“Umutlar” ve dualar boşa çıktı. Hükümet yetkililerinin “Arap olsun yarabbi, olmazsa Afganlı olsun, hiç değilse Pakistanlı olsun,” temennilerine ve bu yönde uçurdukları haberlere karşın hakikat gün gibi ortada: Sinagoglara saldıran “intihar bombacıları” T.C. vatandaşı.
Hükümet dışarıdan ve içeriden bakıldığında görüneni görmek, gördüğünü kabul etmek istemeyebilir ama Türkiye, bu saldırıdan sonra da yurttaşlarının bir bölümünün geri kalanına karşı “kıyam” gerçekleştire geldiği bir ülke olma özelliğini ne yazık ki muhafaza ediyor.
Bunun ima ettikleri ise “El Kaide’nin hunhar saldırısı” denilerek “kökü dışarıda cereyanlar”a bağlanamayacak kadar derin ve kapsamlı. “Uzmanlar”ın “güvenilir” dediği kaynaklar hafta sonundaki Sinagog saldırılarının “El Kaide tarafından” üstlenildiğini bildirseler de, saldırıyı gerçekleştirenlerin kökü içeride, Bingöl’de.
Hizbullah’ın ülkesi Bingöl
Bingöl, Hizbullah’ın doğuş yerlerinden biri. Hizbullah’ı 2000’de liderleri Hüseyin Velioğlu’nun da öldürüldüğü bir dizi operasyon ve operasyonlar sırasında ortaya çıkan “mezar evler”den hatırlayacaksınız. Bu Hizbullah, bir din devleti kurma amacıyla yer altı faaliyeti gösteriyordu ve “İlim” ve “Menzil” grupları olarak ikiye ayrıldıktan sonra “İlimciler”, “Menzilciler”i “domuz bağı” ile bağlayarak seri cinayetlerle yok etmişler ve bu “mezar evler”de gömmüşlerdi.
Bir şey daha, hatırlayacaksınız: Esas olarak Kürt İslamcıları örgütleyen bu Hizbullah, Bingöl, Diyarbakır, Van ve Batman’da PKK’ye karşı mücadele adı altında “satırlı” saldırılara girişerek 500’den fazla “faili meçhul” cinayet işlemişti.
Milliyet Gazetesi yazarı Hasan Cemal 12 Şubat 2000’de yazdığı bir makalede bölgedeki çatışmaların en kanlı döneminde Asayiş Kolordu Komutanlığı yapan emekli Korgeneral Hasan Kundakçı’nın şu sözlerine yer vermişti: "PKK'nın üzerine bütün gücümüzle giderken öbür tarafta kuvvet tasarrufu yapıldı. Bu, stratejinin ana prensibidir. Biz Hizbullah'ın varlığından haberdardık. Başlangıçta PKK'nın elinde olan camileri ele geçirmek için çalıştılar. Ele geçirdikten sonra da cami çevresinde faaliyet gösterdiler. Ancak üzerimize gelmediler."
Tıpkı bir zamanlar “devletin koruyucusu” ilan edilen “ülkücü mafya” gibi “Hizbullah” da 28 Şubat’tan sonra “işi bitince” “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”nde “iç tehdit” olarak sıraya konuldu. Sırası gelince kafası koparıldı.
İslamî şiddetin insan kaynağı
Peki ya Hizbullah’ın insan kaynağına , bu insan kaynağının yıkıcı potansiyeline ne oldu?
Hizbullah operasyonlarının yürütüldüğü tarihte gazetelere yansıyan bir “emniyet araştırması”nda militanların “...büyük bölümünün 15-24 yaş arasında gençler olduğu belirlendi. Çoğunluğunu işsiz veya öğrenci gençlerin oluşturduğu örgütte, 10-14 yaşındaki çocukların da bulunması dikkat çekti. Ancak yüzde 22'sinin yüksekokul mezunu olduğu belirlenen teröristlerin hemen hepsinin erkek olduğu ve faaliyetlerinin büyük çoğunluğunu kent merkezlerinde gerçekleştirdikleri bildirildi.
“2 bin Hizbullah terör örgütü üyesinin dosya bilgileri üzerinde güvenlik yetkililerince yapılan incelemede, örgütte genelde 15-24 yaş arasındaki gençlerin çoğunlukta olduğu belirlendi. İncelemede, örgütün yüzde 2 oranında 35-65 yaş arasındaki teröristlerden oluştuğuna ve yüzde 2.5 oranında 10-14 yaş arasında çocuk bulunduğuna dikkat çekildi.
“Hizbullahçıların yüzde 40.5'inin lise mezunu olduğu belirlenen incelemede, teröristlerin yüzde 1.5 oranında cahil, yüzde 19 oranında ilkokul mezunu ve yüzde 14 oranında ortaokul mezunu oldukları aktarıldı.
“Örgüt mensuplarının yüzde 97.5'inin eylemlerini kent merkezlerinde gerçekleştirdiğinin belirtildiği incelemede, yüzde 2'sinin köylerde ve yüzde 0.5'inin ise mezralarda faaliyetlerde bulunduğu belirlendi.
“Meslek grupları kategorisinde ise teröristlerin çoğunun işsiz veya öğrenci olduğu belirtildi. Buna göre, militanların yüzde 27'sinin öğrenci, yüzde 28.5'inin serbest meslek sahibi, yüzde 14'ünün işçi, yüzde 1.1'inin çiftçi ve yüzde 1'inin memur olduğu aktarıldı. Örgüt içinde sadece yüzde 2.5 oranında kadın terörist olduğu açıklandı.”
