Jürgen Habermas ve ben, aynı zamanda bir çağrı niteliği taşıyan aşağıdaki analizi birlikte imzalamayı son derece önemsiyoruz. Geçmişteki tartışmalarda belki farklı yerlerde durmuş olmamız gerçeğini bir yana bırakarak, Alman ve Fransız filozofların seslerini birlikte yükseltmelerini bugün son derece gerekli ve acil bir görev olarak görüyoruz. Bu metin - kolayca anlaşılacağı gibi - Jürgen Habermas tarafından kaleme alındı. Kişisel durumumdan ötürü, çok istemiş olmama rağmen, kendim bir metin yazamadım. Yine de Jürgen Habermas’a çağrının altına imzamı koymayı önerdim. Metinde dile getirilen düşüncelerin ana ruhuna ve açımlanan perspektiflere katıldığımı belirtmek istiyorum. Avrupa’nın üstlenmesi gereken yeni politik sorumlulukların her türlü Avrupa merkezci yaklaşımın ötesinde yeni bir anlayışla saptanması, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası hukukun ve dayandığı kurumların ruhuna sahip çıkılması ve efektif bir şekilde yeniden yapılanması çağrısı, devlet erki ve benzer olguların Kantçı gelenege bagli yeni bir ruhla, hatta yeni bir baglamda, yeniden tasarimlamasi ve pratiklerinin düzenlenmesi düşüncelerini destekliyorum. Jürgen Habermas’in dile getirdiği düşüncelerin birçogunun kisa bir süre önce yayimlanan „Voyou - Deux Essais sur la Raison“ (Galilée 2002) adli kitabimda açimladigim perspektiflerle örtüstüğünü ayrıca belirmek istiyorum. Jürgen Habermas’la birlikte yazdigimiz ve 11 Eylül 2002 tarihinden sonra her ikimizin de New York’ta yaptigi ikiser söylesiyi içeren bir kitap çok kisa bir süre sonra Amerika Birlesik Devletleri’nde yayimlanacak. Yaklasimlarimizda ve savlarimizdaki tüm bariz farkliliklara ragmen burada da uluslararasi hukukun gelecegi ve Avrupa’nin önünde duran yeni görevlere yönelik düsüncelerimizde de birçok ortak noktanin oldugunu görmek olanakli.
Jacques Derrida
Iki tarihi unutmamaliyiz: Ne Ispanyol basbakaninin diger AB’li meslektaslarini atlayarak savas yanlisi Avrupa hükümetlerini Bush’a bagliliklarini dile getirmek için davet ettigini saskin okuyucularina haber veren gazetelerin yayimlandigi günü ne de bu ani baskına Londra, Roma, Madrid, Barcelona, Berlin ve Paris’te tepki gösteren yığınların sokaklara döküldügü 15 Subat 2003’ü. Son derece etkileyici bu gösterilerin aynı anda gerçeklestirilmesi - Ikinci Dünya Savasi’ndan sonra gerçeklestirilen en büyük eylemlerdi - bugün geriye baktigimizda yeni bir Avrupa kamuoyunun dogumuna isaret eden bir sinyal olarak tarih kitaplarina girebilir.
Irak savasi patlak vermeden önceki kasvetli havaya egemen olan ahlaksiz bir isbölümü insanlarin duygularini altüst ediyordu. Önü alinamaz askeri yiginagin geniş kapsamlı lojistik operasyonu ile insani yardim kuruluslarinin hummali hazirliklari bir çarkin birbirini tamamlayan disleri gibi içiçe geçiyordu. Koparilan şamata her türlü inisyatiften yoksun birakilmis ve sonuçta kendisi de kurban olmaya aday halkin gözü önünde ceryan ediyordu. Avrupa yurttaslarini ayaga kaldiran kuskusuz duygularin iktidari oldu. Ama savas ayni zamanda, Avrupalilarin ortak dis politikalarinin sinyalleri çoktandir alinan basarisizligini kesin bir sekilde bilinçlere çikardi. Uluslararasi hukukun utanmazca ihlali, bütün dünyada oldugu gibi Avrupa’da da uluslararasi düzenin gelecegine yönelik tartismalari alevlendirdi. Ama öne sürülen savlarin taraflari ikiye bölmesi bizi asil yaralayan olguydu.
