslında, 1920’lerde Kürt köylerinin acımasızca bombalanması politikasını ilk başlatan İngiliz emperyalistleriydi. 1919’da Winston Churchill’in (dönemin Savaş Bakanı) “barbar kabileler” diye adlandırdığı insanlar (yani Kürtler) üzerinde hardal gazının kullanılmasını desteklediği herkesin malûmudur. Bu, tarihte sivillerin ilk sistematik bombalanışıydı.

1991’de Irak yenildikten sonra, Güney Irak’taki Şii nüfus, merkezi iktidara karşı ayaklanması için teşvik edildi. Fakat Irak’ta Şii (ve İran) etkisinin artmasından korkan Suudi Arabistan’ın baskısıyla Amerika kenara çekildi ve Saddam Hüseyin güçlerinin Şiileri katletmesine izin verdi. Emperyalistlerin Irak’taki ulusal azınlıkların kaderiyle zerrece de olsa ilgilendikleri argümanı nasıl ileri sürülebilir?

Irak’ta Amerika önderliğindeki bir fetih savaşı bu ülkedeki ezilen azınlıklara yardımcı olmayacaktır. Irak güçlerini karadan bozguna uğratmak için kullanılacaklar ve böylece Amerikan kayıplarının sınırlı sayıda tutulmasına yarayacaklar (… en azından umulan bu). Fakat ertesi gün, kendilerini bir kez daha terkedilmiş ve ihanete uğramış bulacaklar.

Bu konuda net olmamız gerekiyor: Bu saldırgan savaşı Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını elde etmelerinin bir aracı olarak sunmak ihanettir. ABD’nin bölgedeki asıl müttefiki olan Türkiye buna asla izin vermez. Türk burjuvazisinin bu savaşa katılması ne demokrasi hatırınadır ne de Kürtlerin hatırına. Gözleri, Kürtlerin de hak iddia ettiği Kerkük ve Musul’daki petrol bölgesindedir. Ankara, Kürtler petrol bölgesini almaya kalkarsa –Amerikalılar seyirci kalırken– Türk ordusunun saldıracağını ve onları ezeceğini açıkça ifade etmiştir.

Biz Kürt halkının kendi yurdunun olması hakkını savunuyoruz, ama şuna dikkat çekiyoruz ki, bu ancak Bağdat, Tahran ve Ankara’daki gerici rejimlerin devrimci yıkılışlarıyla mümkündür. Kapitalist bir temelde, Kürt sorununa gerçek bir çözüm bulunamaz. Kürtler, işçi ve köylü iktidarı mücadelesi içinde, Türk, Irak ve İran emekçileriyle birleşmelidirler. Sosyalist bir federasyon temelinde, en geniş demokratik ve ulusal haklara sahip –istedikleri taktirde ayrılma hakkı da dahil olmak üzere– bir özerk Kürt Sosyalist Cumhuriyetini gerçekleştirmek mümkündür.

Kendi kaderini tayin hakkını elde etmenin tek yolunun Bağdat’a karşı emperyalizmi desteklemek olduğunu iddia edenler halkı kandırıyorlar. Bu, Kürtleri ve Şiileri bir kez daha çıkmaz sokağa götürecek cani ve gerici bir politikadır. Böylesi bir temelde Kürtler, Şiiler ve bölgenin diğer halkları için hiçbir çıkış yolu yoktur.

Kurbansız bir savaş mı?

ABD ve İngiliz emperyalistleri kendi ülkelerinde beklenmeyen sert bir dirençle karşılaştıklarından ötürü, kamuoyunu bu saldırının yalnızca özel olarak seçilmiş askeri hedeflere yönelik küçük bir “cerrahi vuruş” olacağı argümanıyla ikna etmeye çalışıyorlar. Sivil halk zarar görmeyecek ve yabancı “kurtarıcılarını” gözlerinde yaşlar ve ellerinde çiçeklerle karşılamak için sokaklara dökülecekler. Fakat her zamanki gibi resmi propagandayla gerçeklik arasındaki fark çok derindir.

Basında yer almamakla birlikte, Amerikan ve İngiliz uçakları on yıldan fazla bir süredir Irak’ı bombalıyorlar. Yalnızca geçen sene Britanya bu cani faaliyete haftada dört milyon sterlin harcadı. Aynı dönemde, ekonomiyi sakatlayan ve bir zamanlar müreffeh olan bir ülkeyi yoksulluk ve umutsuzluk içine iten vahşi ambargo sonucunda bir milyondan fazla Iraklı çocuk öldü. Bush ve Blair şimdi bununla yetinmeyip yeni ve kanlı bir katliamı hazırlıyorlar.

Amerikalılar elbette kayıpları en aza indirmekle ilgileniyorlar: yani Amerikan kayıplarını. Bu yüzden, her zamanki gibi, Amerikan ve müttefik birliklerini Irak içinde üsler kurmak üzere göndermeden önce, Irak hava savunmasını, iletişimini ve karargâhlarını “zayıf düşürmek” (yani unufak etmek) için yıkıcı bir bombardımanla işe başlamak isteyeceklerdir. ABD’li planlamacılar, bu kampanyanın, Irak önderliğini hızla daralan bir çemberde “tecrit” edeceğini umuyorlar. Plan dört ABD tümeni artı bir İngiliz zırhlı tümenini içeriyor. Birisi Ocak başları ve ikincisi Şubat sonları olmak üzere iki saldırı tarihi üzerinde çalışıyorlar. Britanya kuvvetleri, 7. Zırhlı Tugay (Çöl Fareleri), 200 kadar Challenger tankı ve SAS unsurlarını içerecek.

Sivil kayıpların gerçek sayısı tahmin edilenin çok üzerinde olacaktır. Pentagon’dan sızan raporlara göre, sadece ilk 48 saatte 800 cruise füzesi Irak’a yağdırılacak. Bu 1991’de 40 günlük saldırıda fırlatılan füzelerin toplam sayısının iki katından fazla. Akıllı bombalar hakkındaki tüm laflar sadece kamuoyunu sivil kayıp olmayacak şeklinde yanıltmanın bir aracıdır. Yani zırvalık. Yugoslavya’da kullanılan “akıllı bombalar” hakkındaki propagandanın kamuoyunu yanıltmak için tasarlandığını şu anda herkes bilmektedir.

Irak’ı “fiziksel, duygusal ve psikolojik” açıdan paramparça etmeye niyetlendiklerini söyleyen Pentagon sözcüsü, saldırganların asıl amacını dışa vurmuş oldu. Harlan Ullman adlı bir askeri stratejist şunları ifade etmiştir: “Bağdat’ta güvenli bir yer olmayacak. Bunun muazzam boyutları daha önce hiç düşünülmedi (…) Bunun sonucunu Hiroşima’da kullanılan nükleer silahlarda olduğu gibi derhal alırsınız, günler ya da haftalar sonra değil, dakikalar içinde.” Ve George Bush “eğer gerekirse” Irak’ta nükleer silah kullanmaya hazır olduğunu da söylüyor. Gülümseyen “insancıl demokrasi” maskesinin ardındaki iğrenç ve vahşi yüzdür bu.