İslami şiddete hoşgörü
Sinagog intiharcılarının haberlere yansıyan kimliğine baktığımızda gördüğümüz tipler şu yukarıdaki profilden çok farklı mı? Hepsi lise mezunu, üniversiteye devam edememiş, 20-25 yaşlarında insanlar. Hepsi şu ya da bu şekilde umutsuzluklarının devası olarak dini cemaat, tarikat ve örgütlere yönelmiş. Hepsi şu ya da bu şekilde bir dinsel misyon edinerek devlet müsamahası ya da yönlendirmesi altında Türkiye dışındaki faaliyetlerde yer almışlar.
Türkiye’den Çeçenya ve Bosna’daki İslamcı şiddet gruplarına giden, orada hayatlarını kaybeden, ya da gemileri kaçıran ve otelleri işgal eden ama her seferinde devlet görevlilerince kahraman muamelesi yapılıp alınlarından öpülen, ardından salıverilen ya da kaçmalarına göz yumulanların oluşturdukları modeller ortada duruyor.
İslamî şiddete yönelik bu “hoşgörü” ortamı şu ya da bu şekilde yaşadıkça ve yaşatıldıkça, bu gençlerin, sonu felaketle biten uluslararası maceralara giden yolun başına bir yandan devlet öte yandan siyasi İslam tarafından itilmiş olmadığını kim söyleyebilir?
Bir ülkede üç ülke
Türkiyeli yorumcular Filistin ya da Ortadoğu’nun başka çatışma bölgelerindeki “intihar saldırıları”na bakarken, o eylemlerde yer alan genç insanlara hep kendi toplumlarında asla benzerine rastlanmayacak bir insan tipiymişçesine yaklaştılar. “İntihar eylemcisi”, ancak bir “Arap”, bir “Ortadoğulu” olabilirdi.
Çabuk unutuyoruz... Türkiye’nin mütecanis bir topluluk olmadığını, Türkiye’de yaşayanların küreselleşmenin de basınçları altında birbirlerinden büyük uçurumlarla ayrıldığını, geçirimsizleştiğini, bu ülke içinde “tasa, keder ve kıvançları” birbirinden kopuşmuş birden çok ülke oluşmakta olduğunu unutuyoruz.
Türkiye’nin, yetkililerimizin boş yere öğündüğü gibi hiçbir zaman bir kültürler arası hoşgörü ülkesi olmadığını, gayrimüslimlerin asırlar boyu “haraç ve cizye” ödemeye mecbur bırakıldıklarını, “tehcir” edildiklerini, “varlık vergisi” uygulamalarının konusu olduklarını, “çalışma kampları”na gönderildiklerini, 6-7 Eylül yağmasına uğratıldıklarını unutuyoruz.
”Kanlı Pazar”ı, ”Sivas”, “Maraş”, “Çorum” katliamlarını unutuyoruz, Madımak katliamını unutuyoruz, “kelleler koparılan”, 30 bin ölümlü “Kürt Savaşı”nı unutuyoruz... Ve hep birlikte şaşırıyoruz, “bunlar Müslüman olamaz, bunlar T.C. yurttaşı olamaz, bizimkiler Sinagoglara saldırmaz.”
Nerede yaşadığımızı unutmasak iyi olur doğrusu. İslamcıları, sola, Kürtler’e ve Aleviler’e karşı örtülü operasyonlarda istihdam eden bir devletin uyrukları olduğumuzu, iktidarı fethetmek için “cihad”ı meşru gören bir İslamî akımın yeşerdiği topraklarda yaşadığımızı, hoşgörüsüz bir toplumun fertleri olduğumuzu unutmasak iyi olur. O zaman şaşırmayız.
Başbakanımız da şaşırmaz. Daha dün “minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlalarımız,” diye haykıran İslamcı militan bugün taç giyip akıllanmış olabilir ama, bu dünyayı havaya uçurarak “şehadete”e ulaşmayı biricik umut olarak gören genç insanları “cihad” yoluna sevk edenler arasında kendisinin de olduğunu unutması gerekmez.
Ama İslamcı var, İslamcı var. Tayyip Erdoğan’ın küreselleşmeci “ılımlı İslamcılığı”, çulsuzların, çukurda yaşayanların gazabına tercüman olamıyorsa, kabahat çulsuzlarda mı, yoksa, Tayyip Erdoğan hükümetinde de eşitsizlik, haksızlık, yoksulluk ve zulmün, hoşgörüsüzlük ve adaletsizliğin süregitmesinde mi?
Hükümetin Sinagog saldırısını kendisine karşı bir saldırı olarak okuması biraz da bundan. Dün “cihad” yoluna sevk ettikleri üzerinde artık bir otoritesinin kalmadığını görmesinden ve tabii şunu idrak etmesinden: Sistem nasıl, İsrail’le işbirliğini Yahudi düşmanı Erbakan’a, Öcalan’ın idam cezasının kaldırılmasını Kürt düşmanı Bahçeli’ye, Türkiye’nin AB adaylığını Avrupa karşıtı Ecevit’e yüklediyse, siyasi İslam’ın tasfiyesini de İslam şeriatı yanlısı Tayyip Erdoğan’a ihale ediyor!
Erdoğan ya bu deveyi güdecek ya bu diyardan gidecektir.
Kaynak: Bianet