|
“Üçüncü Kuşak Artık Almanya’da Yerini Buldu”
Yönetmen Züli Aladağ ile söyleşi
Murat Çakır
Züli, Nürnberg’deki festival etkinliklerine uzun zamandan beri gerek kendi filmlerinle, gerekse de başka katkılarla destek veriyorsun. Bu yıl belgesel ve kısal film yarışmasında seçici kurul üyeliği yaptın. Bu vesile ile çeşitli filmleri yakından inceleme şansına sahip oldun. Durum nasıl, Alman sineması Türkiyelileşiyor mu?
Öncelikle şunu belirteyim, Türkçem çok kötü. Gerçi festivale gelip gittikçe Türkçemi düzeltebiliyorum. Türkçe de konuşabiliriz, ama o zaman söylemek istediklerimin ancak yüzde otuzunu söyleyebiliyorum. Bu nedenle söyleşiye Almanca devam etmek istiyorum.
Almanya’da bir kaç yıldan beri söz edilen Alman-Türk sineması hangi rolü oynuyor. Çeşitli rolleri oynamakta. Öncelikle, üçüncü kuşağın Almanya’ya nihayet geldiğini ve Alman-Türklerinin çeşitli seviyelerdeki emansipasyonunun gerçekleştiğini gösteriyor. Tabii ki medya ve sinema, kamuoyunun dikkatini çeken bir olay. Ancak bu durumun olumlu sinyaller verdiği kanısındayım. Yani, iki dil arasında yetişen biz genç insanların artık reşit olarak, üçüncü bir dili, yani sinema dilini kullanmaya başladığımızı gösteriyor. Bizi ilgilendirenleri, yaşadıklarımızı ve hikâyelere dönüştürdüklerimizi hem bu iki topluma, hem de yurtdışına taşıyoruz. Öyle zannediyorum ki, Alman film sanayii de bir kaç yıldan bu yana fimlerimizin, örneğin kendi filmim “Fil Yürekli” veyaFatih’in (Akın) filmlerinin yurtdışında Almanya’nın ihraç ettiği filmler olarak algılandığını görmkteler. Bizler yurtdışında Türkiye kökenli Almanlar olarak tanınmaktayız. Gerçi köken yurtdışındakiler için önemli değil, ancak Almanya’da hangi kökenden gelindiğinin vurgulanması, bizlern (göçmenlerin) film yapması olağan bir şey olmamasından dolayı önemli. Bizlerin film yapması ise diğer taraftan, Almanya’daki Türklerin kendi özgüvenlerinin gelişmesini sağlıyor. Kanımca bu durumun bizden sonra gelecek olan kuşaklar açısından örnek olma şansı da var. Çünkü film yapmak zor bir iş olarak görülmekte ve göçmen kökenliler film yapınca, bunun arkasında hayli zorluklarla baş etme zorunluluğu olduğundan, şaşırtıcı geliyor. Ama, bir birliktelikte oluşmakta bu arada. Bu birliktelikler Nürnberg’de olduğu gibi festivallerde buluşulması sonucu oluşuyor. Ben burada bir kaç yıl öncesinde ilk defa Alman-Türk sinemacılarla tanıştım. Burada görüş alış-verişinde bulunuyoruz ve duruma göre de birbirimize destek çıkarak, bir ağ örülmesini sağlayabiliyoruz.
Küreselleşme çağında sadece sosyal hakların budanmasını değil, aynı zamanda kültür çalışmalarının da kısıtlanmasına tanık oluyoruz. Özellikle göçmen kökenli film yapımcıları, projelerine özel sektörden de finansman sağlamakta güçlük çekiyorlar. Gerek kamusal, gerekse de sivil toplumun sağladığı kültür teşviklerinde bir geriye gidiş yaşanıyor. Bu durum çalışmana nasıl yansıyor?
Çalışmalarıma bu durumun dolaysız bir etkisi yok, ama sorun toplumsal bir sorun. Film teşviği alanında da kısıtlamalara gidilmesi bir gerçek, ancak boşalmış kasaların olduğu bir dönemde siyasetçilerin filmi korumaları beklenemez. Film sektörünün büyüyen bir ekonomik sektör olması bir şans, yani bu alandaki yatırımlar salt sosyal çıkarlar nedeniyle değil, uzun vadede iş alanları yaratılabildiğinden yapılmakta. Gelişen bir alan. Belirli bütçelerde azalma olmasına rağmen, Almanya’daki film teşviğinin işler bir durumda olduğu söylenebilir. Bunun ötesinde önceden olduğu gibi film çekme olanakları da mevcut.
