Savaş Propagandası

Eric Rouleau

Savaş propagandaları arasında bir şey gözden kaçırılıyor: Irak sorunu sadece ABD’nin stratejik çıkarları açısından ele alınıyor.

Ne Bağdat’taki diktatörlük, ne kişi haklarının çiğnenmesi, ne kitle imha silahları, ne de terörist oyunlar gündemdedir, söz konusu olan sadece Körfez’de Amerikan üslerini sürekli olarak tutma gerekliliği ve “Saddam Hüseyin’in iktidarda olması ya da olmamasıdır”.

“İletişim” maskesi altında, tüm hükümetler yanlış bilgilendirme politikasını az ya da çok uyguluyor. Halkı seferber etmek için herşeyin mübah kabul edildiği savaş zamanında da haberlerin manipülasyonuna sıkça rastlanılıyor; yarı gerçek, yalan ve gerçekliği ispatlanamayan fısıltı haberlerin, fark ederek ya da etmeden yayımlanması bu uygulamanın örneklerinden. Savaş “haklı”, “kaçınılmaz” ve “savunmaya yönelik” olarak sunuluyor. Devletlerarası ilişkilerde orman kanunlarını kaldırma amacı güden uluslararası antlaşmaların çiğnenmesi durumunda, bir devletin anlaşmazlık karşısında tedbir alması halinde, savaşın “önleyici” olduğu kabul edilebiliyor.

Yanlış bilgilendirmenin de kendi kuralları var. Anlaşmazlığın öncesindeki kriz doruk noktasına ulaştı, düşman devlet şeytanlaştırıldı: başkanı sapına kadar kötülük eden biri olarak tanıtıldı; keyfe bağlı olarak “maceracı”, “piskopat”, “komünist” ya da “nazi” olarak adlandırıldı. İranlı Mussaddık,(1) Iraklı Saddam Hüseyin, Mısırlı Nasır, Libyalı Kaddafi, Filistinli Yaser Arafat’ın da içinde bulunduğu bu başkanlar, pek de sevimli olmayan niteliklerle anıldılar. Diğerlerinin arasında, daha geçenlerde ABD’nin ve Fransa’nın müttefiği olarak onurlandırılan Baas yanlısı Irak başkanı, birdenbire azılı bir despot olarak “yeni Hitler” haline geldi. Bu propagandaya kulak asmayan ve karşı çıkan, diplomatik bir çözümün yandaşları ise hemen “munichois”(2) ya da en iyi durumda “saf” olarak damgalandılar. Böylece bu grupların açtığı tartışmalar çabucak etkisiz hale getirildi.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana, kamuoyuna Irak’a askeri saldırı fikrini yaymak için hiçbir zaman bu denli araç kullanılmamıştı. Haber teknolojilerinin sahibi ABD bu alandaki ustalığını ispatladı. Yönetim bünyesindeki -Beyaz Saray, Pentagon, CIA ve Dışişleri Bakanlığı’ndaki- “iletişim bölümlerinin” çokluğu bir yana, ateş pahasına işe alınan “halkla ilişkiler” danışmanları, resmi söyleme göre Irak’ı güç kullanarak “normalleştirmeyi” amaçlayan başkan George W. Bush’un stratejisiyle “kalpleri ve beyinleri kazanmak” üzere görevlendirilmişti.

Bu işler bazen de güçlük çıkarabiliyor. Geçen sonbahar Pentagon’un, çok gizli bir şekilde Stratejik Etkileme Bürosu’nu kurduğu bilgisinin bir sızıntı sayesinde öğrenilmesini takiben Şubat 2002’de bir skandal patlak verdi. Bu büronun görevi, Amerikalı olmayan haber ajansları aracılığıyla (özellikle Fransız Haber Ajansı ve Reuters) kamuoyuna yanlış bilgiler vermekti. Bu skandal sonucunda, basında ve Senato’da oluşan tepkilere karşı, savunma bakanı Donald Rumsfeld, bu birimin kapandığını ilan etmek ve özürlerini bildirmek zorunda kaldı. Diğer taraftan, bu büronun yerini daha az dikkat çeken bir isme sahip olan Özel Planlar Bürosu’nun alması için acele ediyordu.

