Geri
David McNALLY

(Çeviri: Cosmopolitik)

Şimdilerde bir “yeni ekonomi”den bahsetmek pek revaçta. Bugüne kadar emsalsiz dinamik bir küresel piyasa ekonomisinin dünyayı yeni bir bolluk binyılına götürdüğü söyleniyordu. Sözgelimi 1998’deki “21.Yüzyıl Ekonomisi” özel sayısında Business Week dergisi editörleri, “Devrimci teknoloji ve hızlı küreselleşme ... üretkenliği çok yükselterek düşük enflasyonlu daha hızlı bir büyümeye yol açacak ve işsizliği makul bir düzeye indirecektir. Bu dinamik, onlarca yıl sürerek dünyaya akıl almaz bir refah getirecektir” yollu öngörülerde bulunuyordu. ABD borsasındaki her yeni rekorla, son krizin –ister Doğu Asya’da, Rusya’da veya Brezilya’da olsun- bittiğine dair her yeni duyuruyla, buna benzer iddialı laflar ortalığı kaplıyor. Gerçekten de, 2000 yılının gelişine ilişkin gittikçe yoğunlaşan safsatalarla birlikte, bir “boğa piyasası”na çoşkun kehanetlerle girdik. Binyılcı zevzekçilere inanacak olursak, dünya neredeyse sınırsız bir küresel refah çağının arifesindedir; kapitalizm, nihayet olgunluk dönemine ulaşmıştır. Rakiplerini yenmiş, işçi, antiemperyalist ve radikal toplumsal hareketleri ehlileştirmiş kapitalizm, artık hepimizi zenginleştirme işine rahatlıkla girişebilir.

Ama kapitalist zafer sarhoşluğunun bu son devresinde, bir tutam kuruntu var gibi. Zafer ilanları o kadar abartılı, iddiaları da o kadar tarih dışı ki, insana, tüm bunların, işlerin sanki hiç de o kadar iyi gitmeyebileceğine ilişkin bastırılmış korku belirtileri olduğunu düşündürüyor. Var olan binyılcı histeri nöbeti, zafer çığlıkları atanların kendi sistemlerinin geçmişini (ve bugününü) unutma semptomunu gösteriyor. Freud, “Nerede bir hastalık belirtisi varsa, orada bir unutuş da vardır” diye yazmıştı. Ve burjuva düşüncesinin tarih dışı karakterinin altını çizen bu Marksist psikanalitik kavrayış, şu anda özellikle yerinde görünüyor. Zira, egemen ideoloji özünde kapitalizmin tarihselliğini, “tarih vardı, ama artık yok” mantığıyla inkâr etmeye çalışır. Kapitalist ideoloji, kapitalizmin kendisine dair dikkate değer unutkanlıklarını böylece ele verir: Kanlı geçmişini, sürekli tekrarlayan krizlerini unutmasını; kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak özgül sınırlarını ima eden her şeyi inkâr etmesini.

Marks’ın teorisi bizi tarihsel olarak düşünmeye davet eder – bunu yaparak her topluma “akışkan bir halde, hareketli” bakar – ve “dolayısıyla toplumun geçici özelliğini de kavrar.” Tarihsel materyalizm, her toplum biçiminin, toplumsal grupların kendi hayatlarının maddî koşullarını düzenledikleri ve (toplumun sınıflara bölünmüş olduğu yerlerde) bunlar üzerinde mücadele ettikleri benzersiz tarihsel yolların ürünü olduğunda ısrar eder. Bu yüzden, içinde bulunduğu uğraklar, varacakları sonuç daima, toplumun aracılığıyla kendini yeniden ürettiği temel kurallar üzerindeki mücadelelere bağlı olan (karınca kararınca da değil) tarihsel uğraklardır. O halde, tarihin materyalist kavranışının, geçmiş olaylara getirdiği yorumlardan çok, mevcut toplumsal sisteme tarihsel bir perspektifle yaklaşması nedeniyle egemen kapitalist ideolojinin saldırılarına uğraması şaşırtıcı değildir. Tarihsel materyalizm, her şeyden çok statükonun nefret ve düşmanlığını çeker. Çünkü tarihsel materyalizm, kapitalizmin doğal ve ebedî olduğuna dair, önceki toplumsal düzenlere (hatta kendi yakın geçmişine) musallat olmuş krizlerin, kargaşalıkların ve parçalanmaların hiç birine uğramayacağına dair bütün iddiaların maskesini indirir.

