Münih Güvenlik Konferansının düzenleyicilerine kalsa, bu barış hareketi için merkezi bir konu olmalıdır. Kişisel düzenleyici olarak ortaya çıkan Horst Teltschik eski Federal Şansölye Helmut Kohl’ün dış politika danışmanı, eski BMW yönetim kurulu üyesi ve dünyanın en büyük havacılık ve uzaycılık şirketi olan Boeing Almanya’nın bugünkü başkanıdır. Boeing kendi verilerine göre, bütünleşmiş savunma sistemlerinde, roketlerde, uydularda ve geliştirilmiş bilgi ve komünikasyon sistemlerinde, yani ABD’nin küresel askerî aksiyonlarının gerçekleşmesini sağlayan üstün teknoloji ve lojistik gereçlerinde dünya çapında bir numara. Şimdi bu şirketin Almanya’daki en yüksek ajanı, Horst Teltschik, Münih’teki konferansın önemini vurguluyor: “Davos’taki Dünya Ekonomi Forumu, uluslararası ticaretin en yüksek temsilcileri için ne ise, Münih Güvenlik Konferansı da trtejik ortaklık temsilcileri için o dur.”
Davos’taki forumun işlevinin ve öneminin ne olduğu, küreselleşme karşıtları için uzun zamandan beri bellidir: Orada, kararlar ve sonuç belgeleri olmamasına rağmen, çok uluslu şirketlerin ve hükümetleri ile siyasetçilerin, gezegenin nasıl yağmalanacağı konusunda atacakları adımlar kararlaştırılıyor. Çelik ithalatı, ziraî mallar ve dünya çapındaki yatırım sözleşmelerindeki çatışmalarda görüldüğü gibi, sadece Kuzey ve Güney arasında değil, şirketler ve zengin ulus devletler arasında derin yaklaşım farklılıkları mevcuttur. Belirleyici olan nokta ise, sanayi ülkelerinin çelişkilerini kanalize etme ve aralarındaki bütün rekabete rağmen, küresel hammaddelerin kârlı kullanımına yönelik ortak hedefleri gerçekleştirdikleri bir kural sistemi yaratmalarıdır. Davos, önceden somut yönetmeliklerle sorunları tasnif etme, ortak kesişme noktalarını tespit etme ve yarının kararlarını hazırlama mekanizmasıdır. Daha adil bir dünya hareketi bunu gördüğü için, Dünya Ekonomi Forumunu her yıl dünya çapındaki protestonun forumu haline getirmektedir.
Neden, her yıl küresel sömürünün askerî güvence sorunlarının konuşulduğu Münih Güvenlik Konferansında aynısı barış hareketi tarafından yapılmamaktadır? Horst Teltschik, Münih’i Davos Ekonomi Forumunun askerî stratejik eşdeğeri seviyesine getirdiğinde, abartıyor mu? Son yılların konferanslarının konularına ve katılımcılarına bakıldığında Boeing ajanı Teltschik’in abartmadığı görülebilir. Gerçekten de burada aktüel hedefler için askerî stratejiler koordine edilmekte ve praktik sonuçları değerlendirilmektedir. 1999 ve 2000 yıllarında Yugoslavya’ya karşı yürütülen NATO savaşı ve ülkeden geri kalan parçalarla nasıl ilgilenileceği ön plandaydı. Bir yıl sonraki konferans, düzenleyicilerin sözleriyle “Nato’nun doğuya açılımı ve Avrupa Birliğinin Nato içerisinde gelecekteki güvenlik siyaseti açısından rolü... gibi önemli rota belirlemeleri”ne konsantre olmuştu. 2002 yılındaki parola, 11.9.2001 saldırısı ile ilintili olarak “Ulusararası Terörizm Küresel güvenliği üstesinden gelmesi gereken bir sorun”, yani “Terörizme karşı savaşın” uluslararası alanda teyit edilmesi oldu. Bu yılın Şubat ayında ise “stratejik ortaklık” başlayacak olan Irak savaşı konusundaki farklılıklarını belirlemeye çalıştı. Bununla birlikte Şubat ayının ana konuları arasında Orta Doğu ve İran Körfezinin gelecekteki gelişmeleri ile “AB’nin krizlerin önlenmesi ve aşılması görevinde, dış ve güvenlik siyaseti açısından rolü” yer aldı. İşte bu konu, Teltschik’in sözleriyle “Avrupalılar ile ABD arasındaki işbölümü gelecekte nasıl olmalıdır?” sorusu, iki ay sonra başlayacak olan 40. Güvenlik Konferansının merkez konusu olacak.
