Geri
Werner Seppmann

(Çeviri: Murat Çakır)

I. Sınıf toplumunun gerçeği sorusu yeni aktüalite kazandı: İyi giden ekonomi yılları bitti; tarihsel açıdan özel bir dönemde ortaya çıkan “sosyal devlet uzlaşısı” sermaye tarafından sorgulanır oldu. Sermaye ve emek arasında tekrar sert rüzgârlar esmekte. İşçi sınıfının bir çok kazanımı budanmakta. Körüklenen bir çelişkiler gelişimi, bölme ve dışlamanın destrüktif dinamiği, privigilizasyon ve haksızlıklar sosyal yaşamı belirlemekte ve yaşamın bir çok alanında izlerini bırakmaktadır. Günümüzde merkezi toplumsal çelişkilerden birinin sermaye ve emek çelişkisi olduğunu görmek içi marksist olmaya gerek yoktur – ama, bu da marksist yorumlama yönetimi üzerine bilgili olmanın bir dezavantaj olduğu anlamına gelmez.

Sınıf toplumunun yok olduğunu ve bireysel yaşam için sosyal konumun önemini yitirdiğini iddia eden kuramlar realite karşısında rezil oldular. “Bireyselleşme Kuramı”nın formülleri, geçmişte sınıf yapılanmalarının çoğunlukla şematik bir biçimde yorumlanmaları ve yeni gelişmelere yeterli önemde eğilinmemesi nedeniyle etkinlik kazanmışlardı. Bireyselleşme tartışması, güya yapısal ve sınıf kuramına bağlı yaklaşımların ciddiye almadığı aktüel gelişmelerin tartışılması ile ikna gücü kazanmıştı. Tartışmada sosyal blokların “segmentasyonu” ve onların iç farklılıkları gibi görünümler tematize edilmiş, aynı zamanda bu süreçler ile sosyal çevrenin, sosyokültürel yasa ve kurallardan anlamlı bir biçimde bahsedilemeyecek ve yaşam ilişkilerinin değişimi için toplumsal nedenlerin gösterilemeyecek şekilde dağıldığı iddiaları ileri sürülmüştü.

Böylelikle geleneksel sınıf ve katman çizgileri ile birliktelikleri olmayan »çoğulcu yaşam durumları«nın (Alm. Pluralistische Lebenslagen) ortaya çıktığı iddia edilir olmuştu.Güya yaşam, ekonomik zorunlulukların dışındaki kültürel ağların içerisinde kendisini biçimlendiriyormuş. Sözde »postendüstriyel« toplumsallaştırma tandasının göstergesi, »yaşam ilişkilerinin geleneklerden kopuşuna« ve »yaşam durumlarının (Diversifizierung) ve bireyselleşmesine« yol açan »yaşam şekillerinin evrimi« imiş (Ulrich Beck). Gerçi sosyal eşitsizliğin varlığı tam anlamı ile reddedilmiyordu, ancak bu eşitsizliğin esas itibariyle ekonomik yapılanma prensiplerine ve somut iktidar yapısına bağlı olmadığı iddia edildi: »Devam eden ve yeni ortaya çıkan eşitsizliklere rağmen Federal Almanya’da, daha iyi bir seçenek olmaması nedeniyle akıllarda yaşatılan bir sınıf toplumunun ötesinde yaşamaktayız«

Gerçi bireyselleşme kuramı varlığını, geleneksel sınıf (Millieu)lerin dağılımı ve biyografi örneklerinin değişimi gibi reel gelişmelere dayandırabiliyordu, ancak bunlar tek yanlı ve olumlu açıdan yorumlanıyor ve günlük yaşam pratiğindeki iki yüzlülükleri dikkate alınmıyordu. Belirgin olmayan trendler genele örnek alınıyor ve kişiler tarafından sorunlu bir şekilde algılanan gelişmeler, düz çizgili başarı hikâyeleri olarak gösteriliyordu: “Geleneksel bağlardan çözülme” çoğunlukla bireysel (handlungsspielraum)ların büyümesi anlamına değil, aksine güvensizlik ve yön kaybı anlamına gelmektedir. “Bireyselleşme” neşeli bir toplumsal oyun değil, bireysel gelişme ihtiyaçlarının tanınması için ve yabancılaşmaya, güvensizliğe ve sosyal fonksiyonlaştırılmaya (Alm. Soziale Funktionalisierung) karşı verilen bir kavga, bir dramdır.