Bu tür açığa çıkarışlar, çoğu zaman en basit tarihsel perspektif duygusundan başka bir şey gerektirmez. Örneğin Business Week dergisinin bir “yeni ekonomi”ye ilişkin yakın dönem iddialarını alalım ve bunların geçmişi otuz yıllık bir çerçeveye oturtalım. 1970’de, Batı kapitalizminin büyük yavaşlamasının ve dünya çapında gerilemelerin tekrar ortaya çıkışının arifesinde, iki ABD başkanının danışmanı ve o gübü “Yeni Ekonomi”sinin öncüsü Arthur Okun, ticaret çeviriminin artık “eskimiş” olduğunu ilan etti. Bir kaç yıl içinde, onun yeni ekonomisi yerle bir olmuş, 1974 – 1975 dünya gerilemesi, gerileme döngülerinin eskidiği iddialarını darmadağın etmişti. Geçmişteki buna benzer kapitalist zafer nöbetlerini ve bunların vardığı sonucu hatırlatmak, şu sıralar bini bir para olan gülünç derecede şişirilmiş öngörü balonlarını patlatmak demektir. Ve “bugünün sorununa tarihsel bir sorun olarak” yaklaştığımız her sefer, Lukacs’ın, burjuva düşünüşünün en sallantılı olduğu yolundaki gözlemini onaylamak demektir.

Dünya ekonomisinin bugünkü durumuna tarihsel bir sorun olarak yaklaşıldığında iki gözlem hemen öne çıkıyor: Birincisi, dünya kapitalist ekonomisinin son dönem performansı, kendi standartları bakımından bile etkileyici olmaktan son derece uzaktır. İkincisi ise sınır tanımayan piyasa savunucularının tezlerinin aksine geçtiğimiz on yılda ABD’nin ekonomik performansı başlıca rakiplerinden daha iyi olmamıştır.

Birinci hususla başlayalım. Sonbahar 1996’daki State of the Union konuşmasında ABD Başkanı Bill Clinton, Amerikan ekonomisinin “son otuz yıldaki en güçlü seviyesinde” bulunduğunu iddia etti. Bu iddiayı sürekli tekrarlıyordu. Clinton’ın gerçeklerle ilişkisi sorunludur. Üstelik bu sorunun farkında olup olmadığı bile şüphe götürür. Her şeyden önce, savaş sonrasının en yavaş dönemi olan 1990’lardaki genişleme – Business Week’in de kabul ettiği gibi (14 Temmuz 1997) – “modern zamanların en yavaş ilerlemesi”dir. İlerleme ve genişlemenin başladığı 1991’den beri ulusal üretimin büyüme hızı 1950 – 1973 döneminin yaklaşık yarısı kadardır. Eşit uzunluktaki önceki bir genişleme dönemiyle kabaca bir karşılaştırma bu durumu iyice gözler önüne serer. 1961’den 1969’a kadarki sekiz yıllık genişleme sırasında gayri safî yurt içi hasıla (GSYİH) yüzde 52’den fazla büyümüşken, 1991’den bu yana geçen sekiz yılda GSYİH ancak bunun yarısı kadar artmıştır. Savaş sonrası döneme dair yapılacak herhangi bir karşılaştırmada, ABD ve onunla birlikte dünyanın da ekonomik performansının, doksanlarda ciidi bir biçimde kan kaybetmiş olduğu görülecektir. Öte yandan ABD ekonomisinin bu performansı, Japonya’da gerileme, Avrupa’da durgunluk ve Afrika, Asya ve Latin Amerika’nın büyük kısmında küçülme yaşanırken gerçekleşmiştir.

Bu bizi ikinci hususa götürür: kuralsızlaştırmaya, ücret ve çalışma standartlarını azaltmaya ve sosyal programları kökten bir biçimde kısmaya yönelik cinnetiyle birlikte ABD ekonomisinin varsayılan dinamizmi. Serbest piyasa havarilerine göre sermaye üzerindeki yasal kısıtlamaların kaldırılması, - Amerika örneğinin görünüşte sergilediği gibi – refahın anahtarıdır. Yine kısa bir karşılaştırma, bu iddiayı da yerle bir eder. Geçtiğimiz on yılda ABD’de GSYİH’ndaki kişi başına yıllık artış (yüzde 1,6’lık bir oranla), durgunluk içindeki Japonya’nınkiyle yaklaşık aynı ve Almanya’nınkinden ise daha azdır. Ve egemen ideolojinin iktisatçılarının çok sevdiği göstergelerden birine (üretkenlik artışı) geldiğimizde, geçtiğimiz on yılda ABD’nin bu konuda Japonya’nın hemen arkasında iken, Almanya’daki üretkenlik artış oranının ancak yarısında olduğunu buluruz. Üstelik bu üretkenlik artış oranı, neo liberal modele geçişin Latin Amerika’da, Afrika’da, Rusya’da ve Asya’da yarattığı yıkıcı sonuçlar ortamında ancak yakalanabilmiştir.

