İki Ters Bir Düz

Osman ÇUTSAY

Türkiye, Avrupa’nın bir parçası. Türkiye siyaseti de, bütün yerleşik renkleriyle, Avrupa siyasetinin bir küçük modeli. Diyelim öyle...

Öyle ve zaten bu yüzden, kimilerini çok sevindiren gelişmeler oluyor. Ama bazı düşler gerçekleştikçe, bir şeyler de bin parçaya bölünüyor.

Sıralanabilir: Türk futbol ulusal takımının dünya üçüncülüğü, Süreyya Ayhan’ın atletizmdeki başarısı, Orhan Pamuk’a Dublin’de verilen büyük (100 bin euroluk) ödül, bir Türk sinemacı Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’ndeki büyük ödülü, geçen hafta Eurovision Şarkı Yarışması’ndan İngilizce şarkısıyla birinci dönen Sertab Erener vs... Yani olacak şey değil...

Olmaz denilenler oluyor, Türkiye’deki insanların aklının ucundan bile geçmeyecek kadar “yüce” başarılar teker teker kucağımıza düşüyor. İyi de, ne oluyor?

Bu soruya Türkiye’den şimdilerde çıkan tek yanıt şudur: “Hızla büyüyor, gelişiyor, güçleniyor ve ilerliyoruz.” Öyle diyorlar. “Demokrat Türkiye”, şeriat yetiştirmesi “demokrat hükümeti” sayesinde, ileri ülkeler düzeyinde olduğumuzu kanıtlıyor ha bire. Bu “çağdaş başarılar”, içerideki şeriatçı-dinci rengi baskın bir iktidarın (AKP) varlığından söz ve şikayet etmeyi kolaylaştırmıyor.

Tamam. İsteyen öyle de kabul edebilir.

Ama önce şu: Tarih, bilimlerin anasıdır ve hiç de ilahi bir gücün eşliğinde önceden belirlenmiş bir hedefe doğru gitmez. Kuşkusuz, tarih, bazısı gerçekten duruma her an el koyabilecek kadar gerçekçi, sayısız senaryoyu içeriyor. Senaryoların gerçekleşebilirliği ile insan iradesinden bağımsız tarihsel akış arasında tuhaf bir paralellik var. Olsun.

Peki, şimdilerde yaşanan şu gelişmeleri nasıl açıklayacağız?

Türkiye’nin yoksullarına kan kusturulan bir 'mükemmel iktisadi gelişme döneminde' ve şeriatla büyümüş bir siyasi kadronun iktidarında neden böyle 'çağdaş' dallarda bir uluslararası başarıdan diğerine koşuyoruz?

Amerikan ve Avrupa tercihinin (“ılıştırılmış şeriat” da denebilir) siyasi iktidara oturduğu bir Ankara, daha önceki yıllarda halkın hayal bile edilemeyecek hedeflere nasıl da birbirini ardına ulaşabiliyor?

Birileri oturup, sırf AKP iktidarına kıyak olsun diye bu başarıların önünü açmıyor herhalde, tamam, ama bu ortamın ve iklimin bazı sonuçları olduğu da ortada.

Ucuz savaştan tutmuştuk, oradan devam edelim. Ünlü iktisatçı Harold James’in hesaplarına göre 20 milyarlık (“ucuz”) Irak savaşından hareketle, “merkez”, eğer savaşlar ucuzlarsa, çok daha sık ve kolayca “çevre”ye müdahale edecektir. Olabilir. Bu, böyle müdahalelere karşı, çevrenin daha çok silahlanma gereksinimi duyması demektir. Dolayısıyla, merkezden gelecek bir müdahaleye direnebilmek için “Irak tuzağına düşülmemesini isteyen” askerlerin sayısı ve ağırlığı çevre ülkelerde artacaktır. Bunun anlamı, bu tür ülkelerde, ki bunlara “merkeze göre daha az gelişmişler” de diyebiliriz, silahlanma harcamalarının artması demektir.