Hükümetin yeni muhafazakâr yandaşlarının tamamı bu düzenbazlıktan hoşlanmadı. Washington’ın en gözde “şahin”lerinden ve Rumsfeld’in yakın arkadaşı olan Frank Gaffney, ABD’yi vazgeçilmez bir savaş aracından yoksun bırakmaya çalışan “sol”a karşı çok sert bir makale yayımladı.(3) Parolası “Barışı zorla gerçekleştirmek” olan Center for Security Policy (Güvenlik Politikası Merkezi)’nin başkanı, Winston Churchill’i örnek vererek onun şu sözünden alıntı yaptı: “Gerçek, yalanlarla korunmayacak kadar değerlidir.”

İlk bakışta, yüksek dozda verilen yalanların umulduğu gibi iyileştirici etkileri olmadı. Tüm beklentilere rağmen, bir savaş projesi nadiren bu denli muhalefete neden olmuştu. Avrupalı ülkeler -kamuoyu ve hükümetlerin çoğu dahil olmak üzere- Amerikalı müttefikleri karşısında hiç bu kadar ihtiyatlı davranmamıştı. Hiçbir zaman Arap devletleri, çoğuna korku ya da horgörüyü çağrıştıran Saddam Hüseyin’den onları kurtarmayı amaçlayan bir girişimi eleştirmek için birleşmemişlerdi. Bu durumu, dünyayı saran ABD karşıtı dalgayla tuhaf bir uzlaşma olarak nitelendirebilir miyiz? Hiç şüphesiz. Fakat Amerikan kamuoyunun kendisinin de onayladığı gibi, burada asıl önemli olan bu değil. New York ve Washington saldırılarıyla sarsılan Amerikan kamuoyunun iki ay sonra, ABD Irak seferini başlattığında başkanın ardından gitmesi esas olan...

Fakat kamuoyu yoklamaları savaştan yana olan Amerikalıların oranının düşmeye başladığını gösteriyor. 2002 aralık ayında, %68’lik bir çoğunluk savaşa karşı çıkarken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi de savaşa destek vermiyordu. Daha da anlamlı bir şekilde, Amerikalıların %72’si (%60’ı Cumhuriyetçi Parti’nin sempatizanları veya üyeleri olmak üzere), hükümetlerinin savaşı haklı kılacak “gerekli kanıtları” göstermediğini belirtiyor.(4) Diğer bir deyişle, “Irak tehdidinin” “ciddi” ve “çok yakında” olduğunu tekrarlayan başkan Bush’a artık inanmıyorlar. Bakanlıklarda Pentagon’un yüksek derecedeki görevlileri, eski dönemlerde görev almış birçok yüksek memur, iş çevresinde de Hollywood sinema endüstrisinin büyük patronları tarafından, savaşa açık veya üstü kapalı olarak yapılan itirazlar Amerikan kamuoyunun hoşnutsuzluğunun ne düzeyde olduğunu gösteriyor. Bu durumda ürünün satılabilir olmadığı apaçık ortada.

Kitle İmha Silahları

Irak’ı 11 Eylül 2001 saldırılarına ve daha da genel olarak uluslararası terörizme dahil etme girişimleri bir başarısızlık örneğiydi. Başkan Bush, Irak’ın altı ay içinde nükleer mermi çekirdekleri üreteceğini ve pilotsuz uçağa sahip olacağını belirttikten sonra, sert tepkilerle karşılaştı; tepkiler sırasıyla Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan (AIEA) ve CIA’den geldi. Bağdat’ın, çeşitli kişi ve kuruluşlara “antraks”lı mektup yollaması konulu tartışmanın asılsız olduğu ortaya çıktı; daha da utandırıcı olan, soruşturmada “antraks” çeşitlerinin ve biyolojik silahların yoğun bir biçimde Amerika’da üretildiğinin ortaya çıkmasıydı.