O halde, bir “yeni ekonomi”den bütün çoşkulu bahislere, yeni teknolojilere ve küreselleşen piyasalara ilişkin bütün bol keseden iddialara rağmen 1990’larda kapitalist dünya ekonomisi çıktı, üretkenlik ve ortalama gelirlerde zayıf büyüme oranlarıyla nitelenmektedir. Ve bu verili bir egemen sınıfın tercih ettiği özgül kapitalist örgütlenme modeline (örneğin Amerikan, Alman, Japon vb.) bakmaksızın geçerlidir. Dünya ekonomisinin genel durumu emperyalist metropollerin dışındaki insanlık yığını için, bir kötüleşme şeklindedir: Hayat standartlarının gerilemesi, toplumsal eşitsizliklerin aşırı artması ve nüfusun büyük kesiminin yoksullaşması. Kısacası, özgül bir ekonomi modelinin tek tek başarısızlıklarıyla değil, bir bütün olarak küresel kapitalizmin muzdarip olduğu yapısal sorunlarla karşı karşıyayız.

Binyıl’da kapitalist bunalım

Marks’ın analizinin büyük avantajlarından biri, kapitalizmi kesinlikle sosyal bir sistem olarak kavramasıdır. Marks’ın yaklaşımı toplumsal ve iktisadî hastalıkları, özgül politikaların veya kurumların başarısızlıklarına bağlamaz. Bunları bizatihi kapitalizmin “hareket yasaları”nın doğasına ait eğilimler, yani sermaye ve ücretli emeğe dayanan bir toplumun temel kurallarına ilişkin eğilimler olarak görmemizi sağlar. Ulusal ve bölgesel ekonomilerin sorunları, bir bütün olarak küresel kapitalist ekonominin parçalarıdır.

Yukarıdaki formülasyondaki kapitalist sözcüğünün altını çizmek için durmamız gerekiyor. Medya izlenimleri ve burjuva çarpıtmalar, özgül sosyal sınıf ilişkilerinden, bölgesel hiyerarşilerden ve altta yatan temel dinamiklerden yoksun soyut bir küresel varlık ve tanımlanmamış muğlak bir dünya ekonomisi imgesine sıklıkla yol açıyor. Ama bugünkü küresel ekonominin anatomisi tam olarak, ancak onun uluslararası kapitalizmin en son şekillenmesi olarak anlaşılmasıyla çıkarılabilir. Diğer bir deyişle, sermaye ve ücretli emek biçimdeki egemen toplumsal ilişkinin uluslararası örgütlenişi ve kapitalizmin temel dinamik ve çelişkilerinin küreselleşmesiyle karşı karşıyayız: Artı değere el koyarak biriktirme güdüsü, buna eşlik eden aşırı birikim eğilimi ve bunun yol açtığı (çoğu kez finansal krizlerde ifadesini bulan) kârlılık krizleri. Bu nedenle, kriz içindeki muhtelif, tek tek ve bağlantısız ekonomilerle değil, kapitalizmin yapısal çelişkilerini anlatan sistem çapında zorluklarla karşı karşıyayız. Bunu bir kez gördüğümüzde dünya ekonomisindeki – en son Japonya, Doğu Asya, Rusya ve Brezilya’yı sarsan krizlerde açığa çıkan -, mevcut bunalımın Keynesçi veya sosyal demokrat düzenlemelerle aşılamayacağı berraklaşır. Mevcut bunalım, ne Kanada Maliye Bakanı’nın önerdiği gibi “yeni bir finansal mimarî” ile, ne de sermaye akışını ve finansal işlemleri düzenleyecek yeni kurallarla çözülebilir. Temel sorun, kapitalist dünya ekonomisinin tam da toplumsal temelidir.