İnsan hayatı kaybı muhtemelen korkunç düzeylerde olacak. The Daily Mirror’da (29 Ocak 2003) John Pilger, BM Sağlık Örgütünün güvenilir bir raporundan şunu aktarıyor: “500 bin kadar insanın doğrudan ya da dolaylı yaralanmalar sonucunda tedaviye ihtiyaç duyacağı tahmin ediliyor.” Dahası, ölü ve yaralı sayısı doğrudan bombardımanlarda ölenlerin sayısından çok daha fazla olacak.

Son Körfez Savaşının ardından Amerikalılar ve müttefikleri, Irak savaş alanlarındaki anti-tank mayınları ve diğer patlayıcılarda 300 ilâ 800 ton arası seyreltilmiş uranyum-238 bıraktılar. Bunun sonuçları Irak nüfusu için korkunçtu. Seyreltilmiş uranyum kan, kemik ve böbreklerde kansere yol açıyor ve solunum yoluyla akciğerlere nüfuz edecek küçük radyoaktif parçacıklardan oluşan bulutlar halinde yayılıyor. Pratik olarak bunu yok etmek mümkün değil, bu yüzden Irak’ın büyük bir kısmı radyoaktif olarak kalıcı biçimde kirlenmiş durumdadır.

Basra’daki pediatristler son savaştan beri çocuklarda kanser ve lösemi vakalarındaki artışın %1200’lere vardığını rapor ediyorlar. Seyreltilmiş uranyumun kullanıldığı bölgelerde sakat doğumların sayısı iki katına çıktı. Bebekler gözleri ya da beyinleri olmadan doğuyorlar. Savaş sonrası Irak’a uygulanan korkunç ambargodan dolayı, Iraklı doktorlar, anti-radyoaktif makineleri, antibiyotikleri, kemoterapi ilaçlarını veya bu çocukları tedavi etmek için gereken diğer araçları tedarik edemiyorlar.

Bu etkiler ABD uzmanları tarafından iyi biliniyordu, çünkü son savaş öncesinde bu konuyu bir hayli incelemişlerdi. Bu bize Batı medeniyetinin liderlerinin hümanist fikirleri hakkında bilmemiz gereken her şeyi söylüyor. Şimdi bu mutsuz ülkenin halkı üzerinde yeni canilikler planlıyorlar.

Geçen aylarda, Irak hedeflerini bombalamada keskin bir artış oldu; kuzey ve güneydeki uçuşa yasak bölgelere düzenlenen seferlerdeki artış oranı %40’lara vardı. Bu bombardıman, müttefik birliklerinin çabucak Irak’ın içlerine girebilmesini mümkün kılacak şekilde Irak’ın komuta merkezlerini, uçaksavar ve gemisavar füze tesislerini zayıf düşürmüştür. Bir süre önce, Irak hedeflerinin bu son dönem bombardımanının Irak’a karşı savaşın ilk darbelerini temsil ettiğine işaret etmiştik. Bugün bu değerlendirme doğrulanmıştır. BM hakkında kopartılan tüm yaygara yalnızca bir sis perdesidir. Washington bu perdenin ardında saldırıya dönük askeri hazırlıklarını zorla kabul ettiriyor. Aslında savaş çoktan başladı.

Gangster yöntemleri

Roma imparatorluğunun yozlaşma döneminde, devlet sıradan haydutlar gibi davranan rüşvetçi ve kanunsuz imparatorların ellerindeydi. Günümüzde, ABD egemen sınıfının önde gelen politik temsilcileri, kendilerine özgü iş dünyası ahlâk tarzını beraberlerinde getiren bir eşkıyalar, dolandırıcılar ve şirket hırsızları çetesidir: Enron’da şahit olduğumuz orman ahlâkı bugün dünya politikası arenasında da aynen geçerlidir.

Bu insanlar, tıpkı içinden geldikleri sınıf gibi, kaba, dar görüşlü ve zır cahildirler. Rooseveltler ve Kennedyler gibi eski patrisyenlerin maharetinden yoksundurlar. Geçmişte, sözünü ettiğimiz bu unsurlar bu tür işleri daha büyük maharetle yaparlardı. Zırhlı yumruk genellikle diplomasinin kadife eldiveninin içinde saklanırdı. Ama şimdi masaya indiriliyor, insanların yüzüne patlatılıyor. Bu durum, gören gözlere ve düşünen beyinlere emperyalizmin gerçek doğasını göstermek için iyi bir fırsattır. Günümüz liderleri, politik vizyonları banka bakiyelerinden öteye gitmeyen, dünya politikasını kavrayışları kaba şiddetle sınırlı para düşkünü insanlardır. Birçoğunun şirket sahtekârlıklarından dolayı hapiste olmaları gerekiyordu. Bunun yerine dünyanın en güçlü ülkesinin tepesinde duruyorlar. 21. yüzyılın ilk on yılında dünya politikasının manzarası budur.

Beyaz Saray’daki mafya kliğinin yöntemleri ortaçağın haydut baronlarınınkine yakından benziyor, ama eski haydut baronlar silahlarının doğal ilkelliğiyle ve belli bir genişlikteki hakimiyet bölgeleriyle bir şekilde sınırlıyken, bizim modern condottieri’ler dünya tarihinde görülmemiş en güçlü kitle imha silahlarıyla silahlanmıştırlar. Ticari araçları, gambot diplomasisiyle desteklenmiş ahlâksız güç politikasıdır. Gözlerini kırpmadan anlaşmaları yırtarlar. Hiçbir bahane olmaksızın dahi bir ülkeye savaş açarlar ve sonra vicdanları sızlamadan rahatça uyudukları yataklarına çekilirler. Dünyanın kaderini ellerinde tutanlar şimdi bu tür insanlardır!

Washington’daki yönetici kliğin tümünün petrolcülerden oluşması tesadüf değildir. George W. Bush, petrol zengini baba George Bush’un oğlu olmasının dışında Arbusto petrol şirketinin kurucusudur. Ayrıca başka bir petrol şirketi Spectrum 7 Energy’nin ana hissedarı ve Harken Oil and Gas’ın eski yöneticisidir. Başkan yardımcısı Dick Cheney, Halliburton Industries’in eski yönetim kurulu başkanıdır ve Unocal, Exxon, Shell ve Chevron’un işleriyle de ilgilenmektedir. Ve Condoleeza Rice’ı da unutmayalım. Kendisi Chevron Oil ve Caspian Oil’in baş yöneticisidir. Petrol endüstrisiyle o kadar içli dışlıdır ki kendi adını taşıyan bir tankeri bile vardır. Büyük petrol şirketleriyle olan bu yakın bağ şüphesiz hesaplarında önemli bir rol oynuyordur.

