ABD İmparatorluğu: Yakın Geçmiş ve Gelecek

Geleceği düşünürken endişelenmemek elde değil. Ya AB merkezli yeni bir uzun dalga yaşayacağız, ya ABD merkezli, BM'siz, dünya coğrafyasının daha fazlasının ABD valilerince yönetildiği yeni bir birikim sürecine gireceğiz, belki de zaten girmiş bulunuyoruz.

Selim EVREN

Basınımızdaki kamuoyu oluşturucularının, dünya basınından esinlenerek daha sık aktardıkları ve ilginç görünen bir gözlem var: “ABD yeni bir dünya kurmak istiyor ama bunun nasıl olacağını bilmiyor.” Bu tartışma aslında Doğu Bloku’nun çözülüşüyle başlayan ve SSCB’nin çöktüğü 1991 yılından sonra iyice alevlenen eski bir gündem. Soğuk Savaş yıllarının sonlarında, 1980’lerde, Fukuyama ile iyice popülerleşen ve bütün sosyal bilim alanında daha ince varyasyonları egemen olan “Tarihin Sonu” fikrinin A.B.D. hegemonyasında yeni bir dünya düzeni ile gerçekleşebileceği inancı oldukça yaygındı. Bu inanç “kapitalizmin ebediliği”ni muştulamaktaydı.

Özellikle bilişim ve iletişim teknolojisindeki gelişmeler bu inancın bütün insanlık için iyimser sonuçlar içeren bir yorumunu güçlendirmişti. Bu yorum, Clinton’lı yıllarda, yani 1990’larda çok popülerdi; güleryüzlü küreselleşme yıllarıydı onlar. 11 Eylül’den sonra ise işin aslında hiç de öyle olmadığı su yüzüne çıktı.

Soğuk Savaş

Soğuk Savaş döneminde, nükleer savaş tehdidi ve bu tehditle birlikte kontrollü gelişen silahlanma yarışı iki rakip bloğun ve bağlantısızların dış ilişkilerini belirledi. Bir bütün olarak toplumsal ilişkiler ise iki blok arasındaki siyasi ve askeri dengeyi sarsmayı başaramayan bir sermaye birikim stratejisi tarafından belirleniyordu. Batı Avrupa’da bu, genel kabul gördüğü üzere “örgütlü kapitalizm” ya da daha anlaşılır adıyla, “refah devleti” dönemiydi. Emperyalist metropollere bağımlı kapitalizmlerde ise ithal ikameye dayanan, birikimin hız ve miktarını ülke içindeki sınıf mücadelelerinin belirlediği benzer bir iç pazar yönelimli strateji egemendi.

1980’li yıllarda bu model krize girdi. İngiltere’de “buz kadın” (Teatcher) ve Amerika’da “jön erkek” (Reagan), adlarıyla anılan bir dönemi açtıklarında aslında bu kriz tarafından yönetiliyorlardı. Ancak, esas olarak “refah devleti” modelinin temsil ettiği sınıflar arası uzlaşının sermaye lehine yeniden kurulmasıyla sonuçlanan bu dönem sonunda, her ikisinin de başarısız olduğunu söylemek, kendilerini yöneten krizi yönetemediklerini ileri sürmek haksızlık olur.

Aksine, “refah devleti”ne yönelik saldırı, sermaye birikiminin önündeki engelleri açtığı gibi, Soğuk Savaş dengelerini alt üst edecek sonuçlar doğurmayı başardı. Sadece SSCB ve Doğu Bloku değil, ithal ikameye dayalı birikim stratejileri içinde hapsolmuş bağımlı kapitalizmlerin de sınırları, para-sermayeye (zira bu sınırlar genel olarak sermayeye hiçbir zaman kapanmadılar) bir önceki dönemle kıyaslanamayacak kadar çok açıldı.

Dönemin sonu, ki tarih olarak 1980’li yılların sonuna gelir, henüz hafızalardan silinmemiş olsa gerek: Berlin Duvarının yıkılışı, Gorbaçov’un gidişi, Türkiye’de viski-lahmacun estetiğinin egemen olduğu Özal’lı yıllar.

