“Sanat, toplum ve devlet için vazgeçilmez olarak algılanmalıdır”

Nürnberg Türkiye / Almanya Film Festivaline katılan yönetmen Yusuf Kurçenli ile söyleşi.
Murat Çakır

Sayın Kurçenli, “Gönderilmemiş Mektuplar” Türkiye’de hayli ses getirdi. Filmin başrol oyuncuları Kadir İnanır ve Türkan Şoray, duygu yüklü aşk filmlerinin unutulmaz bir ikilisi. Buna rağmen filminizi salt bir aşk filmi olarak nitelendirmek biraz yalın mı kalıyor?

Evet, bence de öyle. Bir aşk izleği var. Yarım kalmış bir aşkın nasıl gelişeceği merakı etrafında dramaturjik olarak tutuyor olsa da, geçmişte yapılan yanlışlarla kaybedilen şeyleri ve insan açmazlarını anlatmaya çalıştım bu filmde. Evet, bir aşk filmi ama, aynı zamanda insan açmazları üzerinde duran ve bir 12 Eylül olgusunu yaşamış bir toplumun aldığı darbeler etrafında insan ilişkilerini ve insanın kaybettiği şeyleri ele almaya çalışan bir film olarak niteleyebiliriz.

Kadir İnanır ve Türkan Şoray ikilisinin buluşması özellikle Türk seyircisinin özlediği bir buluşma, ama filminizin önemli bir yönü de gerçekten Türkiye toplumunun yaşadığı bazı dramları da vermesi, en azından değinmesi. Bu konuda 12 Eylül’ü bizzat yaşayan bir insan olarak, Türkiye’nin hâla 12 Eylül’ün izlerini sürdürdüğü görüşünde misiniz?

Büyük ölçüde evet. Türkiye’nin bazı kanallarının önünü henüz açamaması, aslında ülkenin 12 Eylül’le bir hesaplaşma yapapamış olmasında yatmaktadır. Türkiye’nin bir an önce bunu yapması gerekiyor. Türkiye’de çok şey var, ama 12 Eylül gibi geçmişi ile objektif bir hesaplaşma yapamama zaafı, handikapı da var. Bunu Türkiye’nin bir an önce halletmesi gerekiyor. Bana öyle geliyor ki, o zaman bir çok şeyin hızla ileriye doğru gittiğini göreceğiz.

Peki bunun toplumsal dinamiklerden kaynaklanan bir hesaplaşma olacağına inanıyor musunuz? Yoksa, işte “AB’ne gireceğiz, kriterlere uymamız gerekir” gibi devletin bir takım yaklaşımları ve açılımları var. Bu şu anki görünümüyle yukarıdan aşağıya doğru olan bir gelişme mi, yoksa aşağıdan yukarıya doğru gelişen bir dinamik ya da benzeri adımlar var mı?

Adımlar konusunda bir şey söyleyemeyeceğim. Ama Türkiye’de 12 Mart ve 12 Eylül gibi olayların vurgunlarını yaşamış yüzbinlerce insan var. Yani bunun yukarıdan örgütlenmesine gerek yok. Bu sahici bir talep. Tabii Türkiye örgütlenmeler açısından da zayıf olan bir ülke olduğu için ya da örgütlenmelerin önünde mevzuat bağlamında büyük tıkanıklar olduğu için, bunlar yeteri kadar diler getirilemiyor ve sahiden görülen bir talep haline dönüşemiyor. Ama bir doktorun, bir organizmayı, bir bedeni teşhis etmesi gibi teşhis edilmeli. Benim görüşüm bu, yani buna ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu hesaplaşmaya ve onu geride bırakmaya ihtiyaç var. Dolayısıyla AB’ne uyum çabaları falan apayrı şeyler. Zaten bunu yapmaya çalışan insanlar da ikide birde “biz bunu kendi toplumumuz için yapmak istiyoruz” diyorlar. Ben inandıkları kanısında değilim bunlara, ama sahiden de buna bir ihtiyaç var. Çağımızın ve insanın önünü açan değerler sistemine gitmemiz gerekiyor. Türkiye’nin de bu yöne gitmesi lazım.