Bu tartisma, aslinda bilinen kopuş noktalarinin daha da netlesmesine yolaçti. Süper gücün rolü, geleceğin dünya düzeni, uluslararasi hukuk ve BM üzerine yürütülen sert tartismalar, gizli çeliskilerin bariz sekilde ortya çikmasina yolaçti. Kita Avrupası ve Anglosakson ülkelerden oluşan „yasli Avrupa“ ile AB’ye aday orta ve dogu Avrupa ülkeleri arasindaki uçurum büyüdü. İngiltere’nin ABD’yle arasindaki special reelationship kuskusuz tartismasiz degil, ama bu ilişki hala Down Street’in öncelikli politikalarinin basinda geliyor. Diger yandan orta ve dogu Avrupa ülkeleri AB üyeligi için çaba sarfetmeye devam ederken, kisa bir süre önce kazandiklari egemenliklerini kisitlatmaya da hazir degiller. Irak krizi sadece bir katalizatördü. Brüksel’de bir Avrupa Anayasasi hazirlamak için biraraya gelen uluslar arasindaki çeliskiler de açikça görülüyor. Bir yanda AB bütünlesme sürecini derinlestirmeden yana olan ülkeler, diger yanda, çikarlarini halen geçerli olan hükümetler arasi yönetim biçiminin perçinlenmesinde, olsa olsa sistemde yapılacak bir takim kozmetik değişikliklerde gören ülkeler bulunuyor. Ama görünen o ki, sözkonusu çeliskiler artik görmezlikten gelinemeyecek kadar net bir biçimde su yüzüne çıkmış bulunuyor.
Hazirlanan anayasa bize bir Avrupa dışişleri bakanı bahsedecek. Ama hükümetler ortak bir politika dogrultusunda anlasamadiklari sürece yeni bir makamin ne gibi bir anlami olabilir ki? Makaminin ismi degismis bir Fischer de tipki Solana gibi her türlü yaptirimdan yoksun olacaktir. AB’ye belli devlet nitelikleri kazandirma konusunda ilk asamada daha çok çekirdek Avrupa’yi olusturan üye ülkelerin hazir oldugu görülüyor. „Ortak çikarlarin“ neler oldugu konusunda sadece bu ülkeler arasinda bir anlasma sağlanabilirse ne olacak? Avrupa’nin dagilmasi istenmiyorsa, sözkonusu bu ülkeler Nice’de üzerinde anlasilan „isbirliginin güclendirilmesi“ne yönelik mekanizmalari biran önce harekete geçirerek, ortak dis, güvenlik ve savunma politikalari temelinde „farklı hızlarda gelişen Avrupa“yı yaşama geçirmeye çalışmalıdırlar. Buradan doğacak çekim gücüne karşı diğer ülkeler - başta Euro bölgesi olmak üzere - uzun vadede direnemeyeceklerdir. Hazirlanan Avrupa anayasası hiçbir koşulda bölücü eğilimlere kapı aralamamalıdır. Bazı ülkelerin ön girişimlerde bulunması diğerlerini soyutlama anlamına gelmemektedir. Öncü çekirdek Avrupa’nın varlığı, kemikleşmiş bir küçük Avrupa’ya yönelinmesi demek değildir; aksine - çoğu zaman olduğu gibi - bu devletlerin, kıtanın lokomotifi olduklarının göstergesidir. AB üyeleri arasında sıkı bir isbirliği içinde olan devletler kendi çıkarları gerektirdiği için birliğin kapılarını açık tutacaklardır. Çekirdek Avrupa dışa karşı da hareket yeteneğini ne kadar çabuk elde ederse ve karmaşık dünya toplumu bağlamında sadece bölünmelerin değil, aksine müzakere gündemine, karşılıklı ilişkilere ve ekonomik çıkarlara dayalı yumuşak bir iktidar gücünün geçerli olduğunu ne kadar çabuk kanıtlarsa, diğer ülkelerin açılan üyelik kapısından girmeleri de bir o kadar hızlı gerçekleşecektir. Günümüz dünyasında politikaların budalaca olduğu kadar pahalı da olan savaş ya da barış ikilemine indirgenmesinin uzun vadede bir işe yaramayacağı görülecektir. Avrupa, Birleşik Devletler’in tek başlı egemenliği karşısında bir denge unsuru olabilmek için uluslararası alanda ve BM çerçevesinde bütün ağırlığını kullanmalıdır. Dünya ekonomik zirveleri ile Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi kurumlardaki etkisini kullanarak geleceğe dönük dünya çapında bir içişleri politikasının tasarımlanması konusunda adım atmalıdır.
