Medyada, İtalya ya da Fransa’daki kitlesel yürüyüşlerden bahsedildiğinde, emelilik kesintilerine veya sağlık alanındaki kısıtlamalara karşı yüzbinlerin, hatta milyonların karşı çıktığını duyduğumuzda, haklı olaak soruyoruz: peki ya Almanya?
Elbette, 1 Kasım 203’de Berlin’de yüzbin insan sokağa taştı ve aynı Porto Allegre, Floransa ve Paris’te olduğu gibi, Almanya’da da sosyal forumlar kuruluyor. Ama gene de, yeterli etkileme gücü olmadığı düşüncesi hakim. SPD/Yeşiller/CDU/CSU/FDPli politikacıların gene, yerleşmiş sosyal devleti ortadan kaldırma hedeflerini adım adım gerçekleştirdikleri şüphesinden kurtulamıyorsunuz. Protestoların, “boş kasalar”, “reformların gerekliliği” retoriği ile ile “ekonomik hızlanma gelecek” ve “işsizlik kaybolacak” vaatlerine kanarak yetersiz uzlaşılarla yetinmesi bir ilk değil.
Almanya’daki protestoların böylesine yavaş ve tutarsız gelişmesinin nedeni nedir?
Üç açıklama denemesi
1. İşçi hareketinin geleneksel örgütlenmeleri sendikalar vesosyal demokrasi ve “yeni solun” altmışlı ve yetmişli yıllardaki devamı Yeşiller bugün neoliberal şekillenmenin peşindeler. Bu şekillenme: çok uluslu şirketlerin lehine olan deregülasyon ve liberalizasyon, yani hiç ya da az vergi, düşük ücret yan giderleri, düşük çevre standartları vb. Olarak kendini gösteriyor. Bu şekillenme, devlet güvencesindeki temel ihtiyacın ( yani emekli aylıkları, sağlık, kamu ulaşımı, içme suyu, eğitim vb. ) özelleştirilmesidir. Ve sınuç itibariyle, sermaye hedeflerinin askerî araçlarla gerçekleştirilmeye çalışılmasıdır.
Bu siyasî geleneklerin bağlayıcı gücü hayli yüksektir. Bir çok insan, önceleri beraber mücadele ettikleri bu insanların böylesine kötülükler yapabileceklerini tasavvur edememektedirler.
Bir çoğu genellikle medya kampanyalarının etkisiyle KIRMIZIYEŞİL hükümetin, kötünün iyisi olduğunu düşünmektedir.
2. Alman sosyal devlet geleneğinin farklı yanları bulunmaktadır:
19. YY’ın sonunda imparatorluğa ve kapitalizme karşı mücadele veren devrimci ve reformcu güçlerin etkisi artmaktaydı. Bismarck tehlikeyi ve şansı gördü ve sosyal devletin ilk adımlarını ( örneğin yasal sağlık sigortasını ) attı. Bu, işçi hareketi açısından önemli bir kazanımdı.
Ancak madalyonun diğer yüzünü ki Bismarck bunu hesaplamıştı sosyal demokrasi ile sendikaların büyük bir bölümünün uzlaşması ve sisteme bağlanması oluşturmaktaydı. Zaman içerisinde “devlet babanın” bize “baktığı” bilinci yerleşmeye başladı. Bu bilinç ile, hepimiz büyük bir aileyiz ve Alman Rayh’ının 1. Dünya Savaşına katılmasını büyük bir çoşku ile karşılama düşüncesine geçiş uzun bir adım olmadı.
Nasyonalsosyalistler de bu devlet merkezli düşünceyi 1933’de Halk Birliği İdeolojis, hatte Yahudilere, Romanlara, Homoseksüellere, engellilere, komünistlere ve diğerlerine karşı uyguladıkları “hukuk devleti” yasaları ve “devlet” tedbirleri için kullanabildiler.
2.Dünya Savaşından sonra sosyal devlet elementleri alınarak, emeklilik ve hastalık sigortası, işsizlik parası ve yardımı, sosyal yardım gibi şekillerle geliştirildi.
Ama burada da verilen bir yardım söz konusudur; her ne kadar insanlar yardım sitemlerinden belirli bir hukuk garantisi çerçevesinde faydalansalar da. Bu sistemlerin belirlenmesine dolaylı olarak da katılamamaktadırlar. Böylesi kurumların geleceğini dolaysız belirleme şansları da bulunmamaktadır. İştirak etme hakları var, ama katılım hakları yoktur. Sosyal devlet bir çok insanın bilincine, zenginlerin yoksullar için sorumluluk aldığı bir toplumun göstergesi olarak değil, “yardım devletinin” göstergesi olarak yerleşmiştir. Kişilerin “kendi sorumluluklarını” ve “hizmet anlayışını” içeren neoliberal ideoloji kafaları daha da karıştırmakta ve dayanışma yaklaşımının kenara itilmesine neden olmaktadır.
Şimdi sosyal devletin sınırları görülmektedir: sosyal devlet kapitalizmin gelişmesine ve yaşam boyunca aidat ödeyen (ve evişleri ile çocuk bakımını kadınlara bırakan geleneksel kalifiye işçiye bağımlıdır.