Konuların listesinden, konferansın tam anlamı ile aktüel strateji sorunları ile ilgilenmekte olduğu görülebilir. Katılımcıların seçimi, görüş alış verişinin ve ulaşılan mutabakatın gerçek siyasete uyarlanmasını garanti etmektedir. Geçen sefer Bakan Rumsfeld ile Fischer ana tartışmacılardı. Şubat 2004’deki Konferansa Şansölye Schröder ile Avrupa dış ve askerî politikalarının ağır sikletleri beklenmekte. Gelecek AB Anayasası içerisinde yer alan ve AB bakanları tarafından şimdiden kararlaştırılmış olan, NATO’dan bağımsız hareket edecek küresel operatif grubu ile Avrupa’daki askerî alt yapıyı NATO çerçevesinde istediği şekilde kullanmak isteyen ABD’nin direnişi toplantının gidişatını beirleyecektir.
Irak savaşı bağlantısında güçlenen bir ideolojik akım, Avrupa’nın artan askerî gücünün, ABD egemenliğinin karşıt gücü olarak barış için bir ilerleme olduğu görüşünde. Bu yaklaşıma göre, Münih Konferansı barış hareketi için bir konu olmaktan çıkıyor, çünkü barış hareketinin ABD cephesine karşı Avrupa tarafını tutması gerekiyor. Böylesi bir söylevde bu yılın Mayıs ayında Avrupa’nın önde gelen gazetelerine verilen bir yazıda Jürgen Habermas ve altı Avrupalı filozof bulunmuştu. Hayli geniş olan yazının programatik başlığı “Avrupa’nın yeniden doğuşu. Ortak dışpolitika söylevi önce çekirdek Avrupa’da” olmuştu. Yazıda ABD ile çatışma talep edilmekteydi. “Avrupa, Birleşik Devletlerin hegemonyal unilateralizmini dengelemek için ağırlığını uluslararası alanda ve BM çerçevesinde teraziye koymalıdır.” Avrupa’nın “gelecekteki dünya düzenini şekillendirilmesini dizayn etmeye” neredeyse nasbütayin edildiği söylenmekteydi. Avrupa “acılar sonasında farklılıkların nasıl görüşüldüğünü (komünike edildiğini), karşıtlıkların nasıl kurumsallaştırıldığını ve gerginliklerin nasıl stabilize edildiğini öğrenmişti.” Bu nedenle Avrupa “komplike bir dünya toplumunda, divizyonların değil, görüşme ajandalarının, ilişkilerin ve ekonomik çıkarların yumuşak gücünün geçerli olduğunu anlıyor.” Habermas ve meslektaşlarına göre Avrupa’nın dünya politikasındaki artan ağırlığının, Avrupalıların “sınıf zıtlıklarını sosyal devlet anlayışı ile barışçıllaştırmalarını” başarmalarından ve “gelecekteki, kapitalizmi ehlileştirme politikalarının sınırların kalktığı alanlarda, Avrupa’nın koyduğu sosyal adalet ölçeklerinin gerisine düşmemesi gerektiğinden dolayı” arzulanması gerekiyor. (Yazıda) Avrupa’da “işçi hareketleri ve hıristiyan sosyal geleneklerle bağlantılı olarak, dayanışmacı ve eşit dağılımı hedefleyen daha çok sosyal adalet mücadelesinin ahlağı yerine, derin sosyal eşitsizliği kabullenen, bireyselci hizmet adaleti ahlağının öncelik kazandığı” söylenmekte. Avrupa’nın yeniden doğuşunun filozofik ebelerinin bu mantığına göre, Avrupa’nın dünyadaki askerî stratejik ağrılığını artırması, barışa ve küresel sosyal adalete yarayacakmış.