Küresel kapitalizm, ulus devletler ve emperyalizm

Küresel kapitalizmden söz etmek zorundaysak, bu, aynı zamanda yanlış anlamaları da davet etmek demektir. Medya ve neo liberal politikacılar, genellikle, modern dünyayı, her tür zaman ve mekân sınırlamasından kurtulmuş sermayenin, yerküreyi, kâr etmek için arada bir inerelk, dijital enformasyon sistemlerinin elektronik devreleri aracılığıyla dolaşmakta serbest olduğu bir yer olarak betimliyorlar. Çoğu kez “küreselleşme” kavramına mal edilen bu tür imgeler, günümüzde New York’lu bir maliyecinin dediği gibi “sermaye kanatlandı” düşüncesinin gelişmesine yol açmıştır.

Malî işlemlerin yeni hızını ve sermayenin yeni uluslararası bütünleşme ve örgütlenme biçimlerinin önemini reddetmeksizin, kanatlara sahip bir sermaye düşüncesinin fetişist bir soyutlama olduğunun altını çizmek gerekir. Herşeyden önce sermaye, bir çok sermayenin karmaşık, çelişkili ve zıt etkileşimini içerdiği ve bunlar dünya sistemi coğrafyası içindeki özgül mekânlarla ilişki içinde düzenlendiği için yekpare bir şey olarak var olmaz.

Tarihsel olarak, toprağa bağlı ve tanımlanmış bir varlık olarak ulus-devlet, kapitalist iktidarın örgütlenişinde merkezî bir vasıta görevi görmüştür. Hiç kuşkusuz, tekil sermayenin, kesinkes ulusal bir kimliğinin olması gerekmez. Özellikle de, çokuluslu şirketler ve küresel malî kurumlar çağında, sermaye, kısmen çokuluslu biçimler içinde ve aracılığıyla örgütlenmiştir. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Dünya Bankası gibi, küresel ekonomik kurumların artan önemi, bir küresel kapitalist sistemin gerçekliklerini dillendirmektedir. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması (NAFTA), Avrupa Birliği (AB), Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC), Güney Amerika Ticaret Bloku (MERCOSUR) gibi çok taraflı ticaret ve yatırım antlaşmalarının çoğalması da aynı şeye işaret etmektedir.

Ama eğer ulus-devleti gözden kaçırırsak, sermayenin uluslararasılaşmasının tayin edici bir boyutunu göremeyiz. Her şeyden önce, ticaret ve yatırım antlaşmaları, tam da ulus-devletler arasında gerçekleşmektedir. Üstelik ekonomik ve politik karar alma yetkilerini çokuluslu kurumlara aktaran antlaşmaların çoğu, saf ve basit uluslararasılaşmaya dair olmaktan çok sermayenin bölgeselleşmesine ilişkindir. “Küreselleşme”nin bugünkü aşamasında, sermayenin başlıca üç bölgesel bloğu konsolide oluyor: ABD ekonomisi etrafında merkezileşen {ve kısmen NAFTA aracılığıyla örgütlenen} bir Kuzey Amerika bloğu; Avrupa merkezli {AB aracılığıyla örgütlenmiş} bir blok ve merkezinde Japonya’nın bulunduğu bir Doğu Asya bloğu. Bunlar, her biri egemen bir ulusal güce sahip, rakip bölgesel birikim merkezleridir. O halde küresel kapitalizm, yekpare bir dünya sermayesi oluşturmak yerine, ulusal ve bölgesel temelli sermayeler arasındaki rekabetçi ilişkiler üzerinden biçimlenmektedir.

Dünya ekonomisini sadece genel bir soyutlama düzeyinde ele alırsak çok az mesafe kat edebiliriz. Marks, “Nüfus kavramı, eğer mesela, nüfusun kendisini oluşturan sınıfları dışarıda bırakırsam boş bir soyutlamadır” demişti. Aynı şekilde, somut bir bütünsellik olarak küresel kapitalizmin anlamlı bir kavranışını geliştirmeyi umuyorsak, onun rekabet eden ulusal ve bölgesel ekonomiler arasındaki ilişkiler içindeki mekânsal-siyasî oluşumuna bakmalıyız. Dahası bu ilişkilerin sistemsel güç eşitsizlikleri ve hiyerarşileri içerdiğini de aklımızda tutmalıyız. Dünyanın bazı kısımları, dünya ekonomisine, sistematik olarak bağımlılaştırılmış bir biçimde dahil edilmektedir. Kısacası küreselleşen kapitalizm, emperyalist bir sistem olarak da özelliğini korumaktadır.