Yeni Dünya Düzeni

Tam o günlerde, CIA maaşlı düşünürler “yeni dünya düzeni” kavramını ortaya attılar. Daha az bilinse de, “düşük yoğunluklu savaş” kavramı da o yıllarda iyice popülerleşmişti. İddiaya göre, yeni düzen öyle kurumsallaşmıştı ki, artık insanlığı felakete götürecek büyük savaşlar olmayacaktı, insanlık gelişme ve ilerlemeden eşit olarak payını alacak, ancak, bazı bölgelerde düzene yönelik tehditler oluşursa bunlar düşük yoğunluklu savaş stratejisi ile yönetilecek; keza bazı ulus-devletler de yeni düzene uyum sağlamaz iseler, düşük yoğunluklu savaşla dize getirileceklerdi. İkinci kavram, hala devam eden bazı gerilla savaşlarını açıkladığı gibi 1991’de baba Bush’un Körfez Savaşı’nı açıklamaya da yarıyordu.

Geride bıraktığımız on yıl içinde, “yeni dünya düzeni” o kadar çok tartışıldı ki, kavramı duymayan orta düzeyde bir gazete okuru olduğunu sanmıyoruz. “Yeni Düzen” Amerikan hegemonyası (askeri ve siyasi) ve küreselleşmenin iyimser hayalleri ile karakterize oluyordu.

O dönemde, Marksistler arasında bile “emperyalizm” kuramının geçerliliğinin tartışılması gerektiğini ileri sürenler az değildi. Hatta, bazı ileri görüşlüler (!) Lenin’in yanıldığını, Kautsky’nin haklı çıktığını bile ileri sürmüşlerdi. Fakat Marksistlerin çoğunluğu, içinde bulunulan dönemin “düzen” değil, “düzensizlik” olduğunu derinlemesine analizlerle gösterdiler.

11 Eylül

11 Eylül, “yeni dünya düzeni” ve “küreselleşme” büyülü kavramları etrafında dönen aldatmacaya bir son verdi. ABD, 11 Eylül’ü hegemonyasına yönelik bir tehdit olarak algıladı ve “terörizmle savaş” adı altında hegemonyasına karşı çıkan bütün güçlere savaş ilan etti.

11 Eylül’ün bütün sıra dışı vahşeti ile birlikte, insanlar için şu nesnel sonucu doğurduğu görülüyor: “küreselleşme” masalı hilafına bir başka gerçek olabilir mi sorusu eşliğinde üzerinde yaşadığımız dünya sıradan insanın gözünde popüler bir sorun haline geldi.

Özellikle Amerikan yurttaşları, daha doğrusu vergi verenler açısından, bu tam bir “gerçekle yüzleşme” olmasa bile “alternatif seçenekler” sorusunu güncelleştirdi. Türkiye medyasında, ele alınmaya başlayan sorun budur: Acaba, Demokratların stratejisi, ki “internetle dünyayı fethetmek” diye özetleniyor, daha mı doğruydu? Soru bu şekilde sorulduğunda doğru bir yanıtı yok. O halde doğru soruyu sarmak gerekiyor.

Doğru Soru

Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: kapitalizmin tarihinin maddeci ve bütünsel bir analizi yapılmadan olan biteni anlayamayız. Bu analizin teorik ve tarihsel sunumu bir yana, popüler bir sunumu bile aslında söz konusu olanın “ABD’nin tercihlerden bir tercihte bulunarak yanlış yaptığı” olduğunu söylemeyi olanaklı kılmıyor. Biliyoruz ki, tarih, insanlar tarafından yapılır ama verili koşullar içinde...

