Resim sanatı öldü mü?

Resmin gömlek değiştirdiğini iddia edenler ile “sanatın sonu geldi” diyenler çekişiyor

Filiz ÇAKIR PHILLIP

FRANKFURT - Resim sanatı çöküşün mü, yoksa bir yeniden doğuşun mu eşiğinde? Bu soru çerçevesinde tartışmalar sürerken, art arda sergiler de açılıyor.

Bazı sergilerde, resim sanatı içindeki yenilikler öne çıkarılıyor. Hatta kimileri bunun ötesinde, bir rönesanstan dahi söz edilebileceğini savunuyor. Böylesi sergileri hazırlayıp halka sunan kurum ve kuruluşlar arasında, bu yeniliği tanımlamaya çalışırken, resim sanatının öldüğü kanısını savunanlar da çıkıyor.

Bu tür tezler sanat camiasında tartışıladursun, Avrupa’nın dünya çapında önemli üç ayrı sanat merkezinde arka arkaya izleyici önüne çıkan (Paris’teki “Centre Pompidou', Viyana’daki “Kunsthalle Wien”, Frankfurt’taki “Schirn Kunsthalle”) “Sevgili Ressam, Bana Bir Şeyler Resmet” sergisi, eski, geleneksel ressamlar ve eserleriyle, çağımızın ressamları arasında bir bağlantı kurmaya, bir tartışma ortamı yaratmaya yöneldi. Bu, şimdiye kadar figüratif betimleme sanatında ulaşılan, en önemli iletişim bağı oldu. Frankfurt’taki sergi 6 Nisan’da bitti, ama tartışmalar hâlâ sürüyor.

Mevcutla yetinmeyenler

Sergide başlıca yapıtları sergilenen sanatçılar, özenle ve belirli bir konsept çerçevesinde seçilmişti.

Sergide yer alan ilk eserler Francis Picabia’ya aitti ve konuya girişi üstlendiği için ayrıcalık gösteriyordu. Picabia, eserlerinde de, kafasında taşıdığı ve ortaya attığı düşünceleri savunuyor: “İçinde, fikirler yönlerini değiştirebilsinler diye kafa yuvarlaktır”, Picabia’nın bir sözüdür.

Picabia’nın sanatını ve sanatçı karakterini bulgucu, teorisyen, anarşist ve şekilci olarak tanımlayabiliriz. Sanata yönelik tüm temel bilgileri, yayımcı olarak çıkardığı DADA dergilerinin özünde de vardır. Düşünce için yeni yönler ve tezler üretip sonra da bunları bizzat çürüten bir kişiliğe sahiptir. Hiçbir zaman mevcutla yetinmeyen, sürekli kendini ve sanatını yenileyen bir sanatçı ve düşünürdür.

Günümüzde Picabia’nın eserlerine ilginin arttığını görüyoruz. Bu ilginin çıkış noktasını, onun, eserlerinde ortaya attığı “Sanatta yeni bir gelişme var mıdır?” sorusunun ciddi olarak sanat tarihçileri tarafından sorgulanması oluşturuyor. Picabia’yı takiben uzun yıllar modern sanatlar müzelerinde inkar edilen ve eserlerine tepeden bakılan, Avrupalı çizgiler içeren şaşkın portreleriyle Bernard Buffet yer aldı. Bernard Buffet’in eserlerini Sigmar Polke, Alex Katz ve serginin isim babalığını da üstlenen Martin Kippenberger’in eserleri izledi.

Sergide konu edilen resim sanatındaki gerçekçiliğin temelini oluşturan bu sanatçıları 12 çağdaş sanatçı takip etti. Tarihsel protagonistliğin devamlılığını miras alan bu sanatçılar, tarihsel ve politik sorumluluğu yüklenip figüratif resmin sorgulanmasını, çalışmalarına da yansıtabilmişlerdi. İşte bu eleştirel yaklaşım ve figüratif resmi sorgulama aşaması, serginin doğasını oluşturuyordu.