Bu tezin ne denli yalanlardan oluştuğunu, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde yürütülen sosyal devlet demontajını bilen herkes görebilmektedir. Sözde “sınıf zıtlıklarının sosyal devlet ile barışçıllaştırılması” konusunda, izin verilirse: ülkemizdeki işçilerin son 11 yılda yüzde 4,4 reel gelir kaybı yaşamalarına karşın, şirket kârlarının yüzde 40 artmış ve sosyal istatistiklerde 4 milyon işsizin yarısı ile her 12.ailenin yoksul olarak nitelendirilmiş olmasına dikkat çekmek istiyorum. SPD’nin de neoliberalizm ideolojisini ne denli içselleştirmiş olduğu, Avrupa Konventi’ne gönderdiği eski yöneticisi Peter Glotz’un sözlerinden anlaşılmaktadır. Glotz, Federal Hükümetin Agenda 2010 programını şu sözlerle selamlıyor: “Bilgi toplumu, modern çalışma dünyasından bir çok insanı bilinçli olarak dışlayan bir toplum olduğunu gösteriyor... Uzun vadede, bilgi yoğunluklu işleri alamayan veya ağır yoğunluklu işleri istemeyen yeni bir alt sınıfın varlığı ile yaşamak zorundayız.”
Bu neoliberal insafsızlık, Almanya ve AB’nin uluslararası politikasını da karakterize ediyor. Bu alanda da uzun vadede, ancak küresel ölçekte alt sınıflarla beraber yaşanılacağı kabullenilmiş durumda. Almanya ve Avrupa’nın, ABD ile aynı şekilde gezegenin sömürülmesine yönelmeleri, küresel sermayenin yapısından bellidir. Dünyanın en fazla ciro yapan 200 şirketinin 82’si ABD, 41’i Japonya ve 20’si Almanya olmak üzere 65’i AB kökenlidir. Bu şirketler ciro ve kârlarının yarıdan fazlasını anayurtlarının dışında realize etmektedirler. ABD, hammaddeler, nakliyat yolları ve piyasalar üzerindeki uluslararası kontrolü üstlenerek, küresel sermayenin siyasî ve askerî hizmet vericisi konumuna geliyor. AB ve ABD’nin, yoksul dünyanın kendi kâr amaçları için hazırlanmasında ne denli sıkı ortak oldukları, bir kaç hafta önce Cancun’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü (WTO) Konferansında görüldü. AB ve ABD ciddî yaklaşım farklılıklarına rağmen, çeliş ve ziraî maddeler konularında, yoksul ülkeleri çok uluslu şirketlerin kâr hırsına maruz bırakan bir küresel yatırım ve rekabet sözleşmesi taslağını ortaklaşa hazırladılar. Yoksul ülkelerin çoğunluğu bu taslağı reddedince, gerek ABD gerekse de AB, sonuçları bu ülkeler için daha kötü olacak ikili antlaşmalar gereklidir reaksiyonunu gösterdiler.
Dünya politikasındaki Avrupa faktörü, sosyal adalet tarafında yer yer almamakta, tam aksine, küresel sömürünün aktif bir momenti olarak ortaya çıkmaktadır. Ve doğal olarak bu nedenle Avrupa’nın artan askerî girişimleri, barışın, uluslararası hukukun ve ulusal kendi kaderini tayin hakkının korunmasına değil, gezegenin ABD ile birlikte ortak sömürüsü ve kontrolü kavgasında, ABD’ye karşı daha geniş olanaklarla siyasî koz elde etmesine yarayacaktır. AB hükümet başkanları tarafından görevlendirilen Javier Solana’nın hazırladığı yeni AB askerî stratejisi, “gerçek ve etkili bir multilateralizmi destekleyen ve yeni tehditlerle mücadele edebilen bir dünya düzeni yaratmak amacıyla” istenilen anda kullanılabilecek mobil silahlı kuvvetleri kurmak için savunma giderlerinin artırılmasını öngörüyor.