Bu olanaklı olmadığı içindir ki, savaş karşıtı harekette, özellikle Amerika’da ve Türkiye basınındaki savaş karşıtı kamuoyu oluşturucularında egemen olan “silah tüccarlarının Amerika”sı yerine “Bill Gates’in Amerika”sı olsa bu işler böyle mi olurdu yargısını gülünesi buluyoruz. Bu yargı ABD’nin ne yapacağını bilmediğini esas alıyor.

Halbuki doğru soru, ABD’nin “neden güler yüzlü küreselleşme masalında ısrarcı olmaktan vazgeçtiği”dir.

Murat Birsel Örneği

Murat Birsel, genelde böyle esaslı meselelerle ilgilenmez, Katolik kilisesinin (Papalık) savaşa karşı çıkmasında “acaba üçüncü kehanet, Irak sonrası dünya savaşının çıkacağı mıydı da Papa, savaşa karşı çıkıyor” türü eğlencelik yazılar yazar. Yani, Yasemin Çongar türü bilinçli bir Washington propagandacısı değildir. Fakat, geçenlerde, köşesinde yazdı: “ABD, bu savaşı insan öldürmeden kazanmak zorunda, çünkü adına savaştığı yeni uygarlığın iddiası bu” falan diye. Bildik hikaye, “ABD, Irak halkına karşı savaşmıyor, Saddam canisine karşı savaşıyor, öyle olmasa savaş çoktan bitmişti bile” masalı.

Aslında bu yazısı da diğerlerine benziyor denebilir, fakat önemi şurada; güler yüzlü küreselleşme ideolojisi ile “terörizme karşı savaş” maskesi arasında bir karşıtlık değil, koşutluk kuruyor. Bush aleyhtarlarının sandığının aksine, bu koşutluk daha doğru.

Neden?

Yeni dünya düzeni ideolojisi yayılmaya başlandığında, evet, aslında kimse bunun gerçek somut içeriği hakkında konuşmuyordu. ABD hegemonyasının vazgeçilmezliği ve küreselleşme maddi toplumsal temeli düzenin temel içeriği olarak betimleniyordu ama bunun nasıl kurumsallaşacağı, hangi uluslararası siyasi dinamiğe dayanacağı, hukuku ve en önemlisi kimin çıkarına işleyeceği belirsiz bırakılıyordu. İnternet türü önemi yadsınamaz gelişmeler de her ne olacaksa iyi olacak hissini körüklemek için olanak sunuyordu.

Halbuki sorun, genelde olduğu üzere, basit bir gerçekten kaynaklanıyor. Soğuk Savaş döneminde kurumlaşan sermaye birikimi süreci, Mandel’in teorikleştirdiği çerçeveyi kullanacak olursak, uzun Kondratyef dalgasının evresi, 1970’li yılların ortasında krize girmişti ve seksenli yıllardaki Thatcher-Reagan müdahalesi -ki, genelde ‘yeni sağ’ ya da ‘neo-liberalizm’ olarak nitelenir- bu krizi “oyaladı”; SSCB’nin yıkılmasıyla kapitalist ilişkilere yeni toprakların açılması, para-sermaye hareketlerindeki serbestleşme, üretim sürecinin esnekleşmesi (böylece kapitalizm kendi kırsalını tümüyle tüketti) ve imdada yetişen yeni teknolojiler bu krizin belirgin bir çöküşe yol açmasını önledi. Ancak, uzun dalgalar teorik çerçevesini esas alacak olursak, içinde bulunduğumuz dönem, bir çöküş evresinin sonu ve bir yeni genişleme evresinin başlangıcıdır.