Bu emperyalist haydutlar saldırı için sadece bahane arıyorlar. Müteahhitler ve petrol şirketleri şimdiden Irak’ın tam kapsamlı bir yağmalanışına hazırlanıyorlar. Eğer biraz daha zaman tanıyor ve BM’de oyun oynuyorlarsa, bu, birliklerini konuşlandırmak için biraz daha zamana ihtiyaçları olduğu içindir. Elbette, tarihte her egemen sınıf faaliyetlerini haklı gösterebilmek için bir ideolojiye ihtiyaç duyar. Ortaçağın kapanışında iktidarı almak ve elde tutmak için her türden yöntemi kullanan –hançer ve zehirle suikast, entrika, komplolar ve yalanlar– vicdansız egemenlerin eylemleri, Machiavelli’nin yazılarında çok yetkin bir gerekçelendirme buluyordu. Her ne kadar bu büyük Floransalının entelektüelliğinden yoksun olsalar da, Washington ve Londra’daki egemen kliğin ısmarlama yazarlar, fırıldaklar, propagandacılar ve satılmış kalemler ordusu da, Irak’ın çarmığa gerilmesini haklı çıkaran akla yatkın sağlam bin bir sebep bulmak için sıkı çalışıyorlar.

Emperyalist kamptaki çelişkiler

Dünya kamuoyunu küçük gören Amerikalılar, kendilerini bir anda yalıtılmış bir durumda (İngiltere hariç) buldular, ama bunu pek de dert edinmiyorlar. Bu tecridin geçici olacağını biliyorlar, ne de olsa kararsız “müttefikler” tehdit ve rüşvet karışımıyla kazanılabilirler. Kıdemli ABD bürokratları, eğer Güvenlik Konseyi Bağdat’ın ihlallerine nasıl cevap verilmesi konusunda hemfikir olamazsa, 1441 nolu kararın Washington’a tek taraflı olarak savaşa girmek için yeterli hukuki temeli sağladığını açıkça ilan ettiler. Bu yüzden saldırı muhtemelen Mart ayının sonundan önce başlayacaktır, çünkü bu tarihten sonra çöl sıcağı ciddi sorunlar yaratabilir.

ABD emperyalizminin bu macerasında Britanya hükümeti aşağılık bir rol oynuyor. Londra şimdiden 40 bin asker –Britanya silahlı kuvvetlerinin toplam gücünün üçte biri– sözü verdi. Tony Blair Washington’un fino köpeği gibi davranıyor, sahibi emir verdiğinde atlamaya hazır. Britanya Amerika’nın eşit partneridir şeklindeki gülünç numaralara Blair’in kendisi de dahil hiç kimse inanmıyor. Öte yandan, Washington’a bu kölece itaat, dünya meselelerinde Britanya’nın ikincil konumunun açık bir yansımasıdır. ABD emperyalizminin iradesiz bir uydusu konumuna düşmüştür.

Farklı emperyalist güçler arasında derin ayrılıklar ve çelişkilerin mevcut olduğu açıktır. ABD, Fransa ve Rusya, hepsi dünya sahnesinde özellikle Ortadoğu’da avantajlı konuma geçmeye çalışıyorlar. Güvenlik Konseyinin Saddam’ı silahsızlandırma girişimi için vereceği kesin karar konusunda hâlâ didişip duruyorlar. Fakat bu didişmeler artık gerçekten anlamsız. Nitekim diplomatik inceliklerin zamanı geçti. Berlin ve Paris’ten yükselen protestoların etkisi yok. Gelecek birkaç hafta içinde gittikçe sessizleşecekler. Ruslar çoktan ağız değiştirdi ve Fransızlar da değiştirme sürecindeler. Kaldı ki, yiğitliğin yarısından fazlası ihtiyattır!

Aslında, ABD’ye karşı savaşa girmeyi istemedikçe, bu konuda yapabilecekleri pek bir şey yok. ABD’nin tek taraflı eylemi Güvenlik Konseyinin iktidarsızlığını ve Paris ile Moskova’nın blöflerini açığa çıkartacaktır. Oldu bitti karşısında Ruslar, ticaret anlaşması, para ve Çeçen sorununda biraz “anlayış” karşılığında Irak’a saldırıyı desteklemek noktasında Washington’la anlaşma sağlamışlardır.

Böylece, bir hayli gürültü çıkaran Ruslar gerçeklerin saati çalar çalmaz bir dönüş sergilemiş oluyorlar. Başlarındaki belâlarla boğuşabilmeleri için kendilerine el altından birkaç hoş ve küçük imtiyaz tanınacak. Fransızların durumu ise biraz daha karışık. Onlar dünya politikasındaki rollerini güçlendirmek istiyorlar ve Irak’a dönük ABD planlarıyla uyuşmayan çıkarlara sahipler. Fakat onların da, eğer Washington’un planlarını Güvenlik Konseyinde veto ederlerse, Amerikalıların ve İngilizlerin Irak’a bir şekilde saldıracağını, böylece Fransızların küçük düşmüş olacağını (ki bu kötüdür) ve ellerinde hiç petrol anlaşması kalmayacağını (ki bu en kötüsüdür) anlamaları sağlanacak. Onlar da ağız değiştirmeye hazırlanıyorlar.

Avrupalılar Amerikalılardan daha ahlâklı veya daha barışçı değiller, sadece daha zayıflar. Barış ve diplomasiye sarılmaları, taleplerini Amerikan tarzında dayatacak silahlarının olmayışındandır. Amerika, tüm muhalefeti bir kenara iterek ve kendi tutumunu zorbalık, tehdit ve rüşvet karışımıyla dayatarak, dünyayı bir kenara itip kendine yol açıyor. Adetâ Baba filminin dünyası dünya siyaseti arenasına taşınmış gibidir.

BM teşhir oluyor

Görmek istemeyen kadar kör biri yoktur. Duyularının sağladığı tüm delillere rağmen hâlâ uluslararası hukuk denen şeye inanan bazı saflar var. Bunlar, akıl almaz bir şekilde, savaşı engellemesi için hâlâ Birleşmiş Milletlere başvuruyorlar.

Blair gibi sağcı reformistler açıktan emperyalizmi desteklerken, solcu reformistler Saddam Hüseyin’e karşı güç kullanmanın Güvenlik Konseyinin onayından geçmesi gerektiğini belirtiyorlar. “Savaşa hayır” demiyorlar, “BM’nin desteklemediği savaşa hayır” diyorlar. Aynı insanlar kısa süre önce 1441 nolu kararın kabul edilişini barış için bir zafer olarak adlandırmışlardı! 1441 nolu kararın askeri eylemden değil, yalnızca “denetleme” ve “silahsızlandırma”dan söz ettiğini iddia etmeye çalışıyorlar! Saddam Hüseyin’e ısrarla BM’nin baş silah denetçisi Hans Blix ile işbirliği yapmasını tavsiye ediyorlar. Ve saire, ve saire.