Daha da önemlisi günümüz emperyalizmi, dünyanın en güçlü bir avuç ulus-devletinin hakîmiyetindeki IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumlar aracılığıyla önemli ölçüde örgütlenmiştir. Mesela IMF, Tayland, Nijerya veya Brezilya’da kredi koşulları ve yapısal uyum programları dayatırken, küresel sermayenin buyruklarını cisimleştiriyordu. Ve bu buyruklar, büyük ölçüde Washington, Londra ve Berlin gibi merkezlerce belirlenmektedir. Ulus-devletin sönümlenmesi şöyle dursun, çok taraflı kurumlar, küreselleşen piyasalar ve uluslararası yatırım dolaşımları çağında gittikçe daha büyük roller üstlendikçe, ulus-devletin yeniden örgütlenişine tanık oluyoruz. Bu çok taraflı kurumlar, dünyanın en güçlü ulus-devletlerin menzilini fiilen genişletirken, sistemin çekirdek bölgelerinin dışında kalan ulus-devletlerinkini ise önemli ölçüde daraltmaktadır. Günümüz ulus-devlet teorisyenlerinin pek aşina olduğu ulusal egemenlikteki gerileme, aslında küresel güç dengesizliklerini keskinleştirme eğilimindeki oldukça ayrımsal ve eşitsiz bir süreçtir.

Küreselleşme ve kapitalizmin değişen yüzü

Bu türden iddialar ortaya atmak, yani ulus-devletin, emperyalizmin ve kapitalizmin temel dinamiklerinin sürekliliğine vurgu yapmak, çoğu kez “hiç bir şey değişmedi” demekle aynı şey olarak görülmektedir. Ama vurgularımızın, bu türden yanlış yorumlamalarla hiç bir ilişkisi yoktur. Kapitalizm, tarihi boyunca olduğu gibi, şu anda da özgün ve önemli dönüşümlerden geçmektedir ve biz, bu dönüşümlerin olabildiğinced anlaşılır bir haritasını çıkartmak zorundayız.

Bu haritalandırmanın önündeki sorunlardan biri, biz daha neler olup bittiğini anlamaya yönelmeden önce, belirli basmakalıp fikirlerin çoğu kez ortalıkta dolaşıp duruyor olmasıdır. Bu durum, sermayenin şimdi küreselleşmiş olmasından, klasik sosyalist siyasetin bittiği sonucunu çıkartan kestirmeci yaklaşımların ortalığı kaplamasının bir sonucudur. Bu tür görüşlerin altında, genellikle kapitalizmin olağan ve doğal biçiminin, Keynesçi dönemin (kabaca 1945 – 1975) tekelcidevlet kapitalizmi olduğu varsayımı bulunur. Bunun sonucunda, ulusal ekonomilerin geçtiğimiz yirmi beş yılda daha yakından bütünleşmesi (ve devlet güdümündeki ve bu ekonomilerin düzenlenmesinde buna eşlik eden gerileme), kapitalizmin tarihinde dramatik bir kırılma, bir kopuş, çağ değişikliğine varan ve sosyalist analizin geleneksel kategorilerini geçersizleştiren bir kayma şeklinde yorumlanmaktadır. Ama bu tür izahlar, tarihdışı düşünüşün diğer bir örneğinden ibarettir. Çünkü tarihsel perspektifle bakıldığında, son yirmi beş yıllık “küreselleşme” döneminin “Keynesçi dönem” denilen anomaliden sonra, büyük ölçüde kapitalizm için asıl biçime dönüşü temsil ettiği anlaşılır hale gelir. Bu tür kafa karışıklıklarının yaygınlığı nedeniyle bu konu üzerinde biraz durmaya değer.

20. Yüzyıl başında, sermayenin uluslararasılaşma sorunu, Marksist teorisyenlerin – sadece Luksemburg, Lenin ve Buharin’in bu konudaki tahlillerini hatırlamak yeterli – ortak bir uğraşı alanıydı. Ve London Financial Times’dan bir yorumcunun ifade ettiği gibi, “1914’ten önce dünya ekonomisi, bir çok bakımdan bugün olduğu kadar bütünleşmiş ve bazı açılardan da daha fazla bütünleşmiş” olduğu için, buna pek de şaşırmamak gerekir. Gerçekten de bir analizci, 19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başındaki dünya finans piyasalarının “bir önceki döneminden ve sonrasından daha fazla bütünleşmiş” olduğunda ısrar etmektedir. Nitekim, erken 20. Yüzyıl Marksistlerinin sermayenin uluslararasılaşmasına kafa yormaları da, gittikçe bütünleşmiş ve küresel bir kapitalist ekonominin oluşmasına yönelik uzun vadeli eğilimlerden kaynaklandı.