Ancak AB’nin genişleme politikaları bugün bürokratik düzenlemelerin koyduğu sınırları ötesine geçememektedir. Ortak ekonomi ve para birliğinin oluşturulmasına yönelik işlevsel gereklilikler bugüne kadar reformları kamçılayan olgular olmuştur. Sözkonusu bu motor güçler artık tükenmiştir. Üye devletlerden sadece ekonomik rekabetin önündeki engellerin kaldırılmasını değil, aynı zamanda ortak bir iradeyi de talep eden yaratıcı bir politika, artık yurttaşların istem ve dünya görüşlerini dikkate almadan gerçekleştirilemez. Ciddi sonuçlara yolaçacak dış politik yönelimleri kapsayan çoğunluk kararları, ancak azınlıkta kalanların dayanışmasını kazanabildiği ölçüde genel kabul görecektir. Bu ise politik anlamda ortak bir aidiyet duygusunun varlığını önkoşul olarak dayatmaktadır. Halklar ulusal kimliklerini bir anlamda „çeşitlendirmek“ ve Avrupa düşüncesini kapsayan yeni bir boyutu geliştirmek zorundadırlar. Kendi ulusunun üyeleriyle sınırlı kalan ve aslında bugün de son derece soyut bir içeriğe sahip olan yurttaşlık dayanışması gelecekte diğer Avrupa uluslarının yurttaşlarını da kapsamalıdır.
Bu noktada „Avrupa kimliği“ devreye girmektedir. Çoğunluk kararlarının yarattığı iradeye direniş gösteren azınlıkların önünü ancak ortak politik yazgı bilinci ve ortak geleceğe dönük inandırıcı bir perspektif alabilir. Bir ulusun yurttaşları diğer bir ulusun yurttaşlarını ilkesel olarak „bizden biri“ olarak görmelidir. Bunun hala olmaması birçok kötümserin şu soruyu sormasına yolaçıyor: Avrupa yurttaşlarının, ortaklaşa kotarmak ve şekillendirmek zorunda oldukları politik bir yazgı birliğinin varlığına yönelik inandırıcı deneyimleri, gelenekleri ve kazanımları mevcut mudur? Geleceğin Avrupa düşüncesini somutlayan çekici, hatta bulaşıcı bir „vizyon“ gökten düşmeyecektir. Bu günümüzde ancak endişe verici bir çaresizlik duygusundan doğabilir. Ama sözkonusu vizyon, biz Avrupalıların kendi kendimizle başbaşa kaldığımız müşkül bir durumun içinden doğabilir. Ve bu hedef kendini çok sesli bir kamuoyunun içindeki çatlak seslerle de ifade edebilmelidir. Bu konu bugüne kadar gündeme bile gelmemişse, bu, biz aydınların başarısızlığa uğradığını gösterir.
Bağlayıcı olmayan konular üzerinde çabuk bir uzlaşma sağlamak olanaklıdır. Hepimizin gönlünde barışçı, işbirliğine önem veren, diğer kültürlere karşı açık ve onlarla diyalog yetisine sahip bir Avrupa yatıyor. 20. yüzyılın ikinci yarısında iki başat soruna örnek çözümler bulan bir Avrupa önünde şapkamızı çıkarıyoruz. AB daha şimdiden, ulus sonrası yapılanmalara ekol oluşturacak bir „ulus-devlet ötesi yönetim“ biçimini sunmaktadır. Avrupa’daki refah rejimleri de uzun bir süre örnek oluşturmuşlardır. Ulus-devlet düzleminde ise bugün savunma konumuna düşmüşlerdir. Ne var ki, sınırların kalktığı bir alanda varolan kapitalizmin ehlileştirilmesini hedefleyen bir politika, refah rejimlerinin sosyal adalet bağlamında önlerine koydukları ölçülerin gerisine düşmemelidir. Bu boyutta iki sorunun üstesinden gelen Avrupa, neden farklı diğer tasarımlara karşı uluslararası hukuk temelinde kozmopolit bir düzeni savunma ve geliştirme gibi bir göreve soyunmasın?