Bunun da ilk bakışta herhalde iki sonucu olur:

1. Halkların yoksulluğu artacak, acıları derinleşecektir ve bununla bağlantılı olarak silah sanayiine yüklenmiş bir ABD’nin ödemeler dengesi açığı küçülecektir. Dış ödemeler dengesindeki açık, artan silah ihracatı nedeniyle küçülecektir. Yani? Yani, bir “Irak tuzağına” düşme korkusu içindeki “müttefik azgelişmişler”, merkezden bir askeri müdahaleyi caydırmak amacıyla silahlanacak ve bu da büyük ödemeler dengesi açığı veren ABD ile Amerikan sanayiine nefes aldıracaktır. İyi.

2. “Çevre” ülkelerdeki silahlanma harcamalarına, tam da Irak işgali üzerinden bir toplumsal meşruiyet sağlanmış oldu. “Eğer Irak’taki rezaleti yaşamamızı istemiyorsanız, silahlanma harcamalarına ses çıkarmamanız gerekir” mesajı, daha şimdiden görünmez gündemin birinci maddesini oluşturuyor.

Demek ki, merkez ekonomileri, ABD başta olmak üzere, içinde bulunduğumuz dönemde, en kârlı sanayi sektörlerine yaptıkları yaptırımların sonuçlarını alacaktır ve dünya ölçeğinde bir silahlanmayı meşrulaştırma olanağı doğmuş bulunuyor: Herkes haklı.

Bu çizgide, Avrupa da yürüyecektir. Euro ve AB’nin bir Amerikan işgaline konu olduğunu görüyoruz madem, o zaman “AB Ordusu” için çalışma ve harcamaların yoğunlaşması da kaçınılmazdır. Tıpkı krizde bunalan Almanya’nın, hatta Avusturya’nın yeni “Avrupa imalatı” savaş uçaklarına sipariş çıkarması gibi...

Gelelim bize: Türk gericiliğinin baştacı sayılması gereken Milli Görüş kaynaklı AKP iktidarı, Washington ve Avrupa ile iyi ilişkiler içinde olduğunu gizlemiyor. ABD ve Avrupa da gizlemiyor zaten... Dışarıdaki çağdaş kültür endüstrilerinde (sinemadan müziğe, futboldan dünya güzelliğine) art arda kazanılan başarılar, Türkiye içindeki ve dışındaki kuşkuları dağıtma işlevini yerine getiriyor. Thatcher-Reagan-Kohl damgalı “muhafazakar devrim”, neoliberal gericilik, azgelişmiş “çevre”ye, bir Evren-Özal-Erdoğan çizgisiyle yansımayacaktı da neyle yansıyacaktı?

Kabul edilmelidir ki, 12 Eylül çok başarılı oldu. 1950’den itibaren yürürlüğe konulan bir senaryo, “Türkiye 1923”ü tarihten silme operasyonları sonucu Türkiye, artık Damat Ferit’i bile mumla aratacak bir siyaset kuşağının elindedir. Dışarıda ve içeride, “Türkiye 1923” hızla tasfiye edilmektedir. Söz konusu başarılara da bu tasfiyenin bedeli veya kolaylaştırıcı projektörü diye bakmak, doğrusu pek bir abartma sayılmamalıdır.

Şöyledir, böyledir, ama sorulması gereken asıl soru, galiba şudur: Niye bu gerici güruh, bu Damat Ferit karikatürleri, her renkten “Şerefsiz Osmanlı” çerisi, en çok, 27 Mayıs’tan nefret ediyor? Niye bunlar en çok 27 Mayıs’tan 14 yıl sonra gelen “Portekiz 1974’ün Karanfil Devrimi” kabusuyla yaşıyor? Neden Chavez deyince dizlerinin bağı çözülüyor?

12 Mart ve 12 Eylül’ü genç subaylar mı yaptı?

Cumhuriyet Hafta, 30 Mayıs 2003

Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.