Bu perspektifle bakıldığında, durgunluk, savaş ve savaş sonrası yeniden inşanın ekonomileri içe yönelttiği 1929 – 1960 arasındaki yaklaşık otuz yıllık istisnaî dönemin, büyük ölçüde bağlantısız ve “büyüyen” ulusal ekonomiler dönemine öncülük ettiği açıkca görülecektir. Gerçekten de 1950’ye gelindiğinde imalat ürünleri ticareti, çıktı oranı olarak 1900’dekinin yarısına düşmüştü. O halde, geniş açıdan bakıldığında ulusal ekonomilerin artan bütünleşmesi, ticaret ve yatırımın küreselleşmesi, 1980’lerin ve 1990’ların yeni olguları değildir. Aksine bunlar, en azından 19. Yüzyıla kadar geri giden eğilimlerin – küresel durgunluk, dünya savaşı ve bunların sonraki etkilerinin keskin (ama geçici) olarak kesintiye uğrattığı eğilimlerinin – yeniden başlaması olarak görülebilir.

Bütün bu nedenlerden dolayı, ulusal ekonomilerin devlet düzenlemelerine bağlı olduğu bir Keynesçilik dönemine dönebileceğimiz düşüncesi, tamamen tarih dışı bir düşüncedir. “Keynesçi dönem” diye adlandırılan yıllar, 20. Yüzyılın ilk yarısındaki kapitalizm için bir felaket döneminin ve bu dönemin içerdiği ekonomik, toplumsal ve askerî istikrarsızlıkların istisnaî bir ürünüydü. Dahası, savaş sonrası iktisadî genişlemeyi talep yönetiminin yarattığı düşüncesi tamamen şüphelidir. Her şeyden önce, bu yöne en çok meyl eden büyük ekonomiler (özellikle ABD ve İngiltere) arza önem veren rakiplerinden (Almanya ve Japonya gibi) çok daha yavaş büyüdü. Yine de Keynesçi mekanizmaların (genelde abartılan) durgunlukları ortadan kaldırma kapasitesi, dünya ekonomisi uluslararasılaşma yoluna tekrar girdiğinde azaldı. Ama Keynesçiliğin çözülmesi, tam da sermayenin, kendi suretinde bir dünya ekonomisi yaratma güdüsünün ürünüdür. Keyneçi proje, kapitalizm, küreselleşme (ve küresel aşırı birikim) yoluna tekrar girdiğinde yıkılmaya mahkum oldu. Ve soldaki bazılarımızın, küreselleşme çağında, Marksist kapitalizm tahlilinin eskimiş olmak şöyle dursun, hiç olmadığı kadar güncel olduğunu ileri sürmesinin nedeni tam da budur.

Ama bu, günümüzde hayat bulan hiç bir yeni olgu olmadığı veya bin yılda kapitalizmin coğrafyasını çıkartmak için yeni araştırma ve tahlillere ihtiyaç duymadığımız anlamına gelmez. Gerçekten de, günümüzde küresel kapitalizmin önemli yeni özellikleri bulunduğunu ve bunları anlamlandırabilmek için Marksist kavramların temel cephanesine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Günümüzde çokuluslu şirketlerin, malların kilit parçalarını Meksika’dan Malezya’ya kadar çok geniş bir coğrafyada ürettiği, daha sahici bir küresel imalat sistemi var. Yine de ulusal ekonomilerin artan bütünleşmesi, ulusal pazarlara yönelik ve ulusal pazarlar içindeki üretimin genel ağırlığını (bütün endüstriyel çıktının yaklaşık yüzde 85’i) büyük ölçüde azaltmamıştır. Buna ek olarak, “küreselleşme” tekerlemesinin ortalığı kapladığı 1980’ler boyunca bütün doğrudan yabancı yatırımların üçte ikisi ABD veya Avrupa’ya aktı. Bu nedenle, ne ulusal piyasalar için üretimin genel hakîmiyeti, ne den başlıca kapitalist güçlerin açık üstünlüğü hiç bir şekilde azalmamıştır.