Geçmişle hesaplaşma konusunda Türkiye’deki film sanatının ne gibi katkıları olabilir? Bir söyleşinizde Türkiye’de çok az film çekildiğini söylemiştiniz. Yani özellikle bu durumda, Türkiye film sanatının karşı karşıya bulunduğu engel ve handikapların olduğu bir ortamda sinemanın bu yönde ne gibi bir katkısı olabilir veya olmalı?

Aslında bu tür filmler Türkiye’de çokca yapıldı. Bazıları daha fazla, bazıları daha az değindi, ama sinemanın ve sanatın meselesi bu zaten. Söylediklerimi çokca tekrarlıyor ve nasıl, nereye gidiyor bilmiyorum ama, sanat insanlığın uzun yürüyüşündeki sapmalara düzeltme getirir, bir ayar yapar. Ona, insana kaybettiği şeyleri gösterir. Bu çok uzun zamandan beridir böyle. Sanatın fonksiyonu budur. Sanattan, bundan daha başka bir şey beklenmemelidir.

12 Eylül ile, yani toplumun geçmişiyle hesaplaşmasına gelince, sinema özellikle 12 Eylül üzerine çok film yaptı. Örneğin ben “Karartma Geceleri” ile II.Dünya Savaşı dönemini anlatmaya çalıştım. Başka bir arkadaşımız “Salkım Hanımın Taneleri” ile Varlık Vergisini anlatmaya çalıştı. Yani edebiyatın yanında geçmişle hesaplaşmayı en fazla ele alan sanat dalı sinemadır. Ama şu anda sinemamızın başka bir sorunu var: Var olma sorunu. Bir ülkenin sineması yılda üç – beş film yaparak var olamaz. Ayrıca üç – beş filmden iyi film çıkmaz. Onlarca filmden bir kaç tane iyi film çıkar. Yalnız Türkiye’ye özgü bir sorun değildir bu. Dünyanın her yerinde bu böyle. Altmış filmden iki tane iyi film çıkıyorsa bu yeter. Yani konunun başına dönersek, Türkiye’nin öncelikle sinema alanında “üretim sorununu” halletmesi gerekir. Bunun için maalesef destek yok. Yeni yeni Kültür Bakanlığı bu konuda bazı organizasyonlara gitmeye çalışıyor. Sinema sektörü uzun zamandan beri bir “sinema kurumunun” oluşturulmasını öneriyor. Belki bu bire bir gerçekleşemeyecek ama, sinemaya bir yapı ile destek vermek yeni Kültür Bakanıyla ciddî anlamda gündeme geldi. Umuyorum ki, adımlar devam eder. Türkiye devleti sinemaya ve sanata hiç bir zaman ciddî olarak bakmadı. Devlet,sanatın vazgeçilmez bir şey olduğunu hiç bir zaman düşünmedi. Türkân Şoray’larla, Tarık Akan ve Cüneyt Arkın’larla fotoğraf çektirmek ve “sinemaya destek vereceğiz” demek onlara yetti. Bir toplum yoksul olabilir, bir ülke yoksul olabilir. Ama bu olgu, sanatın geriye atılmasına bir gerekçe değildir. Sanata pay ayırabiliriz. Bir ülke nasıl savunmasına, eğitimine pay ayırabiliyorsa, kültür hayatına ve sanata da pay ayırmalı, vazgeçilmez olarak algılamalıdır. Burada bir mesele var ve bu mesele basit bir şey değil. Bunun bilince çıkması halinde, Türkiye’de diyelim ki yılda 50 - 60 film yapmanın şartları hazırlanabilir – hazırlanmalıdır. Özel sektörün de burada bir duyarsızlığı var. Ama Amerika’da bile, sinemanın krize girdiği dönemlerde, sinema özel sektör üzerindende teşvik edilmiş, vergi muafiyetleri gelmiş, sinemaya yatırılan paraların vergiden düşürülmesi gibi bir takım teşviklerle sinema canlanmış. İşte Türkiye’de de bunları bir an önce gerçekleştirmek lazım.