Geçmiş ama anlamlı bir sergiden söz eden bu değerlendirmemizde, bütün sanatçıları ve eserlerini tanıtma olanağı yok. O nedenle birkaç isim üzerinde yoğunlaşmamız gerekecek. Örneğin, 1953 Dortmund doğumlu Alman sanatçı Martin Kippenberger, serginin ve sanatın sorgulanmasında isim babalığı da yapan bu sanatçı, bize sanatıyla bazı şeyler göstermeyi başarmıştı: Bunlardan ilki, iyi bir resmin iyi bir isme de ihtiyacı olduğudur. Resim ne kadar iyi olursa olsun, eğer isminde iş yoksa, bu, resmin değerinden ödün vermesidir. Sergiye adını veren “Sevgili ressam, bana bir şeyler resmet”, Kippenberger’in 1981’de Berlin’de yayımlanan “Neue Gesellschaft für Bildende Kunst” dergisi için yaptığı kişisel seriden kaynaklanıyordu. Bu “sevgili ressam” sözcüğünün altında ressamın estetik anlayışı yatmaktadır ve burada Kippenberger’in toplumu sorgulayan, kafalara sorular yerleştiren, ironiyle karışık zeki espri anlayışı göze çarpmaktadır. Kendi çıplaklığını resim diye sunması, resmedilen nesnelerin değişkenliğini ve önemsizliğini vurgulamak içindir. Kippenberger, bu amaçla, profesyonel çalışan, boyalı plakat üzerine ünlü bir reklam ajansı ile birlikte ortak iş yapmaktaydı. Sözü geçen ortak çalışmanın ürünü 12 tablodan oluşan kendi portreleridir. Bunlardan biri, Kippenberger’i bir arkadaşıyla kol kola girmiş bir halde, tanınmış bir Düsseldorf sokağında gezerken, sırtından gösteren, anlamı fazla belli olamayan yağlı boya bir tablodur. Aklımıza olmadık sorular gelir: Yoksa bu kol kola girmiş iki erkek sarhoş mu? Ya da toplum içinde homoseksüellerin yerini mi sorguluyor? İkisi de iyi giyimli bireyler. Acaba toplumda insanların kıyafetlerine göre kategorize edilmesini mi tartışmak istiyor?

Yine başka bir tablosunda Kippenberger şehir kovboyunu canlandırır. Ama arka plandaki hediyelik eşya satan dükkanın duvarında 30 yıllık bir DDR levhası asılıdır. Burada sorgulanan doğu-batı ilişkileri mi? Yoksa “izm”lerin bir çatışması mı? Sanatçının üzerindeki kürklü palto, ekonomik durumunun (kapitalizmin) simgesi olabilir. Peki, önünde durduğu dükkanın yalınlığı, komünizmin bittiğini mi gösteriyor?

Kippenberger’in sanat anlayışı dönemin -Neue Wilden- duygu yüklü resimlerine yaptığı bir saldırıdır ve bu tür eserlere verdiği yanıt da, hiper-gerçekçiliği, plakart reklamcılığını ve Doğu Alman Sanatı’nı içermektedir.

Kippenberger’in sanatından aldığımız ikinci ders ise stratejidir. “Sevgili ressam, bana bir şeyler resmet” serisi ile sanatta ressamın stratejik yönüne ağırlık vermekte ve sanatı şu şekilde sorgulamaktadır: Figüratif resim, geleneksel, politik bağlamda pasif, “anti-avantgarde” mıdır? İnsan figürleri resmetmenin özünde insancıl konulara dönüş, kişisel tecrübeler ve duygular mı yatar? Figüratif resim aynı zamanda hem provokatif, yüksek sesli, yargılayıcı, hem de duygusal olabilir mi? Kippenberger’in sunduğu tez, figüratif resmin derli toplu olmaya dönüşü değil, mimetizmin betimlendiği geleneksel şekilciliğin sığınağıdır.

Geleneksel resim öldü

John Currin, 1962 Colarado doğumlu 1990’lı yıllarda adından söz ettiren Amerikalı sanatçı, protoganist yenilikçilerdendir, düşünceleri ilgi çekicidir. Ona göre, resim sanatı, ressam resim yapmaya devam ettiği sürece yaşar, ama kültürel bağlamda resim sanatı çoktan ölmüştür. Resim teknik ve akımları, değerlerini kaybetmişlerdir. Resim sanatı, toplu medya karşısında öncü değerini yitirmiş ve tamamen işlevselleştirilmiştir. Nitekim John Currin’in kendi eserlerinde izlediği yol, başka bir konuda da öncü olduğunu gösteriyor. Currin basit insanların hoşlandığı düşük düzeyli, değersiz, klişeleşmiş eserlerdeki sırrı araştırmaktadır. İşin özüne varıp bu basit eserlerden hoşlanan insanları anlamaya çalışmakta ve onları hafife almamayı, aşağılamamayı öğrenmektedir.

Currin’in eserlerinde kadın betimlemeleri görülür. Kimisi çirkin, kimisi deforme olmuş vücuduyla karşımıza çıkar. Amerika ve batıda gittikçe yoğunlaşan güzellik operasyonlarına resimlerinde gönderme yapar. 1997 tarihli “Dogwood” isimli yapıtı, çimler üzerine oturmuş büyük göğüsleri yüzünden hareketleri son derece kısıtlı iki silikonlu kadını konu almaktadır. Karikatür gibi duran kadınlardan birinin yüzünde acı vardır. Bu da hiper-gerçekçiliğin biraz komik, biraz erotik ve biraz da sefil yanlarını gözler önüne seriyor. Currin, acaba burada “güleriz ağlanacak halimize” mi demektedir? İnsanların vücutlarında gerçekleştirdikleri anlamsız değişiklikleri karikatürize ederek işleyen Amerikalı ressam, toplumda kadın ve yerinin sorgulanmasını da körüklediğinin farkındadır.

Cumhuriyet Hafta, 25 Mayıs 2003.

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.