Bununla birlikte, günümüzde uluslararası finansın eşi görülmemiş biçimleriyle karşı karşıya olduğumuz da elbette doğrudur. Ekonomiye ilişkin yorumlarda en çok ele alınan şey de budur: Dijital piyasalarda finansal işlemlerin hem korkunç hacmi ve hem de başdöndürücü hızı nedeniyle her gün 1 trilyon dolardan fazla para yabancı piyasalarda el değiştiriyor ve bunun ancak yüzde 15’i gerçek sermaye akışından ve mal ticaretinden oluşuyor. Bu finansal akışın hükümetler ve merkez bankalarının tasarruflarından önemli ölçüde özerklik kazandığı tartışmasızdır. Ve bu, dünya finans piyasalarında özellikle de spekülatif ticaretin yoğun olduğu yerlerde akışkanlığın arttığı anlamına gelir.

Ama yine de küresel finansın, doğrudan yatırım hareketlerinden tamamıyla ayrılmadığını belirtmek gerekir. 1989 – 1994 dönemi boyunca, “yükselen piyasalar”a özel finans akışlarının yüzde 313 büyüdüğü doğrudur. Ama, aynı piyasalara, özel iç yatırımlar da, yine bu dönemde yüzde 200’den fazla artmıştır. Finansal sermaye, tamamen özerkleşmek yerine, - onu bir hayli aşsa da – tam da sepkülatif bir genişlemenin son aşamalarında bekleneceği gibi, büyük ölçüde doğrudan yatırım akışlarının (fabrikalara, otellere, telekomünikasyon sistemlerine v.b.) ardından hareket ediyor. Bundan gerçekten şüphe duyuyorsak, üretken yatırımda yerel kazanç oranı düşmeye (ya da düşer gibi olmaya) başladığında, finans piyasalarını kapsayan paniğe (ve sermaye kaçışına) bakmamız yeter. Dolayısıyla bir kriz, genellikle önce bir malî çöküş olarak ortaya çıkar, ama büyük ölçüde bu kriz, üretim ve sermaye birikimi alanında var olan istikrarsızlıkları ifade eder. Yani malî sermayenin görünüşteki özerkliği, gerçekten de büyük ölçüde görünüştedir.

Gerçekten de, doğrudan yabancı yatırımlar, “küreselleşme”nin ne kadar güçlü bir özelliği olduğunu hatırlatmaya değer. Mesela 1980’ler boyunca ölçülen doğrudan yabancı yatırım, dünya ticaretinden üç kat ve küresel çıktıdan dört kat hızlı büyümüştür. Yatırımı yönlendiren kuralların, dünya çapında ve bölgesel ticaret görüşmelerinde – sadece başarısız kalan Çok Taraflı Yatırım Antlaşması (MAI) görüşmeleri değil – bu kadar hararetli bir konu haline gelmesinin nedeni budur.

Dünya finans akışında yeni bir göreli özerklik vardır, ama bunları üretken yatırım hareketinden bağımsız düşünmek tamamen yanlış olacaktır. Binyıl’da daha fazla küreselleşen ekonomi, kapitalist yatırım ve birikimin klasik kalıplarıyla yürümeye – ve bu nedenle, aşırı birikim ve kriz eğilimleriyle nitelenmeye – devam ediyor.

Binyıl’da kriz ve direniş

Günümüz dünya kapitalizmi, istikrarsızlıklarla yüklü olmaya devam ediyor. Son yirmi yılın vahşi kapitalist yeniden yapılanmasına rağmen – aslında kısmen nedeniyle - dünya ekonomisini, muazzam kapasite fazlası, sürekli büyüyen bir borç yapısı, spekülatif akışkanlık ve büyük küresel dengesizlikler karakterize etmektedir. 1990’ların ortasından beri bunlar, Japonya’da, Doğu Asya’da, Rusya’da ve Brezilya’da art arda gelen ulusal ve bölgesel krizler dizisi üretmiştir. Japonya tökezlemeye, Avrupa yavaşlamaya ve ABD ticaret açığı sürdürülemeyecek borsa spekülasyonlarının ortasında büyümeye devam ederken, bir dahaki şok dalgasının sistemi sarsması sadece bir zaman meselesi haline gelmiştir.