Ancak bu belirttiğiniz duruma rağmen şöyle bir tez de var: Örneğin Nuri Bilge Ceylan, Yılmaz Güney’in “YOL” filminden 20 yıl sonra Cannes’da Büyük Jüri Ödülü’nü aldı, otuzdan fazla uluslararası ödül kazandı. Buna paralel olarak Almanya’da Türkiye kökenli yönetmen Fatih Akın “Duvara Karşı” filmi ile Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’nü kazandı. Buradan hareketle Türkiye ve Türkiye kökenli sinemada bir atılım olduğu, sinemanın bir ivme kazandığı ileri sürülüyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Bu iki ödülde çok önemli, önce bunu tespit etmek lazım. Sonra tahlilime döneyim. Türkiye sineması yer yer çeşitli festivallerde ödül alageldi. Fakat bir şeyin sağlıklı olabilmesi için, bireysel başarılardan öte bir zeminin sağlanması gerekiyor. Türkiye’de bu eksik. Halbuki Türkiye sinemasının kendi serüvenine, yani sanatsal serüvenine baktığımız zaman çok iyi bir noktada olduğunu kabul edebiliriz. Şunu demek istiyorum: Türkiye sineması uzun bir süre şablonlarla yürüdü. Yani starlar vardı, işte zengin oğlan - yoksul kız, kötü adamlar – iyi adamlar, ak – kara, yani melodram anlatmaya çalışıyorum, buradan giderdi sinema. Türk sineması bu konuda yüzlerce film çekti. Yılda 300 – 350 film çekildi. Sonra bir dönem geldi, televizyonun gelişiyle sinema seyirci kaybetti ve yapımcılar ortadan kayboldu. Yapımcılar ortadan kaybolunca, sinemayı 70li yılların sonlarından itibaren, özellikle 80li ve 90lı yıllarda, yalnızca sinema yapmak isteyen yönetmenler yürütmeye başladı. Bu noktada, seyirci ile bir kopuşma dönemi olmakla beraber, sinemamız açısından çok yeni bir deney söz konusu oldu. Bu da insanı, bireyi ve psikolojiyi anlatma dönemidir. Daha önceleri sinemamızda eksik olan. Bir şekil, bir şablon ile yürümeye çalışan sinema, şimdi de insanı ve insan psikolojisini ele almaya başladı. Burada bir 15 – 20 yıl geçti ve Türk sineması bu iki başlık altında topladığım bu tarz sinemayı mez etme, bunun sentezini yapma noktasına gelmiş durumdadır. Çok daha olgun, hem seyirci iletişimini kuracak, hem den insanı derinlemesine anlatmayı becerebilme noktasında. Eksiğimiz film yapabilme. Bunun şartları sağlanırsa, Türk sinemasında bireysel başarılar dışında genel olarak daha üst düzeyde bir sinema yapıldığını göreceğiz.

Küreselleşme bağlamında kültür ve kültür politikalarının etkilendiğini söyleyen bazı kesimler, şöylebr eleştiri yapıyorlar: Neoliberalizmin sadece ekonomik ve siyasal değil, etik alanında da bir yıkım yaptığı söz konusu. Ve piyasa yönelimli yaklaşımlar kültürü de etkiliyor, kültürde de bir yozlaşmaya yol açıyor. Aynı zamanda televizyonların bu konuda yaptıkları yayınların bu kültür yozlaşmasını teşvik ettiği ileri sürülüyor. Bu durumda sinemanın bu gidişata karşı bir etki geliştirebilme şansı var mı?