Bu yeni tehditler ve bunlar ile nasıl mücadele edileceği, ABD’nin Ulusal Güvenlik Strateji İlkelerinin aynısıdır. Solana belgesinde, aynı ABD yürütmeliğindeki gibi, üç ana tehditten bahsedilmektedir: “Bu farklı elementlerin, yani aşırı şiddet yatkını teröristlerin, kitle imha silahlarının alınabilmesinin ve devlet sistemlerinin başarısız olmalarının toplamı, Avrupa’nın çok ciddî tehditlerle karşı karşıya kalabileceğini tasavvur ettirebilir.” İşte Avrupalılarda, aynı ABD gibi, bu tehdidi ihtiyaç durumunda ve kendi kararları ile dünyanın her köşesinde gerçekleştirecekleri “pre emptive strike”lar ile başlamadan yok etmeyi planlıyorlar: “Yeni tehditlerde ilk savunma hattı genelde yurtdışında olacaktır. Yeni tehditler dinamiktir. Dikkate alınmazlarsa, tehlike büyür... Bu nedenle, kriz başlamadan harekete geçmeye hazır olmalıyız.” Bu belge, AB’nin ABD ile omuz omuza savaşacağına şüphe bırakmıyor: “Avrupa Birliği ve Birleşik Devletler, ortaklaşa hareket ederlerse dünyadaki iyilik için mücadele eden en etkin güç olurar.” AB hükümet başkanları ile ABD başkanları arasındaki tek fark, ABD başkanının “dünyanın iyiliğinden” bahsederken, bunu “tanrının isteği” haline getirmesidir. Bush, dünyanın iyiliğinden bahsederken şöyle diyor: “Özgürlük Amerik’nın dünyaya hediyesi değildir. Özgürlük, tanrının dünyaya hediyesidir. Özgürlük, tanrının dünyadaki her insana verdiği bir hediyedir... Tanrı bize, ülkemizi savunma ve dünyayı özgürlüğe götürme görevini verdi.”
Tanrı olsun, dünyanın iyiliği olsun AB ve ABD, aynı araçlarla, yani hızlı saldırı kuvvetleriyle, saldırı savşlarıyla, askerî tehditlerle ve şantajlarla aynı hedeflere ulaşmak istiyorlar.AB’nin askerî açıdan güçlendirilmesi, ABD’ye karşı bir denge güç değildir, tam tersine küresel savaş potansiyalini artırmakta ve dünya çapındaki savaşların tehlikesini ve yoğunluğunu körüklemektedir. Münih’teki konferansın amacı, ABD ve Avrupa arasındaki komplike savaş makinasının koordinasyonunu fokuslamaktır. Münih 2004 bu açıdan sıradan bir konu değil, barış hareketi için düny politikasının yeni devresindeki ciddî bir konudur. Teltschik, konferansta transatlantik ilişkilerin daha da geliştirilmesi ile ilgilenileceğinden bahsetmektedir. Tabii ki bu bağlamda Yakın ve Orta Doğu konusunda da konuşulacağını söylemektedir. İşte bunlar bizim, barış hareketinin konularıdır: 25 üye ülkeye sahip olacak ve kendi Anayasasını hazırlayacak AB, silahlanmaya, küresel “terörizmle mücadelede” Abd ile ortaklığa mı programlanacak, yoksa, başka bir Avrupa, barışçıl bir Avrupa için sesimizi mi yükselteceğiz? Ve bunu küresel militaristleşmenin planlayıcılarının bir araya geldiği Münih’te, 6 7 Şubat 2004 tarihinde mi yapacağız?
Ulusal ve uluslararası barış hareketi Münih’e geldiğinde, 40 yıldan beridir bu küresel savaşçılara karşı çıkan bir yerel barış hareketi ile karşılaşacaktır. Geçen konferansta Münih kenti için yürüyüş yasağı konulmuştu. Buna rağmen onbini aşkın kişi savaş konferansına karşı biraraya geldiler. Eylemlerin örgütleyicisi olan ve Toplantı Yasasına muhalefetten tutuklanan Claus Schreer beraat ettirildi. Dönemin kriminal müdürü mahkeme önünde şunları söylemişti: “Öyle zannediyorum ki, Claus Schreer bunu yapmasaydı dahi, insanlar yürüyüşe gelecekti.”
(...) Yani kısaca söylmek istediğim şu: bir çok arkadaşın ve (...) örgütlerinin desteği ile Münih’te bu savaş konferansına karşı geniş bir hareket oluşturuldu. Karşı tarafta olanlar, küresel savaş güçlerinin en önemli temsilcileri. Bu nedenlebarış hareketi yanıtını daha çok omuzda, uluslararası omuzlarda taşıyarak vermelidir. Bunun için arzumuz şudur: Subat 2004’de Münih’te, bizim yanımızda olun!
*Dr.Conrad Schuhler serbest gazeteci ve yazardır.