Avrupa çapında yürütülen böylesi bir tartışma Avrupalıların kendilerini nasıl gördüğünü sorgulayan bir sürecin başlatılmasını bekleyen güçleri mutlaka kazanabilmelidir. Cesur sayılabilecek bu beklentinin karşısında duran iki gerçek var gibi gözüküyor: Avrupa’nın en önemli tarihsel kazanımları, dünya çapındaki başarılarından ötürü kimlik oluşturucu çekiciliklerini yitirmedirler mi? Ve başka hiçbir bölgede görülmediği kadar özgüvene sahip ulusların süregelen rekabetine sahne olan Avrupa’yı birarada tutan ne olabilir?
Hıristiyanlık ve kapitalizm, doğa bilimleri ve teknik, Roma hukuku ve Code Napoléon, burjuva-kent yaşam biçimi, demokrasi ve insan hakları, devlet ve toplumun laikleştirilmesi gibi olgular diğer kıtalara yayıldığı içindir ki bu kazanımlar artık ortak bir kimliğin parçalarını oluşturmamaktadır. Kökenleri Yahudi-Hıristiyan geleneğinde yatan batı ruhu kuşkusuz kendine özgü niteliklere sahiptir. Avrupa ulusları, bireyselcilik, rasyonalizm ve aktivizm ile şekillenen bu tinsel biçimi Birleşik Devletler, Kanada ve Avustralya halklarıyla paylaşmaktadır. Tinsel bir dış görünüş olarak „batı“, Avrupa’nın ötesini de kapsayan bir olgudur.
Diğer yandan Avrupa, aralarına polemik sınırlar çeken ulus-devletlerden oluşmaktadır. Ulusal dil, ulusal edebiyat ve ulusal tarihle biçimlenen ulusal bilinçler çok uzun süre büyük patlamaların kaynağını oluşturmuştur. Bu milliyetçiliğin yokedici gücüne karşı tepki olarak gelişen olgular ise, doğal olarak, eşsiz ve geniş çaplı bir kültürel çeşitliliğe sahip günümüz Avrupasına, Avrupalı olmayanların gözünde kendine özgü bir çehre kazandırmaktadır. Yüzyıllardan bu yana kent ve köy ile kilise ve laik güçler arasındaki çatışmalara sahne olmuş, inanç ve bilgi arasındaki kavgayı yaşamış, uzlaşmaz sınıflar arasındaki mücadelelere tanık olmuş ve dolayısıyla diğer bütün kültürlerden daha fazla örselenmiş bir kültür, farklılıkların nasıl birarada varolabileceğini, çelişkilerin nasıl kurumsal bir temelde çözülebileceğini ve gerginliklerin hangi yollarla istikrara kavuşturulabileceğini büyük acılar çekerek öğrenmek zorunda kalmıştır. Farklılıkların kabulü de - ötekinin farklılıklarıyla kabul edilmesi ortak bir kimliğin öğesi olabilir.
Bunun en son örneği olarak sınıfsal çelişkilerin sosyal devlet kapsamında barışçı yollarla çözüme kavuşturulması ve devlet egemenliğinin AB çerçevesinde gönüllü olarak kısıtlanması görülebilir. Demirperde’nin beri yakasındaki Avrupa, Eric Hobsbawm’ın deyimiyle „altın çağını“ 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yaşadı. O dönemden bu yana oluşmakta olan ortak politik bir mantalitenin ilk izleri görülüyor ki ötekiler bizi Alman ya da Fransız olmaktan öte daha çok Avrupalı olarak algılıyor sadece Hongkong’da değil, aynı zamanda Tel Aviv’de de.
Şu bir gerçek: Avrupa toplumlarında laiklik görece ileri bir düzeyde. Burada yurttaşlar politika ve din arasındaki sınırların aşılmasını çoğu kez kuşkuyla karşılıyor. Avrupalılar, devletin organize ve yönlendirme gücüne görece büyük bir güven duyarken, piyasanın iktidarına kuşkuyla bakmaktalar. „Aydınlanmanın Diyalektiği“ne son derece hassas bir duyarlılıkla yaklaşırken, teknik ilerlemeyi salt olumlu bir gözle değerlendirmiyorlar. Refah devletinin sunduğu garantilere ve dayanışmacı düzenlemelere öncelik tanıyorlar. İnsanlara yönelik şiddete gösterdikleri hoşgörünün sınırı görece düşük. Çok uluslu ve hukuksal temellere oturmuş uluslararası bir düzene duyulan istek, reforme edilmiş bir Birleşmiş Milletler çerçevesinde düzenlenecek efektif bir dünya iç politikasına beslenen umutta somutlaşıyor.