Son aylarda BM’nin devreye girmesi için tamtam çalanlar istediklerini elde ettiler. BM, 1441 nolu karar lehinde oy verdi, yani pratikte Irak’a karşı saldırgan askeri eylemlerin yolu açıldı ve ABD’ye gelecekteki saldırıları için uygun bir bahane sağladı. Kararın daha mürekkebi kurumadan, korkunç ikizler, Saddam’a güvenilmez kampanyası başlattılar. Kararın oybirliğiyle kabul edilmesinden birkaç saat sonra, Bush, “Irak’ın karara uymamasının doğuracağı durumlar hakkında kısır tartışmalara sapmaması” konusunda Güvenlik Konseyinin kulağını çekmeye başlamıştı bile.

Bu kararın barış davasına nasıl hizmet ettiğini açıklamak imkânsızdır. Irak’a karşı daha sert eylemler için BM’de onay aldıktan hemen sonra George Bush Bağdat’a devâsa bir askeri saldırı planını hızlandırdı. Bush ve Blair, Irak’ın herhangi bir ihlâlinin Güvenlik Konseyinin yeni bir kararına gerek duymaksızın derhal askeri operasyona yol açacağını birçok kez açıkladılar. Bush, Güvenlik Konseyinin cuma günkü Irak’ı silahsızlandırma oylamasından çok daha önce Saddam Hüseyin’i iktidardan indirme planını onaylamıştı.

BM hakkındaki tartışma sadece naif ve dar görüşlü değil, aynı zamanda son derece zararlıdır. Güvenlik Konseyindeki oylama, arkasında hummalı savaş hazırlıklarının sürdüğü bir sis perdesinden başka bir şey değildir. Dünya kamuoyunun dikkati Güvenlik Konseyindeki maskaralıklarla başka yöne kaydırılırken, Bush ve onun üst düzey bürokratları Irak’a kara saldırısı düzenlemek üzere 200 binden fazla askerin konuşlanmasını içeren bir taslak planı çoktan onaylamışlardı.

Uzun zaman önce Lenin, Milletler Cemiyetine “savaşı durdurması” için başvuranları küçümsemişti. O bu kurumu “şu hırsız mutfağı” diye tanımlıyordu. BM de Milletler Cemiyetinden zerrece iyi değildir. Kore ve Kongo gibi müdahale ettiği her yerde BM açıktan karşı-devrimci bir rol oynamıştır. Irak sorununda da farklı bir şey yok.

BM tarafsız bir arabulucu değil, yalnızca kapitalist güçlerin bazen ikincil meselelerde anlaşmaya varabildikleri, ama asıl meselelerde hiçbir şeyi değiştiremedikleri bir forumdan ibarettir. BM’nin Filistin’e ilişkin pasif eylemsizliği ile ABD’nin Irak’a karşı saldırganlığını açıktan savunması arasındaki çelişki çarpıcı biçimde ortadadır. Şaron silahsız Filistinlileri doğrarken ve utanmazca BM kararlarına meydan okurken, BM kollarını kavuşturup bekliyor. Bu arada, Irak’a karşı BM’nin otoritesine arka çıkma konusunda büyük gayret gösteren George W. Bush, İsrail’in onyıllardır BM’nin suratına tükürdüğü gerçeğinden hiç bahsetmiyor, bilâkis Şaron’u destekliyor.

Tüm bunlar, bir kez daha, Birleş-me-miş Milletlerin tümüyle gerici doğasını ve “barışı koruması” için her daim BM’ye başvuran “Solların” ve pasifistlerin iflâh olmaz ütopik tavırlarını açığa çıkartıyor. Ama ABD’nin tehdit ve rüşvet kombinasyonlarıyla Güvenlik Konseyinden kendi amaçlarına uygun yeni bir karar çıkartması hiç de beklenmedik bir şey değildir.

Tüm bunlardan çıkan dersler, kör bir adam için bile açık olmalıdır: Tıpkı sınıflar arasında tarafsız arabulucu diye bir şey olamayacağı gibi, ülkeler arasında da olamaz. Öyleyse sosyalistlerin BM hakkında yanılsamalara kapılmalarına ya da herhangi bir durumda ona başvurmalarına asla izin verilemez. Bizler, Irak halkının kaderini BM’deki entrikalara tâbi kılan tüm çabaları mahkûm ederiz. Böyle bir zırvalık sadece sorunu karıştırmaya yarar ve savaş için potansiyel bir bahane hazırlar. Bizler, Güvenlik Konseyinin onayı olsun ya da olmasın, Irak’a yönelik her saldırının tümüyle karşısındayız.

Demokrasi ve emperyalizm

Zenginlik ve gücün birkaç elde yoğunlaşması, bir avuç dev tekelin üretim araçlarının büyük çoğunluğuna sahip olduğu ve denetlediği emperyalizmin ve tekelci kapitalizmin bugünkü aşamasının kaçınılmaz sonucudur.

Tüm dünya ticareti, sayıları 200’ü geçmeyen dev firmalar tarafından kontrol ediliyor ve bunların çoğu Amerikan firması. Tüm önemli kararlar bu büyük tekellerin yönetim kurullarında alınıyor. Kimse tarafından seçilmeyen ve kimseye karşı sorumlu olmayan küçük bir insan topluluğu tüm ülkelerin kaderlerini belirliyor. Milyonların çalışıp çalışmayacağına, yiyecek bulup bulamayacağına, yaşayıp yaşamayacağına onlar karar veriyorlar.

Bununla karşılaştırıldığında seçilmiş hükümetlerin güçleri gerçekten önemsizdir. George W. Bush dünyadaki en güçlü ülkenin başkanıdır, fakat aslında o, çıkarlarına hizmet etmek zorunda olduğu büyük tekellerin kuklasıdır. Bunu –her zaman zeki bir biçimde olmasa da– isteyerek yapar, çünkü kendisi de Amerikan oligarşisinin asıl parçasını oluşturan süper zengin petrol baronları sınıfının bir üyesidir. Yürürlüğe koyduğu son vergi indirimi paketi asıl olarak zenginlerin yararınaydı. Gerçekte vergiden kurtarılan tüm paranın %45’i, nüfusun en zengin %1’lik kısmına gitmiştir.

Demokrasiye dair tüm lakırdılar, tüm dünyaya egemen olmak ve tüm ülkeleri kendi iradesine boyun eğdirmek isteyen ABD tekelci kapitalizminin ve emperyalizminin çirkin gerçekliğini gizlemek maksadıyla söyledikleri boş sözlerden başka bir şey değildir.

Bush ve Blair’in ağzında “demokrasi” büyük bankalar ve tekeller diktatörlüğünün takma adıdır; “barış”, ABD’nin askeri egemenliğinin ve düşmanlarının silahsızlandırılmasının başka bir ifadesidir ve “insanperverlik” en vahşi türde askeri müdahaleleri haklı çıkartmaya yarayan bir incir yaprağından ibarettir.