Hiç olmazsa söz konusu kuşkunun, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğuna ilişkin suçlama yüzünden yaratılmış olduğu söylenebilir. Keza Washington, şimdiye kadar Güvenlik Konseyi üyelerine olduğu gibi Birleşmiş Milletler silah denetçilerine de en ufak bir kanıt bile göstermeyi reddetmişti. CIA uzmanlarını başından savıp, Bağdat’ın kendi soruşturmasını yürütme çağrısına razı olmamıştı. Donald Rumsfeld “Kanıtların olmayışı, kitle imha silahlarının yokluğunun kanıtı değil mi” diye ciddiyetle açıklamamış mıydı? Kendisinin inkâr etmesine rağmen, savunma bakanına, -1980’li yılların başında Irak-Amerikan işbirliğinin sorumlusu olduğu ve Irak-İran savaşı sırasında, Saddam Hüseyin’in halkı, islami cumhuriyetçi askerlerini ve Iraklı Kürtleri zehirli gazla öldürmek için kullandığı kimyasal silahların sağlanmasını kolaylaştırdığı,(5) ki bunu Pentagon arşivleri de destekliyor- hatırlatıldığında hiç de güven duygusu uyandırmadı.

Başkan George Bush’un melek rolü de hiç başarılı olmadı. Beyaz Saray’ın şefi başlıca amaçlarının Irak halkını diktatörlükten kurtarmak ve Mezopotamya’da bir demokrasi kurmak olduğunu ifade ettiğinde, bu sözleri kabul edivermek için ya kör olmak, ya da hafıza kaybına uğramış olmak gerekiyor. Geçen yıllar boyunca olduğu gibi bugün de Washington’un desteklediği diktatörleri aklında tutan kamuoyu, bir ikiyüzlülüğe daha tanıklık ediyor. George Washington ve Abraham Lincoln’dan Woodrow Wilson’a yüzyıllar boyunca başkanları tarafından yönlendirilen ve ABD’nin geleneksel mesih rolünü üstlenen Amerikan kamuoyu bile, farklı köşe yazarlarının vurguladığı konuları sorgulamaya başladılar. Irak halkı adına niye kendi çocuklarımızı feda edelim? Neden daha kanlı olan, üstelik nükleer mermi çekirdekleri ve uzun menzilli füzelere sahip olan Kuzey Kore başkanı Kim Jong II’nin değil de başkan Saddam Hüseyin’in rejimini yok edelim?

Yanlış bilgilendirme apaçık ortada olmasa bile anlaşılır düzeydedir. Ekonomik ve jeopolitik hesaplara gelince, Amerikalı yöneticilerin suskunluğu da aslında birçok şeyi ifade ediyor. Ne ABD’nin uydusu haline gelecek Irak’tan beklenen faydalar, ne Baasçı cumhuriyetin petrol yataklarının önemi (Suudi Arabistan’dan sonra dünyada ikinci sırada), ne Körfez bölgesinde bu ülkenin ağırlığı ve yükselişi, ne “demokratik” hükümet himayesinde Amerikan endüstrilerinin rahatça imza atabileceği müthiş imar kontratları, ne Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasının sağlamlaşması ve yayılması, ne de zayıflayan bir Arap dünyasına karşı, pax americana diktasına daha da tabi olan İsrail’in stratejik öneminin tahmin edilebilir artışı hakkında, resmi açıklamalarda bir şey bulmak mümkün değil. Büyük Amerikan medyasında bu fikirler çoğunlukla gizlenirken, Atlantik ötesindeki kamuoyu, yansıtılan savaşın sadece tekniklerinden ya da ikinci derecede kalan yönlerinden haberdar olacak.

