Nâzım’ın sandalyesi
“Şair Baba”nın anısı Azerbaycan’daki yazarlar arasında hâlâ canlılığını koruyor
Kars’ın uzun kış gecelerinde çocukluğumuzu masallar, efsaneler, halk hikâyeleri beziyordu... “Kaçak Nebi ile Kaçak Hacer” hayranlıkla dinlediğim, ilkokul dördüncü sınıfa geldiğimde yazmak istediğim unutulmaz bir halk hikâyesiydi. 1953-54 yıllarında ilk kez köye radyo girmişti. 6-7 yaşlarındaydım. Birini yukarı mahalleden bir komşumuz, ötekini de aşağı mahalleden dayım almıştı. Köyün yarısı bir radyonun başında, öteki yarısı da diğerinin başındaydı artık. O capcanlı hikâye geceleri, âşık meclisleri azalmış, yerini bu cansız radyolar doldurmaya başlamış, ama bambaşka hava getirmişti. Çevremizdeki âşıkları, masalcıları dinlerken, birdenbire sınır ötesine açılmış, tel örgülerle ayrılıp ayrı düştüğümüz yurdumuza, akrabalarımıza kavuşmuştuk. Ankara Radyosu cızırdıyor, Kars radyosu daha kurulmamış, biz de Sovyetlerden yapılan Azerice ve Kürtçe yayınları dinliyorduk. Onlarla yeniden aynı kentte aynı mahallede komşuluğa başlamıştık. Oraya aittik sanki. İlk kez Nazım Hikmet ile Semet Vurgun’un sesini bu yayınlar arasında duymuş, çok etkilenmiştim. Ankara’dan çok Bakü ilgimi çekiyor, orayı görmek istiyordum. Semet Vurgun’un o lirik sesi kulağımdan gitmiyordu:
Sen eller toyusan, eller bayramı,
Gönüller mülkünün lalezarısan.
Men senden almışam aşkı, ilhamı,
Sen şair ömrümün ilkbaharısan...
Herkes candan kulak veriyor, Nazım Hikmet çıkınca “kapatın onu” diyordu bazı “ileri gelenler.” Neden acaba?
1970 yılına gelmiştik. Bir gün İstanbul’da Sinan Yayınları’nın sahibi Hayati Asılyazıcı, “Bak şu romanı okuyabilir misin? Ben Azerbaycan’da iken yazarı imzalayıp verdi” demişti. Romanın kapağını açmıştım. Kiril alfabesi ve bu alfabeyi okuyamıyordum, bazı harfler Latin alfabesine benziyordu. Başlığı zar zor sökmüştüm: “Boz Atın Belinde”. Parantez içinde (Kaçak Nebi). O anki heyecanımı unutamam. Yazarı Celal Bergüşad. Demek benden önce yazılmıştı Kaçak Nebi? Hayati Asılyazıcı’ya bunun önemli bir roman olduğunu söylemedim, “Yanıma alabilir miyim?” dedim. O sevdayla Kiril alfabesini iki haftada öğrenip, romanı okudum. Okumakla kalmayıp onu Latin alfabesine çevirdim... 12 Mart 1971 darbesi yurtdışına savurdu bizi.
12 Eylül 1980, haramiler yolumuzu kesince soluk alamaz olmuştuk. Azerbaycan kurtuluşumuz oldu. 1982’de bir grup arkadaşla Bakü’ye gittiğimizde iki tanıdık vardı belleğimde. Biri Semet Vurgun, biri Celal Bergüşad. Semet Vurgun’un 1956 yılında öldüğünü biliyordum. Celal Bergüşad’ı aradım. Bakü Televizyonu’nda köy üretimi program müdürlüğü yapıyordu. Hemen geldi. “Kaçak Nebi ile Kaçak Hacer”i Latin alfabesine çevirdiğimi duyunca çok sevindi, kanatlandı. Abi kardeş gibi olduk. Bakü’da kaldığım süre içinde hiç ayrılmadı yanımızdan. Hatta bir ara şaka yollu “Yahu senin işin yok mu?” dedim. “İş bitmez, konukluk biter, aldırma” dedi.