Emperyalizm çağında, demokrasinin her türlü gerçek içeriği boşaltılmıştır. Gerçekten önemli kararlar parlamentonun dışında –büyük şirketlerin yönetim kurullarında– alınır. Britanya parlamentosunda iktidar parlamentodan kabineye ve kabineden de Tony Blair çevresindeki küçük danışmanlar ve seçilmemiş bürokratlar kliğine geçmiştir. ABD’de de iktidar Bush’un etrafındaki şebekenin ellerindedir. Aynısı demokratik olduğunu iddia eden diğer kapitalist ülkelerin tümü için geçerlidir. Kamuoyuna küçümsemeyle bakılır. Sadece askeri-sınai kompleksler ve büyük petrol şirketleri dikkate alınır. Fakat ABD’de havanın döndüğüne dair işaretler var. Bu saldırganlığın başlamasından önce bile Washington ve San Francisco’daki kitlesel gösteriler bir şeylerin yaklaşmakta olduğunun işaretidirler.

Her yerde demokratik haklara saldırılıyor ve devlet aygıtına yeni ve çok sert baskı yetkileri bahşediliyor. Anti-terör yasaları sorgulanmaksızın kabul edildi, bu yasalar yarın işçi hareketine karşı kullanılacaklar. “Terörle savaş” adına demokratik haklar kısıtlandı, 11 Eylül’de tam bir beceriksizlik gösteren ama eylemleri hakkında kimsenin soru sormaya cesaret edemediği gizli servislere muazzam paralar tahsis edildi. Guantanamo Körfezindeki ABD kampında silahsız mahkûmlara yapılan korkunç uygulamalar, Amerikan emperyalistlerinin soğukkanlı zalimliğini gözler önüne seriyor. Bu, hiç mahkemeye çıkarılmamış silahsız mahkûmlara, sistematik işkence, aşağılama ve kötü muamele yapılması anlamına geliyor. Tüm bunlar “özgür basın” tarafından sorgusuz kabul görüyor, çünkü mahkûmlar terörist addediliyorlar.

Demokratik hakları, özellikle grev hakkını, protesto hakkını, gösteri hakkını sınırlayacak tüm girişimlere karşı savaşmalıyız. Bugün “gerçek demokrat” pozlarına bürünen kapitalistlerin direnişine karşı işçi hareketinin uğruna mücadele verdiği ve kazandığı haklardır bunlar. Aslında zengin elit her zaman demokrasinin düşmanı olagelmiş ve demokrasinin ancak sınırlı ve bozulmuş bir biçimine tahammül etmiştir, o da kitlelerin basıncıyla böyle davranmak zorunda kaldığı sürece. İşçi hareketi, sözümona teröre karşı savaş adına demokratik haklara yönelik hiçbir kısıtlamayı kabul etmemelidir. Demokratik hakların azami ölçüde genişletilmesi bizim çıkarımızadır, çünkü bu, işçi sınıfına toplumu dönüştürme kavgasında en uygun koşulları sağlar. Fakat şunu anlamalıyız ki, bu hakların hiçbiri, toprak, bankalar ve büyük işletmeler zenginlerin güçlü oligarşisinin özel tekelinde kaldığı sürece güvence altında değildir.

Propaganda ve diplomasi

Her savaş patlak vermeden önce, düşmanı şeytan olarak göstererek ve suçu karşı tarafa atarak, kamuoyunun kafasını karıştırmak ve saldırıyı haklı göstermek üzere tasarlanmış bir propaganda bombardımanı yaşanır. Uluslararası diplomasi karmaşasını takip etmek ve tüm cafcaflı lafların ardında yatan çıkarları ve manevraları keşfetmek gerekir.

Muhtemelen tarihte hiçbir zaman haberler bu denli manipüle edilmemiştir. Basın özgürlüğü asla bugünkünden daha boş bir laf olmamıştır. Kitle iletişim araçları savaşı desteklemek için seferber edilmiştir. ABD’de basın genellikle Beyaz Saray basın teşkilâtının hizmetindedir ve onun tarafından manipüle edilir. Bu teşkilât bugün aşılması güç bir aygıt teşkil ediyor. Silahlar gürlemeye başlayınca bugün kimi şüpheleri dillendiren sesler bile susturulacaktır.

Emperyalizm çağında, basın ve diğer kitle iletişim araçlarının bağımsızlıklarını korumasını beklemek nafiledir. Tüm büyük gazetelerin bir avuç medya patronunun elinde olduğu koşullarda, yazı kurullarının bağımsızlığı fikri sadece alaycı bir gülümsemeyi hak ediyor. İkincil meselelerde yarı muhalif tavırlar sergileyen gazeteler ise, asıl önemli sorunlarda kritik an gelip çattığında muhakkak surette kapitalizmin ve emperyalizmin tarafına geçerler.

Diplomasinin kıvırmaları ve manevralarıyla ilgilenmek ve kendi hükümetinin savunduğu gerçek sınıf çıkarlarını görmeye çalışmak öncü işçilerin görevidir. Her zaman asıl düşmanın kendi egemen sınıfımız olduğunu ve hiçbir koşulda dünyanın herhangi bir yerinde barış, özgürlük ve demokrasi ülküsünü sahiplenmekte burjuvaziye güvenemeyeceğimizi hatırlamalıyız.

Uluslararası sorunlarda burjuvazinin liderliğini kabul edersek, kaçınılmaz olarak ülke içinde de sermayenin diktatörlüğünü kabul etme noktasına varırız. Dış politika iç politikanın devamından başka bir şey değildir. Savaş normal politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir. Bu nedenle barış ve savaş zamanlarında birbirlerinden tamamıyla farklı siyasetler izleyemeyiz. Hem savaş hem de barış döneminde patronlara ve onların devletine karşı amansız bir muhalefet yapacağız ve işçi sınıfı ve onun örgütlerinin bağımsızlığı ve çıkarlarını savunmak için savaşacağız.

Reformistler “ülkenin iyiliği” ve “birliklerimizi desteklemek” için savaş zamanında sınıf mücadelesini durdurmak zorunludur diye bizi ikna etmeye çalışacaklardır. Bu ahlâksız bir numaradır. Tüm hükümetler, hemşirelere, öğretmenlere ve itfaiyecilere ödenecek “para olmadığı”, okullar için, hastaneler için veya yeterli bir emekli maaşı için kaynak bulunmadığı gerekçesiyle sosyal harcamaları kısıyorlar. Ama iflâs eden şirketlerin hissedarlarına ve şirket parazitlerine skandal ölçüsünde para ödemek için daima bol miktarda para vardır, tıpkı bombardıman uçakları, füzeler ve Afganistan veya Irak’ı işgal için de daima yeterince para olduğu gibi.

Savaşta da barışta da sınıf işbirliği politikasıyla ortak bir yanımız olamaz. Bizler işçi sınıfına doğruyu söyleyeceğiz: Bu savaş özellikle petrol baronlarının, askeri-sınai kompleksin ve ABD emperyalizminin çıkarları içindir. Dünya halklarının ve işçi sınıfının çıkarlarına karşıdır.