»Bireyselleşme baskısı«nın (U.Beck) nedeni ve temeli olarak üç gelişme trendi ön plana çıkarılmaktadır:

- Kitlesel gelirin artması

- Toplumun geniş katmanlarının yükselme şansları büyüten »eğitim patlaması« ve

- Düşünce ve kültür örneklerinin »bireyselleşmesi«

Bu trendler gerçekten de var, ancak genel toplumsal (Kontext) içerisinde kendilerine yüklenenden farklı anlamlar taşımaktadırlar. Gerçi bu trendler ile sınıf toplumu ilişkileri detayda modifize edilmektedir, ama bunlar sermaye ile emek arasındaki antagonizmin toplumsal belirleme gücünü ve sınıflar arasındaki relasyonu değiştirmez. Bireyselleşme kuramının (Referenzaspekt)lerine dikkatli baktığımızda, eşitsizlik sorununun (ungeschmälerte Relevanz)ı açıkça belirginleşmete ve aynı zamanda sosyokültürel (Benachteiligung)ların, ekonomi temelindeki iktidar ilişkilerinin sonucu olduğu belli olmaktadır.

Gerçektende savaş sonrası ekonomik patlama (on)yıllarında, toplumsal katmanların geniş bir kesimi için tüketim olanakları artmıştır. Düşük bir ücrete sahip olanlar dahi ücret artışlarından faydalanabildiler. Bir diğer önemli (Aspekt)de, aile gelir temelinin genişlemesiydi: her iki eşin çalışıyor olması olağan bir hal aldı. Ancak bu gelişmeler büyük gelir farklılıklarında hiç bir şey değiştirmedi Bu farklılıklar doksanlı yıllarda aşırı derece arttı ve günümüzdeki şeklini aldı: Toplumsal refah dağılımının en önemli indikatörü olan ücret kotası Federal Almanya’da son 7 yılda (bağımlı çalışanların sayısının artması ile birlikte) gayri safî hasılanın yüzde 52’sinden yüzde 42’sine düştü. Reel ücret artışları dönemi, bireyselleşme kuramının tezleri şekillendiğinde bitmişti: on yıldan fazla bir süreden beri kitle gelirleri yerinde saymakta ve hatta bir kaç yıldan beri azalmaktadır. Bu durum, dağılım eşitsizliğinin bir göstergesi olmakla birlikte, daha önemlisi, bireyselleşme kuramında hiç rol oynamayan toplumsal iktidar ilişkilerinin indikatörüdür.

Bireyselleşme kuramı tarafından »yaşam durumlarının çoğulculaşmasının« temeli olarak belirlenen “eğitim patlaması”, etkisi açısından çift anlamlı ve son derece çelişkilidir: söz konusu “patlama” toplumsal kalifiye düzeyinin genel değişiminin göstergesidir. Kalifiye öğrenim ve eğitim ünvanları, sosyal konumu savunabilme için gereklidir. Lise diploması artık olağan işe alma koşulu haline gelmiş olmasına rağmen,banka veznedarının veya bir memurun sosyal statüsü en iyi durumda aynı kalmıştır. Ciddiye alınabilir araştırmalar: “genelde artan eğitim düzeyine rağmen, sosyalkatmanlar arasındaki farklılıklar aynı kalmıştır” tespitini yapmaktadırlar. Hatta kalifiye düzeyinin genelde artış göstermesi nedeniyle, geleneksel statü avantajları çok aranan pozisyonlar için verilen mücadelede yeni etki gücü kazanmaktadır.

Bir çok insan sosyoekonomik değişim dinamiğini (“existentielle Anpassungsdruck”) olarak algılamaktadır. “Bireyselleşme” yaşam ve iş ilişkilerinde derin değişikliklerin göstergesidir: “Yeni” bir şey deneme, çiğnenmiş yolları terk etme ve kalküle edilemeyecek rizikolara atılma zorunluluğu her alanda görülmektedir. Gerçi gelişmelerin hızlanması ile birlikte arada sırada “yenişanslar” ortaya çıkmaktadır, ama hep, sürekli değişen kalifiye ve beceri (raster)inden düşenlerin meslekî durumlarının kötüleşmesi pahasına.

»Bireyselleşme ayaklanması« (U.Beck) tarafından belirlenen yaşam, her zaman yabancı çıkarlara ve, değerlendirme stratejileriyle kişilerin ve işyerlerinin, bölgelerin ve ülkelerin geleceğini belirleyen iktidar elitlerinin kararlarına bağımlıdır. Bir çok sınıf kuramı sorunu, marksist tartışmanın, egemen sınıf dahil olmak üzere, tekrar bir bütün olarak sınıf toplumu ile daha derin ilgilenmesi durumunda daha net görülebilir.

Sınıf yapılanmasının belirleyici (Aspekt)leri olan sömürü ve artıdeğer sahiplenmesi böylelikle daha açık bir şekilde ortaya çıkar ve aynı zamanda artıdeğerin sahiplenilmesine yönelik siyasî mücadelede egemen mistifikasyonlardan kurtulunurdu.