Soğuk savaş himayesindeki Batı Avrupalılara böylesi bir mantalite geliştirme şansı tanıyan düzen 1989/90 döneminden sonra çözüldü. Ancak 15 Şubat da gösterdi ki, sözkonusu mantalite, içinde oluştuğu koşullardan daha uzun ömürlü. Bu gerçek, „yaşlı Avrupa“nın, müttefiki süper gücün uyguladığı hegemonyal politikalar karşısında kendisine meydan okunduğu hissine kapıldığını açıklıyor. Ve Avrupa’da, Saddam’ın devrilmesini bir kurtuluş olarak gören bu kadar çok insanın, tek taraflı, caydırıcı ve bir o kadar da müphem ve yetersiz bir şekilde gerekçelendirilen, uluslararası hukuku çiğneyen işgali neden reddettiklerini açıklıyor. Ama bu mantalite ne derece istikrarlı? Kökleri derin ve zengin tarihsel deneyimlere ve geleneklere dayanıyor mu?
Otoritelerini doğal oldukları iddiasına sığınarak talep eden birçok politik geleneğin aslında „uydurulmuş“ olduklarını bugün artık biliyoruz. Buna göre kamuoyu nezninde oluşan bir Avrupa kimliğinin de başından itibaren kurgulanmış bir olgu olması gerekiyor. Ne var ki ancak keyfiyete dayalı bir kurgu sıradanlığın şaibesini taşıyabilir. Oysa kendini öz kimliğin oluştuğu süreçlerin yorumunda bulan politik-etik irade keyfi değildir. Devralmak ve reddetmek istediğimiz miras arasındaki farklılıklara yaklaşımımız nasıl özen göstermeyi gerektiriyorsa, sahiplendiğimiz mirası nasıl değerlendirmemiz gerektiği konusunda vereceğimiz karar da aynı dikkati haketmektedir. Tarihsel deneyimler de göstermektedir ki, bilinçli bir kabullenme sözkonusu olmadığı sürece devralınan mirasın kimlik yaratıcı gücü de gelişemeyecektir.
Son olarak, Avrupa’da savaştan sonra egemen olan mantalitenin profilini daha keskin bir şekilde gözler önüne serebilecek „adaylara“ ilişkin birkaç değinmede bulunmak istiyorum. Devlet ve kilise arasındaki ilişki Pirene dağlarının öte ve beri yakasında, Alplerin kuzeyinde ve güneyinde, Ren nehrinin batısında ve doğusunda farklı biçimlerde şekillendi. Devlet erkinin dünya görüşü bağlamındaki tarafsızlığı Avrupa ülkelerinde farklı hukuksal biçimlere büründü. Ama din, hemen her sivil toplum içinde politik olmayan benzer bir konum kazandı. İnancın toplumsal boyutta özelleştirilmiş olması gerçeğine farklı pencerelerden baktığımızda hayıflansak bile, bu, politik kültür açısından arzulanan bir sonuçtur. İçinde yaşadığımız coğrafyada, günlük işlerine duayla başlayan ve ciddi sonuçlara yolaçan politik kararlarını ilahi bir misyonla ilintilendiren bir devlet başkanını tasavvur etmek çok zor.
Burjuvazinin mutlakiyetçi rejimlerin vesayetinden kurtuluşu Avrupa’nın her yerinde modern devlet idaresinin ele geçirilmesi ve demokratik bir şekilde yeniden düzenlenmesiyle içiçe geçen bir süreçte gerçekleşmedi. Ama Fransız Devrimi’nin bütün Avrupa’ya yayılan düşünsel etkisi, aynı zamanda, politikanın bu coğrafyada neden her iki kimliğiyle de - hem özgürlüğü sağlayan araç hem de düzen iktidarı olarak - olumlu bir içeriğe sahip olduğunu açıklamaktadır. Buna karşılık kapitalizmin üstünlük kazanması keskin sınıf çelişkileriyle elele yürüdü. Hafızalarda korunan bu gerçeklik piyasa olgusunun değerlendirilmesinde önyargılardan arınmış bir yaklaşıma izin vermemektedir. Politika ve piyasanın farklı değerlendirmeleri Avrupalıların devletin düzenleyici sivil gücüne olan güvenlerini pekiştirmekte ve „piyasanın başarısızlığı“ durumunda aynı devletten gerekli düzeltmeleri yapması yönünde beklentilere yolaçmaktadır.