Askeri birliklere gelince. Hiç utanmadan onlardan kanlarını silah üreticileri ve petrol şirketlerinin kârları için dökmeleri isteniyor. Askerlerin çıkarları emperyalizme ve militarizme karşı amansız mücadelede yatar. Bugün işçi hareketinin önceliği bu noktadadır.

Savaştan ya da bir halkın diğer bir halk tarafından ezilmesinden hiçbir çıkarları olmayanlar yalnızca tüm ülkelerin emekçi insanlarıdır. Kapitalizm kaçınılmaz olarak emperyalizmi ve yabancı pazarlar, hammadde bölgeleri ve nüfuz alanları için mücadeleyi doğurur. Kapitalizm savaş demektir. Bu yüzden savaşa karşı mücadele, kapitalizm ile savaşmaktan, toplumun sosyalist dönüşümü için savaşmaktan kopartılamaz.

Kapitalizm savaş demektir

Savaşa saf duygularla ya da pasifist açıdan yaklaşmak nafile bir harekettir. Bu, bir hastaya doğru teşhis koymak ve uygun ilaçları vermek yerine, hastalığın belirtileri karşısında gözyaşı dökmekten başka bir şey yapmayan bir doktorun durumuna benzer. Hasta bu duygudaşlık gösterisine minnettar olabilir, ama bundan pek de bir fayda görmez.

Savaşa karşı etkin bir mücadele sürdürmek için öncelikle savaşın nedenlerini anlamamız gerekir ve bu da ancak savaşın ardındaki sınıfsal çıkarları kavrayabilirsek mümkündür. Uzun zaman önce Lenin kapitalizmin savaş anlamına geldiğini açıklamıştı. Günümüzdeki kapitalist gerileme çağında, bu tespit, yazıldığı dönemden çok daha doğrudur. Kapitalizmin küresel krizi kendini genel bir istikrarsızlık –ekonomik, politik ve askeri– olarak dışa vuruyor.

Savaşlar, BM tarafından ya da pasifist barış çağrılarıyla engellenemez. Savaş sadece kitlesel eylemle ve emperyalizme ve kapitalizme karşı devrimci mücadeleyle engellenebilir. Pentagon’un dikkatle hazırlanan tüm planlarına rağmen bu çelişki yine de birçok sürpriz üretebilir. ABD askeri planlamacıları savaşın çabuk sona ermesini istiyorlar. Amerikan kuvvetlerinin ülkenin daha da içlerine girmesine imkân tanıyacak üs niteliğindeki alanların çabuk ele geçirileceğine güveniyorlar.

Bu yaklaşımın sebebi besbelli. ABD, Suudi Arabistan’ın da dahil olduğu komşu ülkeler tarafından, bu savaşın asgari düzeyde sivil kayıpla ve çabucak bitirilmesi için baskı altında tutuluyor. Bölgeye büyük miktarda ABD birliğinin toplanması kitlelerin reaksiyonundan korkan Batı yanlısı Arap rejimlerinde derin endişelere yol açıyor.

Beyaz Saray ve Dışişleri Bakanlığı görevlileri, kıdemli bir bürokratın askeri saldırıdan ülkenin çeşitli kısımlarının işgaline “kesintisiz geçiş” dediği şeyi tartışıyorlar. Kendilerine oldukça –muhtemelen aşırı şekilde– güveniyor görünüyorlar. Fakat savaşın kanlı denklemi önceden kestirilemeyen etmenlerle doludur ve kimse sonucu kesin olarak tahmin edemez. Napolyon’un belirttiği gibi, savaş tüm denklemlerin en karmaşık olanıdır.

Irak ordusunun ve kitlelerin moral durumunu önceden tahmin etmek imkânsızdır. Irak halkının mevcut rejim için savaşmaya ne ölçüde istekli olacağı net değildir. Fakat Iraklılar bir savunma savaşı verecekler. Ve bunu Kuveyt’te değil kendi ülkelerinde yapacaklar. Amerikan emperyalizmine karşı bir nefret var, ki bu da mücadeleci bir ifadeye bürünerek işgalcilere bazı tatsız sürprizler yaşatabilir.

Irak gibi bir ülkeyi işgal etmek basit bir iş olmayacak. Genel kurmayın ileri görüşlü üyeleri tarafından bilinen bir olgu bu. Tüm operasyon hakkında CIA’in ciddi tereddütleri olduğu anlaşılıyor. Eğer Amerikalılar 1991’de Bağdat’a kadar ilerleme avantajını kullanmadılarsa, bu duygusal nedenlerden değil sonuçlarından korktukları içindi. 12 yıl önce Dick Cheney Irak’ı işgal etmenin tehlikeli olabileceğinden bahsediyordu. Doğru olabilir. 1991 Körfez Savaşında Irak ordusunun hemen çöktüğü doğrudur. Fakat bu sefer senaryo farklı.

Bazı ABD’li generaller şimdiden eğer iş Bağdat’ta sokak savaşına dönüşürse Amerikan kayıplarının yüksek olabileceği uyarısını yapıyorlar. Iraklılar kendi topraklarında savunma savaşı yapıyor olacaklar. Saddam Hüseyin ve yönetim kliği ayakta kalmak için savaşacaklar. Ve Iraklılar Bush’un bahsettiği çok miktarda kitlesel imha silahlarına sahip olmasalar da ciddi zararlar verebilecek yeterli silahlara sahip olabilirler.

Bu ABD’nin Irakta yenileceği anlamına gelmez. Ateş gücündeki muazzam üstünlüğü zaferi garantilemek için yeterli olsa gerek, her ne kadar bunun neye mal olacağı belli olmasa da. Her türlü nahoş sürprizler onları bekliyor olabilir. Geçen Temmuzda, tüm zamanların en büyük savaş oyunu olan ve 250 milyon dolara patlayan Millenium Challenge tatbikatı sırasında bu durum çok ilginç bir biçimde ortaya çıktı. Irak’taki savaş senaryosuna dayalı bu tatbikatta, ABD ordusunun tüm birleşik gücü tek bir adamın –emekli koramiral Paul Van Riper– karşısına çıkarıldı. Sonuçta ABD ordusu, tatbikat alelacele iptal edilmeden önce, ağır bir yenilgi aldı, 15 gemisi “battı” ve 1000 askeri “öldürüldü”.

Moral sorunu yalnızca taraflardan birini ilgilendirmiyor. Amerikan ve Britanya askerlerinin moral sorunu da hesaba katılmalıdır. Bu herkesin benimsediği bir savaş değil ve hatta bazı Batılı subaylar açıkça bu konuda şüphelerini ifade ettiler. Geçenlerde İngiliz savaş pilotlarının %65’inin savaş karşıtı olduğu belirtildi. Eğer can kaybı beklenenden çok olursa (bu olasılık yok sayılamaz) bunun Amerikan askerlerinin morali üzerinde, daha da önemlisi ABD’nin kendisinin morali üzerinde ciddi etkisi olacaktır. Bush riskli bir kumar oynuyor ve bu kumar ciddi bir hesap hatasına dönüşebilir.