Örneğin bende bir devamlılık söz konusu. İlk filmimden sonra, WDR televizyonu için Tatort serisinin bir bölümünü çektim. Şimdi ise konusunu kendimin yazdığı küçük bir sinema filmi üzerine çalışıyorum. Böylelikle bir iş, ardından yeni bir işi daha getiriyor. Ben filmlerimi çekmek için gerekli olanakları bulabiliyorum. Tabii ki bu olanaklar için mücadele etmek gerekiyor. Her konu veya her film için para bulunur diye bir kural yok. Filmin çok pahalı bir medyum olduğu unutulmamalıdır. Özel bir zevk olmadığı ve filmin geniş bir seyirci kitlesi ile ilişkiye girmek isteyen bir medya aracı olduğu da unutulmamalıdır. Kanımca her film, ne denli kültürel açıdan gerekli ve önemli de olsalar, kendi kendisini finanse edebilme yetisine sahip olmalıdır. Yani ben 1 ya da 2 milyona bir film çevirirsem, kişisel olarak bu filmin en azından masraflarını geri getirmesini beklerim. Sonuç itibariyle, ticari noktayı da unutmamak zorundayız. Tabii ki illa da para kazancağım diye bakmamak gerekiyor, ama unutmamak da lazım. Bence bu aynı zamanda olumlu bir şey. Özel sektör de filme yatırım yapmakta. Maalesef yabancı filmlere, özellikle Amerikan filmlerine yatırım yapılıyor. Yılda milyarlarca Euro’yu ortak yapımlara yatıran sayısız fonlar var. Yani büyüyen ve şişen bir piyasa ile karşı karşıyayız. Sayısız tuzak ve tehlike söz konusu. Film yapmak isteyenler, piyasanın olanaklarını kullanmalı ve ilkeleri çervesinde gerekli olan finansmalı aramalıdırlar.
Aslında senin için normal yaşantı başladı diyebiliriz. Çünkü sen bu alanda bir Alman-Türkü olarak değil, sıradan bir yönetmen olarak çalışmaktasın. Ama başka bir soru: bazıları göçmen kökenli oyuncuların Alman filmlerinde genellikle kriminel tip veya uyuşturucu mafyası gibi belirli roller için öngörüldüklerini ileri sürüyorlar. Örneğin Birol Ünel bile uzun bir süre “Yabancılar Listesi”nden kurtulmak için uğraşmış. Sen Türkie kökenli oyuncuların durumunu nasıl görüyorsun, bu durum aşılabildi mi?
Bu, zor aşılabilecek bir durum. Bir kaç yıl öncesinde, daha öğrenci ve kısa film çevirir iken bir Türkiye kökenli oyuncu arıyordum. O dönemde böylesi roller oynamak zorunda bırakılan, ki para kazanmak için bu klişe rollerini kabul etmek zorundaydılar, sayısız göçmen oyuncu ile tanıştım. Şimdi ise durum biraz farklılaştı. Türkiye kökenli kreatif oyuncular artık, klişe hikâyeleri çekmek istemeyen ve sıradışı oyuncu arayan yönetmenler tarafından keşfedilmekteler. Bence sorun öncelikle film yapımcılarının sorumluluğundadır. Ancak hikâyeyi anlatış şekliyle, Türkiye kökenli oyuncuları oynatmayı olağan sayan bir anlayışla böylesi klişeler aşılabilir. Eğer temel bakış açım sadece sosyal çatışma alanlarında veya gettoda değilse, karakterler yani insanlar ön plandaysa ulusal köken unutulur. O zaman etnik köken önemsizleşir. İşte, etnik Backrounda sahip olunsa ve göçmenlik ile ilgili bir film çevrilse dahi, hikâyeyi olduğunca evrensel, duygusal ve olduğunca ikna edici anlatabilmek bir sanattır. Anlatılan öykünün marjinal olmadan, seyreden herkesin kendisini öykü veya başrol oyuncuları ile özdeşletirebilmesinin sağlanması sanattır. Ben, filmlerimde bunu yapmaya çalışıyorum. Benim bir hobim olduğu için değil, toplumsal bir gerçek olduğu için. Biz sadece yaancı değil, aynı zamanda yerliyiz de. Sadece işçi değil, işvereniz, girişimciyiz. Biz de toplum merkezine geldik artık, sadece merkezde değil, cephedeyiz aynı zamanda. Bu nedenle belirli gerçekleri yaratmak gerekir. Bu nedenle bu özgüveni, artık yerine gelmiş olmayı, hem tematize etmek gerekir, hem de bir olağanlık olarak algılamak.
Şu anda üzerinde çalıştığın yeni bir proje var mı?
Her yönetmenin bir sürü projesi vardır. Şu anda iki projem var. Kendi senaryolarım, onları geçen yıl geliştirdim. Birincisini bu yıl çekmek istiyorum. İkincisini ise gelecek yıl. Ayrıca tlevizyon projelerim var, teklifler geliyor. Yıl sonunda ya da gelecek yıl başında WDR için yeni bir Tatort bölümü çekeceğim. Bir yandan hem kendi sinema dilimi geliştirmek, hem de deneyim kazanmaya ve tabii ki de para kazanmaya çalışıyorum. Aslında son derece memnunum. İyi gidiyor.
|
|
Züli Aladağ
|
Züli Aladağ 1968 yılında Van'da doğdu. Beş yaşındayken Almanya'ya geldi. Roland Emmerich'in yanına yaptığı stajdan sonra bir dizi belgesel filmin yapımcılığını üstlendi. 1996 yılında Köln'de Medya Sanat Yüksek Okulu'nda öğrenimine başladı. Bu dönemde çektiği 'Zoran' adlı kısa film, 1998 yılında Nürnberg'de düzenlenen InterFilmFestival'de ödül kazandı. 'Fil Yürekli' adlı filminden sonra son olarak WDR için 'Tatort' dizisinin bir bölümünü çekti. Züli Aladağ 2004 Nürnberg Türkiye / Almanya Film Festivali'nde Belgesel ve Kısa Filmler Seçici Kurulu'nda görev yaptı.
|
|