Öngörü

Sosyal bilimlerde öngörü olumsallığın kısıtları içinde yapılabilir. Fikre öncelik vermek anlamında alınmamalı bu varsayım. Koşullar ile sonuçları arasındaki ilişki, maddeci düşünceye göre de çizgisel bir nedensellik değil, olumsal bir nedensellik taşır. Bu ilişkiyi, rastlantı ile zorunluluk kategorilerinin diyalektik açıklaması içinde düşünmeliyiz. Belli bir mevsimde (sonbahar) belli bir ormandaki belli bir ağacın belli bir yaprağının belli bir saatte belli bir şiddetle esecek rüzgarla düşmesi, bütün bu belirlemelere rağmen hala rastlantıdır; ancak o yaprak düştüğünde rüzgarla yaprağın düşmesi arasındaki ilişki nedensel, zorunlu bir ilişki olarak belirlenebilir. Sosyal bilimde açıklama, tarih insanlar tarafından yapıldığı için, belirlemenin olumsal kısıtlarını arttırır. Yine de bu genel eğilimlerden söz edemeyeceğimiz anlamına gelmez: Sonbaharda esen rüzgar sararmış yaprağı düşürür.

Öngörü sorununa değinmemizin nedeni, ABD’nin hareketinin karşı karşıya olduğu olumsal yıkılış tehdidini azaltma güdüsü ile belirlendiğini açıklayabilmek. Bunun için şu tezi ileri süreceğiz: Kapitalizmin uzun dalgaları arasındaki geçişler belirgin olarak gözlenebilir kriz anları -dönemleri- olmaksızın da mümkündür. Geride bıraktığımız yirmi beş yıllık dönem ve içinde bulunduğumuz dönem böyle bir geçişi düşünmemiz gereken bir dönemdir.

Wallerstein’in maddeci analize katkısı şu: iktisadi analizi, maddi temelden kopmadan siyasi ve kültürel bir bütün içinde izlememizi olanaklı kılıyor. Hegemonya kavramının önemi burada. Elbette bir çok Marksist, Gramsci referansı ile, bunun Wallerstein’in özgün bir katkısı olmadığını ileri sürecektir. Ancak Mandel’in iktisadi uzun dalgalar analizini bütünleyecek hegemonya kavramı, sosyal bilimin her alanına nüfuz etmeye meyilli ve bu yönüyle indirgemeciliğe açık kapılar bırakan Gramsciyen hegemonya kavramından farklı düşünülmeli. İkincisi Mao’nun çelişkisi gibi her kilidi açan bir maymuncuk gibi yanlış olarak geliştirilmiştir. Laclau ve Mouffe da bu yanlışı mantıksal sonuçlarına kadar götürerek, Marksizmin köküne kibrit suyu dökmüşlerdi.

Şimdi katkının içeriğine gelebiliriz: bu aslında Türkiye’li genç bir Marksistin kullandığı “bunalım dönemleri” kavramının aydınlığını bütünlüyor. Her iktisadi uzun dalga siyasi dünya düzeninde yeni ilişki ve kurumlar yaratıyor. Kanaatimiz o ki, bu yeni siyasal ilişkiler (ulus-devletler arası ilişkiler) bir önceki dalganın çöküş evresinde kurumsallaşmaya başlıyor ve yeni dalganın genişleme döneminde en etkili biçimini alıyor.

ABD-AB

Eğer kavramsal çerçevemiz doğru ise -ihtiyat payı bırakıyoruz- ABD’nin yaptığı, yeni birikim döneminde de siyasi ilişkiler içindeki merkezi rolünü yitirmemek kaygısından doğuyor. Bugün eğer “ne yaptığını bilmiyor” gibi görünüyorsa, bunun nedeni ne yaptığını bilmemesi değil, yeni dönemin henüz kurumsallaşmamasıdır.

Dünya sistemcileri, ellerindeki kavramsal araçlara rağmen uzun zaman, ABD’ye alternatifin doğuda yeşerdiğini düşündüler. Yanılgılarının nedeni, maddeci analize yaptıkları katkılar olmasına rağmen, tarihsel maddeciliğin kavramsal enstrümanlarının bir çoğundan kendilerini yoksun bırakmalarıydı. Halbuki, gerek siyasi bütünleşme yeteneği bakımından gösterdiği ataklık, gerekse de dünya sistemcilerinin Braudel’den devraldığı sermayenin birikim merkezlerinin yönünü izleme ölçütü, alternatifin anakarada, Avrupa’da yeşerdiğini gösteriyordu.