Dünya çapındaki kapitalist kriz Almanya’yı da vurmakta, işsizlik, düşük ücret sektörlerinin yaygınlaşması ve “esnek çalışma dünyaları” sosyal sistemi sarsmaktadır. Geri kalanını da vergiden kaçma ve zenginlere verilen vergi hediyeleri halletmektedir.
Buna rağmen iyileşme umudu körükleniyor. “Tam istihdam” propagandası yapılıyor. Ve teknolojik gelişme daha az çalışmayı olanaklı kılmasına rağmen, istihdam eşit dağılmıyor. Tam tersine: bir işi olanlar, işsizlerin sayısı artarken, daha fazla çalışmak zorunda kalıyorlar.
Gene de bir çok insan, durumun düzeleceğini ve krizin aşılacağını söyleyen politikacılara inanmak istiyor. Çünkü iktidar gücüne gözünü dikmek
3. Represantif demokrasi sisteminin bir sonucudur
Sürdürülen tartışmalarda giderek daha çok dolaysız demokrasi, halk istemi, halk oylaması gibi uygulamaların yürürlüğe sokulması istemleri dile getiriliyor.
Bu istemler genellikle, dolaysız demokrasinin halkı emosyonal söylemlerle aldaan veya zeki yalanlarla kandıran demagoglara yarar argümanları ile reddedilmekte. Güya, Weimar Cumhuriyeti deneyimleri bunu göstermekteymiş.
Demokrasi halkın egemenliğidir. Halka güvensizlik, argümantasyonolarak kullanılmaktadır. Güya siyasî elitler temsilciler her şeyi daha iyi yaparmış.
Aslında Faşizmin deneyimleri, sözde “elitlerin” ne kadar çabuk Nazileri tarafına geçtiklerini, kaypaklık yaptıklarını ve oportünist olduklarını göstermektedir. Onlara güvenilmez. Ve Naziler de zaten, terörleri ve şiddetlerinin desteği ile, seçimle iktidara geldiler.
Buna rağmen getirilen argümanlar işe yarıyor ve halk 4 ya da 5 yıllığına, Anayasa’ya göre sadece “vicdanlarının sesini dinlemekle yükümlü” olan parlamenterleri temsilcileri olarak seçiyor.
Bu seçim olanağının çeşitli sonuşları vardır:
- Siyasetin konsipe edilmesi ve uygulamaya sokulması oy pusulasına konulan çarpı işareti ile başkalarına teslim edilmektedir. İşleri “yukarıdakilerin” yapması beklenmektedir. Milletvekillerinin görevden alınması gibi dolaysız etkileme olanakları bulunmamaktadır. Oy kullanılarak, demokatik yükümlülük yerine getirilmiş sayılmaktadır. Bir dahaki sefere kadar. Sorumluluğu başkasına teslim edenin sorumluluğu olmaz.
- Halka verilen bu rol pasifliğe ve demokratiksizleştirilmeye yol açmaktadır. Dolaysız etki olanağı yoksa, hiç bir şey yapılamaz.
- Siyasî partilerin rlü ise işi zorlaştırmaktadır: Anayasaya göre partiler “siyasî iradenin” ana taşıyıcılarıdır. Bu şekilde parti aparatlarına müthiş bir güç verilmektedir. Ancak parti içerisinde zeki davranabilen ve kariyer yapabilenler yola devam edebilmektedir. Hiyerarşiler oluşmaktadır. Oportünizm mükâfaatlandırılmaktadır. Milletvekilleri, dışlanmamak için partilerinin koyduğu grup disiplinine uymak zorunda bırakılmaktadırlar. (Eski Cumhurbaşkanı) Richard von Weizsaecker partilerin bu gelişmesini “güç düşkünlüğü” olarak nitelendirmişti.
- Bütün bunlar siyasî elitlerin ve elitçi düşüncenin oluşmasını teşvik emektedir. Yeşiller partisinden Antje Vollmer bu bağlamda, tabii ki kendisinin de dahil olduğu bir “siyasî sınıftan” bahsetmektedir.
Bu analize devam edilince sonucu da belli olur: Sosyal hareketlerin oluşması yüksek engellerle karşı karşıyadır. Gerçi Almanya tarihinde APO ( 68lerin parlamento dışı muhalefeti), Atom karşıtları, barış ve çevre hareketi gibi her zaman dikkate değer emansipatif hareketler olmuştur. Ancak bunlar her defasında belirtilen sistem ile bütünleştirilmişlerdir.
Bu nedenle Almanya’da sosyal bir demokrasiyi ancak:
Yerel ve bölgesel özörgütler ile özyönetimlerin temel yapıları etabile edilebilir,
Yerel ve eyalet düzeyinde dolaysız demokrasi elementleri (örneğin yerel düzeyde halk oylaması gibi) güçlendirilebilir, geliştirilebilir ve kullanılabilir,
Partiler ile sendikalar arasındaki bağ koparılabilir ve
Sivil itaatsizlik eylemleri ile iktidarların kararlarının hegemonyasından kurtulabilinirse gerçekleştirilebilir.
1 Kasım’da Berlin’de bir çok insan üyesi oldukları parti ve sendikaların engellemesine rağmen yürüdüler.
Bu, umut veren bir gelişmedir.