Sosyoanalitik bakış açısının genişlemei sonucunda, işgücünü satanların “bireyselleşmiş” olan yaşamlarının antagonistik sosyal yapılanmaya bağımlı olduğu görülebilirdi. Bu nedenle asıl soru “sınıf savaşımının şemasını” reddetmek veya reddetmemek değildir; sınıf savaşımı nesnel (beliebigkeit) veya kuramsal konstrüksiyon değil, aksine, sürekli değişen tarihsel içerikleri, şekilleri ve egemenler ile egemen olunanların nesnel enerjilerini içeren öznel tarihsel bir unsurdur.

Bireyselleşme tartışması sosyokültürel değişimlerin bireysel öneminin hakkını veremediği gibi, bu değişimlerin yapısal sonuçlarını (yani: asıl toplumsal sonuçlarını) yakalayamamaktadır. Farklı etki gücü olan sosyal alanlar (iş ve meslek, tüketim, boş zaman veya “kültür” gibi) eşit etki faktörleri olarak gösterilmekte ve onlara, bireysel yaşam planı için değiştirilebilir önemler yüklenmektedir. Bu kuramsal pozisyonlamada »Sermayenin ... bujuva toplumunda her şeye egemen olan ekonomik güç« (K.Marx) olduğunu ve bu nedenle bazı sosyal alanların diğerlerine nazaran yaşam planına daha fazla etkide bulunduklarını unutturma çabaları açık olarak görülmektedir.

II. “Bireyselleşen” subjelerin egemenlikten arındırılmış alanda hareket ettikleri izlenimini vermek isteyen bir “körleşmiş toplumbiliminin” (O.Negt) ideolojik karakteri sadece neoliberal saldırıdan beri belirginleşmedi. Daha “bireyselleşme tartışmalarının” başlangıç döneminde, eşitsizliğin sosyal reprodüksiyonunun gerçeğine değinen tüm araştırmaların sonuçları, ekonomik yapılanmaların kişisel yaşam planı için önemini yitirdiğini iddia eden formüllerin aksini göstermekteydi. Bireyselleşme korosunun yönetmeni ve antrenörü Ulrich Beck, sosyal yapılanmaların etkisini giderek kaybettiğinden bahsederken, böylesi varsayımları eleştirisiz kabullenmek istemeyen araştırmalar, çok daha farklı sonuçlara ulaşıyordu: »Görüldüğü kadarıyla yaşam şanslarının ve biyografilerin toplumsal kurumlar tarafından yapılandırılması giderek artmaktadır.« Bireyselleşme tezinin kendisini temellendirdiği (“Ekonomi Mucizesi”-Bitiş) döneminde de, eşitsizliğin yapısal bazdaki sabitliği görülmekteydi. “Doksanlı yılların batılı sanayi toplumlarında sadece şansların değil, rizikoların da eşitsiz dağıldığını ve kişilerin sosyal kökenlerine göre değiştiklerini” görmek için krizsel değişikliklere ve neoliberal aymazlığa gerek yoktu.

Sosyal açılmanın kısa bir döneminden sonra geleneksel dışlama ve seleksiyon mekanizmaları – örneğin eğitim sektöründe – kendilerini tekrar stabilize ettiler. Altmışlı yıllardan beri gözlemlenen, eğitim olanaklarının sosyal genişlemesi tandansı da alt sosyal katmanların eğitim şanslarının önemli ölçüde artmasına yol açmadı. Eğitim sektöründe yapılan reformlar sonucu sosyal engellerin azalır gibi görünmesi, sosyal eşitsizliğin azaldığına dair bir gösterge olarak yorumlandı. Günümüzde gerçekten de daha fazla genç insan yüksek öğrenim görmektedir. Ancak bu, lise ve üniversitelerin sosyal temelinin değiştiği anlamına gelmez: »Gerçi her sosyal katmandan gençler için eğitim katılımının artması ile, yüksek değerli bir ünvan kazanma şansı olasılığı yükseldi, ancak buna rağmen eğitim farklılıkları da giderek arttı. Hızlanan bireyselleşme süreçlerine rağmen 1990 yılında Federal Almanya’da sadece her sekizinci işçi çocuğu liseye gitmektedir; memur ailelerin de ise her ikinci çocuk.” Kısa süren bir “trend değişiminin” ardından eğitim şansları eşitsizliği giderek artmaktadır: 1982 ile 1997 yılları arasında üniversite öğrencileri arasındaki “eğitime uzak katmanlar” olarak adlandırılan ailelerin çocuklarının payı yüzde 23’den yüzde 14’e düştü. İşçi ailelerinden gelen öğrencilerin payı ise hâla 1960’lı yılların düzeyinde: »Yaygın beklentilerin aksine, altmışlı yıllardaki eğitim patlaması aile kökeninin etkisi azalmamakta, artmaktadır.« Yaşam yolunda artan rekabette sosyal kökenin etkisi çoğalmıştır.