ABD’nin zaferi durumunda bile, sorunlar sadece başlamış olacaktır. Geçmişte savaşlar genellikle devrimlerin ebesi olmuştu ve gelecekte de öyle olacaktır. Amerikan emperyalizminin işlediği korkunç saldırganlık eylemlerinin şüphesiz bunu hayata geçirenler tarafından öngörülmeyen ciddi sonuçları olacaktır. Şimdiki askeri ihtilafın sonucu ne olursa olsun (ki bu da tahmin edilemez) ardından kaos gelecektir.

Irak’ın işgalinin tüm Ortadoğu’da herkesi ve her şeyi etkileyen sonuçları olacaktır. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi Batı yanlısı Arap rejimleri Irak’taki savaşın, kitleleri Amman’ın, Kahire’nin sokaklarına dökecek ve bu çürümüş ve yoz rejimlerin devrilmesine yol açacak fitili ateşlemesi tehlikesinden dehşete kapılıyorlar. Bu yüzden savaş olmamasını ümit ediyorlar. Fakat bu boş bir umut.

Şimdiden Arap gençliği ve işçiler emperyalizme karşı seferber oluyorlar. Fakat bu yeterli değil. Son 50 yıldır Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın devâsa potansiyeli aslında emperyalizmin yerel ayakçısı olan yozlaşmış burjuva rejimler tarafından tüketilmiştir. Geçmişteki ulusal bağımsızlık mücadelesinde kitlelerin tüm muazzam fedakârlıkları hiçbir şey getirmedi. Arap dünyası şu anda emperyalizme geçmiştekinden daha fazla bağımlıdır. Elbette şimdi değişim zamanıdır! Anti- emperyalist devrim, ancak Arap monarşilerini, ağalarını ve kapitalistlerini devirmek üzere işçilerin ve köylülerin anti-kapitalist mücadelesine dönüşürse başarıya ulaşabilir.

Bu geniş bölgenin muazzam petrol zenginliği ve barındırdığı ekonomik potansiyel ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin sosyalist federasyonunda tam olarak açığa çıkabilir. Arap dünyasının balkanlaştırılması onu emperyalizm karşısında zayıf ve savunmasız duruma getiriyor. Sosyalist devrim ortak dil, tarih ve kültüre sahip milyonlarca insanı birbirinden ayıran yapay sınırları ortadan kaldıracak ve ekonomi ile kültürün serpilip gelişmesinin koşullarını yaratacaktır. Filistinlilerin, Yahudilerin, Kürtlerin, Kıptilerin, Dürzilerin, Ermenilerin, Berberilerin ve bu toprağın diğer halklarının karşılaştığı sorunları sadece sosyalist bir federasyon çözebilir. Kapitalizm, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın tüm halklarını güçten düşürmüştür. Onlara çıkış yolunu ancak sosyalizm sunabilir.

“Ekmekten önce silah!”

Savaşa doğru kayış karşı konulamaz hale geldikçe, dünya borsaları büyük düşüşler kaydediyor. Petrol fiyatları yükseliyor ve daha da yükselecek. Yatırımcılar tedirgin. İşsizlik daha da artıyor. Dünya ekonomisinin erken toparlanması rüyaları belirsiz bir tarihe ertelendi. Ekonomik kriz devletin vergi gelirinin düşmesi ve bütçe açıklarının yükselmesi anlamına gelir. Devasa savaş harcamaları bu nedenle kamu harcamalarında yeni kesintilerle karşılanmak zorundadır ve bunun da faturası işçilere ve orta sınıfa kesilir.

Halkın şikayetlerine emperyalist hükümetlerin cevabı hazırdır: “Zor günler yaşıyoruz. Hepimiz ulusal çıkarlar için fedakârlık yapmaya hazır olmalıyız.” Bununla kastettikleri, her ülkeyi mülk edinen ve denetimi elde tutan büyük bankalar ve şirketlerin çıkarlarıdır. Ülkenin kaynakları sınırsız değildir, derler. Bazı zor kararlar almamız gerekiyor ve bundan kaçmayacağız. Fakat zenginlerin kârları ve ikramiyeleri kutsaldır: onlara dokunulmamalıdır! “Zor kararlar” toplumun yalnızca en fakir kesimlerini etkiler.

Başka bir ifade ile bu “ekmekten önce silah” anlamına gelir. Hepsi, terörizm tehlikesini işe yarar bir bahane olarak kullanıp, muazzam ve korkunç bir yeniden silahlanma programına angaje oldular. Bu ölümcül oyunda dönen paranın miktarı gerçekten hayret vericidir. Böylece insanların ihtiyaçları için “para olmadığı” argümanının tümüyle yanlış olduğu görülüyor.

Sağcılar Marksistleri ülkeyi savunmasız bırakmayı istemekle suçlarlar. Bu tamamen yanlıştır. Bizler pasifist değiliz ve bir orduya ihtiyaç olduğunu kabul ederiz. Fakat bizim çıkarlarımızı savunmak için ihtiyaç duyduğumuz ordu, o dev canavar, yani modern ülkelerin çoğunda var olan daimi ordu değildir.

Bugünkü ölçüsünde silahlar “ülkenin korunması” için değildir, maksat emperyalist yağma ve prestij olduğu kadar, dev silah firmalarının kârlarını arttırmaktır da. Aynı zamanda bunlar her ülkede işçi sınıfının yarattığı zenginliğin gittikçe artan muazzam bir bölümünü yutan şişkin ve asalak bir bürokrasi doğurmaktadır. Silahlara harcanan paranın miktarı gerçekten baş döndürücüdür.

1991 Körfez Savaşı sadece Britanya’ya günümüz fiyatlarıyla 2,5-3 milyar pounda mal oldu. O dönem Britanya faturanın büyük kısmını diğer müttefiklerine havale edebilmişti. Şimdi, Britanya Hazine Bakanı Gordon Brown Irak’ta yaklaşan savaşın maliyetini karşılamak için 1 milyar pound ayırmış durumda. Fakat uzmanlar uzun bir çatışma durumunda rakamın 5 milyar pounda kadar ulaşabileceğini hesaplıyorlar. Onların öncelikleri hakkında bir fikir vermek için, bu paranın çok gerekli sağlık harcamalarına ayrılan kaynakları yüzde 7 oranında arttırabileceğini belirtelim.

İkinci Dünya Savaşının bitiminden bu yana ABD silahlanmaya şok edici bir rakam olan 19 trilyon dolar harcamıştır. Eğer birisi son 2000 yıldır her gün 26 milyon dolar harcasaydı bu rakam bile hâlâ Amerika’nın 1945’den beri silahlara harcadığı paradan daha az olurdu. Amerika’nın bu şekilde harcadığı miktar tüm dünya halklarının yaşam standartlarını dönüştürmeye yeterlidir. Sadece bu detay bile, bunama dönemindeki kapitalizmin çürümüş ve gerici doğasını göstermeye yeter.