Bugün, ABD karşısında Avrupa fikri iyice belirgin ve nesnel görünmektedir. Nitekim, wsws.org adlı sitede fikirlerini yayınlayan Marksist bir grup bunu yıllardır ileri sürüyor ve ABD emekçilerini Avrupalı kardeşleriyle savaşmaya değil birlik olmaya çağırıyordu. İkinci Körfez Savaşı, bu analizin daha yerinde olduğuna ilişkin çok fazla veri sundu.

Gelecek

ABD başarabilir mi? Bu, mümkün. Kimilerine ABD siyaseti Oğul Bush gibi zeka kırıntısı içermiyor gibi görünse de, gerçekte, oldukça başarılı bir çizginin izlendiği söylenebilir. Şundan: ABD, iyi niyetli bir İtalyan ve edebiyat profesörü bir Amerikalı eliyle yakın dönemin muhalefetinin eline bir kitap tutuşturdu. Bu kitap, ABD İmparatorluğunu muştuluyor ve evet ona karşı çıkıyor. Bütün estetik zarafetini bir yana bırakacak olursak “iktidar üzerine” konuşan bu kitap, önceki dönemin uluslararası hukukunu, BM’yi falan eleştiriyor ve temeli özgürlük olan ABD federalizminin yayılmasına ehemmiyet veriyor.

Bu kitabın eleştirileri yapıldı.(*) Buradaki amacımız iki cümle ile koca bir yapıtı çöpe atmak değil; ABD’nin başarmamasını sağlayabilecek tek güç olan muhalefetin neden ve nasıl yönlendirildiğini gösterebilmek. Şöyle düşünelim; biz İmparatorluğun kaçınılmazlığından söz ettikçe, ABD düşünce kuruluşlarının “meşru ABD emperyalizminden” söz etmelerini kolaylaştırmış olmuyor muyuz? Bugün ABD adına konuşanlar evet, kutsal Roma’dan söz eder gibi ABD emperyalizminden ve bunun gerekliliğinden söz ediyorlar. Böylece yeni dönemin içeriği beliriyor: ABD emperyalizmi... Bu yeni değil ama değil mi? Lenin’in sözünü ettiği kadar eski...

Geçişin bir dünya savaşı ile olma olasılığı ise, eğer uzun dalgalar arasındaki geçiş belirgin bir olmadan da mümkün ise, ki tezimiz budur, kanaatimizce oldukça düşüktür.

Yeni Düzen ve Devrim

AB kapitalizm içinde gerçek bir alternatif olduğu için değil, muhalefet başarısız olduğu için ABD başarabilir. Bu olasılık yüzünden geleceği düşünürken endişelenmemek elde değil. Ya AB merkezli yeni bir uzun dalga yaşayacağız, ya ABD merkezli, BM’siz, dünya coğrafyasının daha fazlasının ABD valilerince yönetildiği yeni bir birikim sürecine gireceğiz (belki de zaten girmiş bulunuyoruz, bunu iktisatçılar analiz etmelidir), ya da kapitalizmi tarihin çöplüğüne atacağız.

Böyle bakıldığında, ABD ne yaptığını bilmiyor gibi görünmüyor, ama Demokratlardan medet uman ABD’liler, ABD’yi bizim sosyal Avrupamız durduracak sanan safdiller ve Oğul Bush’un yüzünde kapitalizmin mantığını değil de sıradan bir insan anlığının kapasitesinin sınırlarını görenler TV camlarının ötesine geçemeyen bir gerçeklik içinde yaşıyor görünüyor. ABD’nin demokrasi adına savaştığını söyleyen ideologlara ise diyecek sözümüz yok, evet, öyle, öyle olmasa savaş çoktan biterdi!!!

Herkese kolay gelsin; ölen çocukların yası ise devrimcilerin kapitalizme açtığı hesap defterine yazılsın. Şimdilik...

Malum, “emperyalizm, kağıttan kaplandır!”

Kaynak: BİA Haber Merkezi 01.04.2003