Yine de, Amerikan stratejisinin gizli yüzü hakkında, Bush doktrininin sadık yansıması olan “Project for a new American century”(6) (yeni bir Amerikan yüzyılı için proje) nin belgelerine başvurarak bilgi edinebilinir. Manifesto şeklinde hazırlanan, Haziran 1997 ve Eylül 2000 tarihli -ya da başka bir deyişle Amerikan başkanın göreve gelişinden üç ay evvel- çalışmaların ikisi, ABD’nin dış politikasını oluşturacak ideolojik, politik, askeri ve ekonomik temelleri belirliyor.

Mevcut yönetimin temellerinin oluşmasında imzaları olan ve yeni muhafazakârlar ile askeri sanayi temsilcilerinden oluşan bu grupta şu kişiler yer alıyor: Cumhuriyetin başkan yardımcısı Richard Cheney, sırasıyla savunma bakanı ve yardımcısı Donald Rumsfeld ve Paul Wolfowitz, başkanın kardeşi Jeb Bush, Ortadoğu sorunları için Beyaz Saray’a kısa süre önce atanan danışman Elliott Abrams ve savunma bakanlığına bağlı savunma politikası konseyinin başkanı Richard Perle, bunlardan sadece birkaçı.

Bu kişilerin bildirdikleri hedefler, özellikle bölgesel ya da uluslararası arenada diğer endüstriyel güçlerin herhangi bir rol oynamasını engelleyerek ABD’nin “dünyadaki üstünlüğünü” temin etmektir (Avrupalı devletlerin adı belirtilmemiştir). ABD’nin “değerlerini ve çıkarlarını” korumak için, tek taraflı bir politika ve “önleyici savaş hakkına” başvuru tavsiye edilir. Washington’un politikasını desteklediği sürece başvurulan, dünya çapındaki organizasyon Birleşmiş Milletler, “solcular, siyonizm karşıtları ve anti-emperyalistler için bir forum” olarak tanıtılmıştır.

Irak sorunu sadece ABD’nin stratejik çıkarları açısından ele alınır. Ne Bağdat’taki diktatörlük, ne kişi haklarının çiğnenmesi, ne kitle imha silahları, ne de terörist oyunlar gündemdedir, söz konusu olan sadece Körfez’de Amerikan üslerini sürekli olarak tutma gerekliliği ve “Saddam Hüseyin’in iktidarda olması ya da olmamasıdır”. Yukarıda adı geçen kişiler uyarıda bulunurlar: “Gezegenin tek süper gücü”, sunulan “fırsatları” yakalayamazsa tarihi kaderini tamamlayamama riskini yüklenecektir. Eylül 2001’de New York ve Washington’daki saldırıların ardından, doğruyu söylemek gerekirse, ilahi bir fırsatın yolu açılmıştır.

(çev. Bige Örer)

(1) Petrolü ulusallaştırdığı için “suçlu” bulunan ve bu sebepten iktidarı ele geçirişinden iki buçuk sene sonra 1953’te CIA destekli hükümet darbesinin kurbanı olan İranlı başbakan..
(2) “Munichois” kelimesi, Fransızca’da siyaset dilinde bir hakaret olarak kabul edilebilir. 1938 sonbaharında “antimunichois” olmak, Hitler’i durdurmak için savaşı kabul etmek anlamına geliyordu. “Munichois” olmak ise, birbirinden farklı ve bazen çelişkili tutumlar içerebiliyordu. Barışı korumak ve ulusun güvenliğini sağlamak, her ne pahasına olursa olsun hükümetlerin görevi olarak tanımlanmıştı.
(3) National Review Online, 21 Şubat 2002.
(4) Los Angeles Times, 17 Aralık 2002.
(5) Washington Post, 30 Aralık 2002.
(6) www.newamericancentury.org