Maalesef zayıf. Ama ısrar etmesi lazım. Toplumun ısrar etmesi lazım. Yani bir toplumun kültür hayatı serbest Pazar ekonomisine teslim edilmemeli. Bu yeni bir kutsallaştırma. Serbest rekabet o kadar kutsallaştırıldı ki, başka putlar aşılmaya çalışılırken, belki onlar kadar, belki de onlardan daha tehlikeli yeni bir durum içine girildi. Türkiye’de bir panelde “yahu, bari Fransa kadar muhafazakâr olabilsek” demek zorunda kaldım. Örneğin kızının bir erkek arkadaşı ile çıkmasına tahammül edemeyen insanlar, bu konuda inanılmaz derece serbest pazarcı oluveriyorlar. Bu bir açmaz. Evet çok mevziî kaybedildi. İnsanî değerlerden çok mevziî kaybedildi, ama ısrar edilmeli. Başka yapabilecek bir şey yok. Kendi alanımda benim sinemada olabildiğince direnmek ve ısrar etmekten başka yapabilecek bir şeyim yok. Sinema da, sanat ta bunu yapmalı. İnsanlık tarihinde bu tür sapmalar görülmüştür ve ben insanlığa olan güvenimi koruyorum, insanlığın doğru yolu bulacağına inanıyorum.

Son bir soru: Şu anda üzerinde çalıştığınız bir senaryo veyahut bir film çalışması var mı?

Evet, var. Ama önce şunu söyleyeyim. Ben böyle 8 – 9 yıllık bir ara verdim sinemaya. Bunun sebebi, yapmak istediğim bir film vardı. Alev Alatlı’nın romanı “Yaseminler Tüter mi Hâla?” Bu Kıbrıs’ı anlatan bir roman. 1950 – 1964 dönemini ele alır. Yunan cuntasına kadar geçen dönemde, bir Rum kızın hayat hikâyesi etrafında, oradaki siyasal, hatta tarihsel çekişme anlatılır. Ve hiç bir angajmanı olmayan, sadece bir Akdeniz bitkisi gibi kıt kanaat yaşamaya razı olan bir insanın bir bu hakkını kaybettiğini görürüz. Çok acı, ama bu Kıbrıs meselesini müthiş insanî bir açıdan ele alan bir romandır. Bu biraz pahalı bir filmdi ve bunu 8 – 9 yıl uğraşmama rağmen çekemedim. Ondan vazgeçmek zorunda kaldım ve “Gönderilmemiş Mektuplar”ı çektim.

Şimdi ise, heniz adını koymadığım, ama kısaca şöyle özetleyebileceğim bir film üzerine çalışıyorum. 12 Eylül dönemlerinde bir ülkücü grup bir ilerici aydını öldürürler. Aradan zaman geçmiştir, 20 yıl kadar. Cinayet, faîli meçhul kalır. Ve o grubun içinde olan bir insan, geçmişine, yaptığına, niçin yaptığına bakar günümüz Türkiye’sinde. Bir vicdan muhasebesiyle, öldürülen adamın ailesine yaklaşır. Ve orada bir genç kız vardır. Genç kızla adam arasında tuhaf bir ilişki başlar. Böyle intiharla falan biten bir 12 Eylül hesaplaşması diyebileceğim bir proje üzerinde çalışıyorum. Senaryo bitmek üzere. Sonra da nasıl yapacağıma bakacağım.

Umarız en kısa zamanda bu projeyi gerçekleştirirsiniz. Söyleşi için çok teşekkür ederiz.

Yusuf Kurçenli
Yusuf Kurçenli 1947 yılında Çayeli'nde doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde gazetecilik okudu. 1973 ila 1980 yılları arasında TRT'de yapımcı ve yönemen olarak çalıştı. İlk filmi "Ve Recep Ve Zehra Ve Ayşe"yi 1983 yılında çekti. Daha sonraki yıllarda çektiği bir çok film değişik festivallerde ödüller kazandı. "Baba Evi" ve "Kurşun Kalem" gibi TV dizilerini yönetti.
Tüm yazı ve çeviriler kullanılabilir. Dergimizin kaynak olarak gösterilmesi rica olunur.
Alle Beiträge und Übersetzungen können übernommen werden. Hinweis auf unsere Seite wird gebeten.