Semet Vurgun ve Nazım Hikmet ile ilgili sorular sordum. Nazım Hikmet kendilerinden biri gibiydi. Azeri yazarlar arasında anıları çok canlı yaşıyordu. İlk kitabı zaten Türkiye’den önce Bakü’da yayınlanmıştı. “Semet Vurgun’un evi müzedir şimdi, kızı Aybeniz Hanım da müzenin müdürü” dedi Celal Bergüşad, hemen telefon edip randevu aldı. Ertesi gün buluşup müzeye gittik. Bakü’nün tarihi görkemli binalarından birinin ikinci katı. Zile basıp geniş merdivenlerden çıkarken Celal Bergüşad: “Bögün yaman bir xengel (mantı) yemişem,” dedi. Canım müthiş “xengel” istedi o anda. “On iki yıldan beri xengel yememişem, yaman yadıma düşüp” dedim. Yukarıdan sıcacık, anacan bir ses yanıt verdi: “Boooy bacın ölsün, bu akşam konuğumsan, sana lezzetli bir xengel pişireceğim.” Aybeniz Hanım’la böyle tanıştık. Kendi evimize gelmiş gibiydim. 250-300 metrekare büyüklüğündeki bu evi Semet Vurgun öldükten sonra müze yapmışlar, bu evde doğup büyümüş olan Aybeniz’i de müzeye yönetici. Babasının yaşamını ondan başka kim daha iyi bilebilirdi?..
“Semet Vurgun ölende menim on dört yaşım varıydı. Son günlerinde Azerbaycan’ı gezmeye çıkmıştık... Berde, Kelbecer, Mollu, Göygöl, Kazak... Bütün rayonları gezdik. Bir dağ eteyinde maşını eylettirdi: Düş aşağı kızım, dedi. Bak bu vadi, bu sular, ağaçlar gör ki ne gözeldir. Bana ağaçların, çiçeklerin, otların adından danıştı. Tek tek onları mene anlattı. Ölkemizin gözellikleriyle meni tanış eledi. Meğer meni ölkemizle tanış eden şair aynı zamanda bu ölkeyle vedalaşan Semet Vurgun’muş.”
Aybeniz Hanım müzeyi gezdirdi, her bir eşyayla, her bir kitap ve resimle birebir bağını duygusal biçimde anlattı. Onları Semet Vurgun’a bağladı. Nazım Hikmet ile olan resimlerin üstünde durdu. Keşke onları o gün not etmiş olsaydım. İki saat boyunca bize nefis bir bilgi verdi, sonra da: “Akşam konağımsınız, size xengel pişireceğim” dedi. “Teşekkür ederim, ben bir grupla geldim, zahmet etmeyin” dedim. “Olmaz” dedi, “akşam sizi bekleyeceğim. Grubunuzu da alıp gelin.”
12 kişilik bir gruptuk. Akşam bunlardan 6 tanesini alıp müzeye gittim. Müzeyi yeniden arkadaşlara da gezdirdi. Çaylar, pastalar verildi. İnanılmaz güzellikte sohbetler ederek zamanı geçirdik. Ben niye gitmiyoruz diye merak içindeyim. Saat yirmiye doğru: “Buyrun yemek hazır, oturalım,” dedi. “Sizi atamın masasında ağırlamak isteyirem.” Şaşkına döndük. Semet Vurgun’un özgün masasına oturtmuştu bizi. Ben bir sandalyeyi çekince, başka sandalye göstererek: “Siz bu sandalyeye geçin lütfen.” Saatler süren hoş bir sohbet başladı yine. Semet Vurgun’dan anılar anlattı.
Simonov’lar, İlya Ehrenburg’lar, Hacıbeyov’lar, Resul Rıza’lar, Nazım Hikmet’ler... Dünyaca ünlü bir çok insan bu masada oturmuş, söyleşilmiş, gülünmüş, şakalar edilmiş, dünyanın en ciddi sorunları burada tartışılmış, dünyaya çağrılar çıkarılmıştı:
‘Amado! Gardaşım ucalt sesini
Sen umut gözleme kraldan sörden
Yazak komünizmin efsanesini
Sen Brezilya’dan, men SSR’den
Yoldaş Aragon da şiirleriyle
Meydana toplasın Fransızları
Koy Marat torpağı öz hüneriyle
Boğsun azgınları, vijdansızları
Nazım da yüceltsin hakkın sesini
Demir pencereli zindan içinden
Katsın nefesime öz nefesini
Kovalasın Roma’dan Siya o Çinden...”
Saatlerin ilerlediği bir saatte: “Sizi niçin o sandalyeye otuzdurdum, bilirsiniz mi?” diye sordu Gülbeniz Hanım.
“Bilmiyorum” dedim. “Çünkü o sandalye Nazım Emmi’min sandalyesidir” dedi. O anı anlatamam, masadaki herkes çok duygulanmış, sırtıma ter yürümüştü, kalkıp derhal öteki sandalyeye geçtim: “Öyleyse Nazım aramızda otursun!”
Nazım hep aramızda olacak, hep aramızda yaşayacak...
Cumhuriyet Hafta, 13 Haziran 2003
|