Militaristlerin asıl amacı ülkeyi korumak değil, aksine kapitalist rakipleriyle yapacağı savaşlar için dizayn edilmiş baskıcı ve canavar bir devlet aygıtını yaratmaktır. Bu, kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçası, onun belli başlı “sabit giderler”inden biridir. İşçiler ve orta sınıftan beklenen şey, bu muazzam ve şişkin makineye ve generallerin pahalı oyuncaklarına soru sormadan para ödemektir. Fakat bu muazzam ve masraflı makinenin 11 Eylül’de son derece etkisiz olduğu ortaya çıktı ve o tarihten sonra, yeni terörist saldırılar riskini azaltmak şöyle dursun daha da arttıran işlere girişti.

“Terörle savaş” hakkındaki argüman kendi kendisini cevaplıyor. Nükleer füzelerle ve uçak gemileriyle donanmış dev bir ordunun, bıçaklı ve maket bıçaklı küçük fanatik gruplara karşı faydası ne? Hiç.

Benzer şekilde, Irak’a karşı temelsiz saldırganlığın “terörle savaş” ile hiçbir ilgisi yok, ama Ortadoğu’nun petrol zenginlikleri üzerinde tekelci bir kontrolü ve tam küresel hakimiyeti sağlamaya dönük ABD’nin hedefleriyle çok ilgisi var. Böyle bir savaşa karşı bizim yaklaşımımız çok açıktır: kesin ve aktif muhalefet.

Körfezdeki emperyalist savaş için ne tek bir kuruş, ne tek bir asker ne de tek bir kurşun! Müsrif silah harcamalarına hayır. Onun yerine biz geniş ölçekli bir yararlı kamu işleri programı talep ediyoruz. Evlere, okullara, hastanelere ve emeklilere daha çok harcama!

Silah sanayi derhal kamulaştırılsın ve silah üreticilerinin kârlarına el konulsun.
İşçi sınıfının denetimi ve demokratik yönetimi altında kamulaştırılmış planlı ekonomi.
Emperyalizme, militarizme VE kapitalizme karşı!

Bir şey kesin: Bu savaş, Beyaz Saray kliğinin arkasında duran büyük petrol şirketleri ve emperyalistler dışında kimsenin çıkarına değil. ABD’de bile işler Bush’un şu anda düşündüğü kadar kolay olmayacaktır. Eğer ABD ordusu ciddi kayıplar vermeye başlarsa, var olduğu kadarıyla savaş yanlısı hava hızla uçup gidecektir. Mevcut seçim zaferleri derhal tersine dönecektir. ABD’de bu savaş için büyük bir coşku yok, gönülsüz bir boyun eğiş hali var. Üstelik ilk kurşun atılmadan önceki durum bu. Olaylar geliştikçe, muhalefet de büyüyecektir.

Diğer ülkelerde ise düpedüz bir muhalefet havası var. Britanya’da, ülkedeki gerçek havayla bağlantısı tamamen kopuk olan Blair’in küçük kliği dışında savaşa çok az destek var. Avrupa ülkelerinin çoğunda, yaklaşan aylarda savaş karşıtı ciddi bir harekete dönüşebilecek açık bir düşmanlık var.

Her gerçek sosyalist, her sınıf bilinçli işçi ve sendikacı, daha iyi bir dünya için mücadele etmek isteyen her genç bu haksız emperyalist savaşa karşı en aktif ve militan mücadeleye katılmalıdır. Emperyalizme ve militarizme karşı mümkün olan en geniş kitle hareketini yaratmak zorunludur. Irak halkına karşı korkunç saldırganlığa elimizdeki tüm araçlarla karşı çıkmak zorunludur.

Kilit öncelik, her kasabada ve şehirde sendikacıları, sosyalistleri, komünistleri, genç eylemcileri, öğrencileri, göçmenleri ve tutarlı ve militan bir mücadele sürdürmeye istekli herkesi kendisine çeken savaşa karşı eylem komitelerinin oluşturulmasındadır.

Her işyerinde, okulda ve üniversitede, gösterilerle, grevlerle, broşürlerle ve kitlesel mitinglerle savaşa karşı kitlesel ajitasyon kampanyalarını örgütlemek için birleşelim. Halkın sesini duyuralım!

Saldırgan planları için emperyalistlerin farklı ülkelerdeki tesisleri kullanma yönündeki tüm çabalarını teşhir etmeliyiz. Belçika’da savaş gemileri için limanların kullanılmasını teşhir kampanyası neler yapılabileceğine güzel bir örnektir. Bu örnek diğer ülkelerde kullanılmalıdır. İspanyol Öğrenci Sendikası’nın tüm ülkelerin öğrencilerine savaşa karşı çıkmak için yaptığı birleşik mücadele çağrısı her yerde desteklenmeli ve duyurulmalıdır.

Her şeyden önce, savaş karşıtı kampanyaya işçi hareketinin desteğini kazanmak için çaba sarf etmeliyiz. Her sendika şubesinde ve işyeri temsilcileri komitelerinde sendikaların savaşa karşı çıkmasını talep eden kararlar geçirilmelidir. Mümkün olduğu her yerde, savaşa karşı grev sorununu ortaya koymalıyız. Bu sorun gündeme sokulmalı ve işyerlerinde tartışılmalıdır.

Kararlı bir önderliğin öne çıktığı ve sorunların açıkça izah edildiği yerlerde işçiler karşılık vereceklerdir. Şimdiden, Britanya’da askeri malzeme taşınmasını reddeden iki tren makinistinin cesur duruşunu gördük. Bu sınıf içinde gelişen havanın önemli bir belirtisidir.

Halkın ruh halinin ezici bir çoğunlukla savaşa ve Blair’in –Bush’un fino köpeği– savaş çığırtkanı politikalarına karşı olduğu Britanya’da, İşçi Partisi camiası içerisinde bir kampanya başlatmak özellikle önemlidir. Blair ve etrafındaki sağcı aylaklar şebekesinin utanç verici yönetimi İşçi Partisi camiasını öfkelendirmiştir. Daha ilk kurşunun atılmadığı şu anda bile, 49 İşçi Partisi Milletvekili hükümet aleyhinde oy kullandı.

Savaşa karşı mücadele etmeliyiz, ama bunu doğru yöntemlerle, doğru taktiklerle ve doğru politikalarla yapmalıyız: yani işçi hareketinin taktikleriyle, dünya emperyalizmine karşı mücadeleyi yurtiçinde ve yurtdışında toplumun sosyalist dönüşümü perspektifiyle ilişkilendiren sosyalizmin ve enternasyonalizmin politikalarıyla.

Bu cani savaşa karşı çık!
Kahrolsun emperyalizm ve kapitalizm!
Savaşa hayır, sınıf savaşına evet!

Londra, 6 Şubat 2003