Bütün bu hususları ortaya koymak, binyılcı çılgınlığın radikal bir versiyonundan öte bir anlam taşımayacak “nihaî kriz” yaklaşımı önermek demek değildir. Ama döne döne ortaya çıkan krizlerden ve işlere ve işçi sınıfının hayat standartlarına 1970’lerin ortalarında büyük yavaşlamanın başlamasından beri tanık olunan ve vahşi saldırılarda hiç bir azalma olamayacağına ısrar etmek anlamına gelir. Küresel kapitalizm, savaş sonrası oluşan refah toplumu vizyonuna bir dönüş yerine, görülebilir bir gelecekte de yavaş ilerleyen, kirli ve kriz eğilimli olmaya devam edecektir.

Ve bu, aynı zamanda, son yıllarda gördüğümüz direniş biçimlerinin bir devamını – hatta belki de niteliksel gelişmelerini – beklememiz gerektiği anlamına da gelir. Çünkü 1990’ların ikinci yarısındaki gelişmelere ilişkin en ilham verici şeylerden birisi, korkunç zorluklara rağmen, yeni radikal kitle hareketlerinin doğuşudur. Özellikle de, bazen neo li beralizmle açıkça kader birliği yapan sosyaldemokrat ve komünist partilerin çevresindeki geleneksel solun büyük bir bölümünün tam tekmil bir gerileme içinde olduğu bir dönemde, yeni radikal hareketlerin ortaya çıkışı, gelecekteki yeni sol güçlerin işaretini vermektedir.

Burada, önemlerinin üzerinden atlanamayacak olsa bile, Fransa’daki kitlesel grevler ve öğrenci protestolarında, Meksika’daki kırsal isyanda, Endonezya’daki öğrenci gösterilerinde, Hindistan’daki kitlesel protestolarda, Kore, Kolombiya, Venezüella ve Porto Riko’daki genel grevlerde patlak veren popüler militanlıktan söz etmiyorum. Sosyalist terimlerle gittikçe daha fazla düşünen, konuşan ve harekete geçen yeni radikal bir işçi sınıfı ve popüler örgütlenmelerden söz ediyorum.

İşgal yoluyla ele geçirilen topraklara beşyüzbin aileyi yerleştiren Brezilya’daki Topraksız İşçi Hareketi (MST); Zimbabwe’deki muhalefetin öncülüğünü yapan bağımsız ve demokrat sendikalar; Zapatista isyanından ilham alarak bağımsız sendikaları, işçi kooperatiflerini, sendika içi muhalefet gruplarını ve solcu partileri tek bir cephede birleştirmek için kurulan Meksika’daki İntersindical; geçenlerde kurulan ve ülkedeki demokrat ve militan işçi örgütlerini birleştirmiş olan Endonezya Emek Mücadeleleri Cephesi (FNPBI) – bütün bu hareketler ve benzerleri, binyılda ortaya çıkan yeni sınıf mücadelesi ve sınıf örgütlenmesi biçimlerinin işaretleridir. Üstelik yorumcuların belirtmiş olduğu gibi, bu tür örgütlenmeler kadın ve genç işçilerin merkezi rol oynamalarıyla ayırt edilmektedir. Endonezya’da FNPBI’nin genel sekreterliğine hapse atılmış gen kadın sendikacı Dita Sari’nin seçilmesi bu durumu bir kez daha göstermiştir.

Binyıl’da kapitalizme karşı sınıfsal direnişin bu önemli biçimlerine dikkat çekmek, önümüzde duran mücadelelerin zorluğu konusunda iyimser olmak anlamına gelmez. Bu yazının ana temasıyla ifade edersek, şimdinin aslında tarih olduğunun altını çizmektedir: Toplumsal hayatın temel mantığını ve önceliklerini, küresel kapitalizm tarafından sömürülenlerin ve ezilenlerin ortak çıkarlarının – refah, sağlık, mutluluk ve eğlence – belirlediği farklı türde bir toplum, farklı türde bir tarih yolundaki mücadeleleri. Ve son tahlilde bu yazının çabası da budur: Günümüz küresel kapitalizm dünyasını daha iyiye doğru değiştirmek üzere yorumlamak.

(David McNally Toronto, York Üniversitesi Siyaset Bilim Öğretim üyesidir)

Kaynak: Monthly Rewiew, Temmuz/Ağustos 1999, Cilt 51, Sayı 3, S. 134-145.