Fransız Devrimi’nden doğan parti düzeni birçok kez kopya edildi. Ancak bu sistem, sadece Avrupa’da, kapitalist modernleşmenin toplumsal-patalojik sonuçlarını kendini sürekli yenileyen politik bir değerlendirmeye tabi kılan ideolojik bir rekabete hizmet etmektedir. Bu olgu, yurttaşların, kalkınmanın paradoksları karşısındaki duyarlılıklarını teşvik etmektedir. Kalkınmanın, tutucu, liberal ve sosyalist cephelerde yapılan tanımlamalarının mücadelesinde iki boyut dikkati çekmektedir: koruyucu niteliğe sahip geleneksel yaşam biçimlerinin bozulmasıyla oluşan kayıplar hayal edilen bir ilerlemeden ağır mı basmaktadır? Yoksa bugünden uygulamaya konan ve geleceği belirleyecek olan yaratıcı yıkım süreçlerinin kazançları modernleşme süreçlerinin mağluplarının acıları karşısında ağırlık mı kazanmaktadır?
Avrupa’da kalıcı sonuçlara yol açan sınıfsal farklılıklardan etkilenen insanlar, bu olguyu, ancak kolektif bir tavır gösterildiği taktirde aşılabilecek bir yazgı olarak algıladılar. Böylelikle işçi sınıfı ve sosyal adalete dayalı hıristiyan gelenekler bağlamında dayanışmacı, adil dağılımı hedefleyen „daha fazla sosyal adalet“ mücadelesi, keskin toplumsal eşitsizliği göze alan bireyci çalışma adaletine karşı üstün geldi.
20. yüzyılın totaliter rejimleri ve holokost - Nasyonal sosyalizmin ele geçirdiği ülkelerin toplumlarını da sürüklediği Avrupa Yahudilerinin takibi ve yokedilişi - günümüz Avrupasına damgasını vurmuştur. Tarihin bu sayfasının özeleştirel muhasebesi politikanın ahlaki temellerinin belleklerde korunmasını sağlamıştır. Kişisel ve bedensel dokunulmazlığın ihlal edilmesine karşı gelişen yüksek duyarlılık kendini aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin ve AB’nin ölüm cezasınının kaldırılması talebini üyeliğin koşulu olarak formüle edilmesinde göstermektedir.
Savaş dolu tarihleri boyunca bütün Avrupa ulusları kanlı çatışmalara girmiştir. Ulusların birbirlerini askeri ve düşünsel olarak karşılarına almış olmaları gerçeğinden çıkarılan ders, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işbirliğine yönelik yeni uluslarüstü ilişki biçimlerinin geliştirilmesini sağlamıştır. Avrupa Birliği’nin başarı öyküsü, Avrupalılarda, devlet egemenliğinin sınırlandırılmasının küresel boyutta da devletlerin egemenliklerinin karşılıklı olarak sınırlandırılması düşüncesinin doğru olduğunu perçinlemiştir.
Her büyük Avrupa ulusu yayılmacı iktidarlarının doruk noktasına ulaştığı bir çağı yaşamış ve - bizim bağlamımızda daha önemli olan - imparatorluklarının kaybını hazmetmek gibi bir deneyim geçirmek zorunda kalmışlardır. Bu düşüş deneyimi birçok örnekte kendini sömürgelerin kaybında somutlamaktadır. Avrupa devletleri, yayılmacı egemenlik pratiğine ve sömürge tarihine olan mesafe büyüdükçe, kendilerini daha mesafeli ve eleştirel bir gözle değerlendirme şansını yakalamışlardır. Bu sayede, olgulara mağlup olanların perspektifinden bakarak, dayatmacı ve köksüzleştirici bir modernleşme sürecinin sorumlusu olan galiplerin konumunu kuşkulu bir yaklaşımla algılayabilmişlerdir. Bu gerçek, Avrupa merkeziyetçiliğinden vazgeçilmesini teşvik etmiş ve bir dünya iç politikasına duyulan Kantçı umudun daha da büyümesine yolaçmış olabilir.
Kaynak: Frankfurter Allgemeine, 31 Mayıs 2003