Kapitalizm Emperyalizmdir
Kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşaasıdır...
Fikret BAŞKAYA
İnsanlık tarihinin son 500 yılı kapitalist gelişmenin ve kapitalist egemenliğin de tarihidir. İnsanlığın 'uzun geçmişi' dikkate alındığında kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle insanlık tarihinde önemli bir "kırılma" söz konusu olmuştur. Zira, kapitalizm kendini önceleyen üretim tarzlarından, ya da 'uygarlık modellerinden' önemli farklılıklar içeriyordu.
Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine, rekabete, yüksek teknolojiye, ücretli emek sömürüsüne dayanıyor ve bir 'sömürü metabolizması' olarak işliyor. Farklı üretim tarzlarını dönüştürüyor, kendine benzemeyen ne varsa kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiriyor-biçimsizleştiriyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı başka üretim tarzları veya uygarlık modelleriyle 'barış içinde' bir arada yaşayamıyor. Hem yatay hem de dikey olarak gelişiyor.
Bunu şöyle de ifade etmek mümkündür: Birincisi, daha önce kapitalist ilişkilere yabancı toplumları, üretim ve yaşam biçimlerini etkisi altına alarak, coğrafi olarak genişliyor; ikincisi, daha önce (hâlen) kapitalist üretimin etkisi altına girmiş olan alanda da dikey olarak genişliyor veya yoğunlaşıyor (eskiden aile içinde gerçekleşen bir dizi faaliyetin birer meta kategorisi haline gelmesinde olduğu gibi. Artık domates salçası evde yapılmıyor, kapitalist işletme tarafından üretilen konserve satın alınıyor, köftenin harcı ve kendisi de büyük alış-veriş merkezlerinden sağlanabiliyor, vb.).
Kapitalist üretimde, prekapitalist döneme ait üretim tarzlarından farklı olarak, üretim pazar içindir, dolayısıyla amaç doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değildir. İnsan ihtiyaçlarıyla kapitalistlerin ürettiği mal ve hizmetler arasındaki bağ ancak dolaylı olarak pazarda kuruluyor. Asıl amacın doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak olmadığı koşullarda, üretim ihtiyaçlardan bağımsızlaşıyor. Amacın kâr etmek ve kârı büyütmek olduğu ve toplumsal ihtiyaçlarla üretim arasındaki doğrudan bağın koptuğu koşullarda, üretim sistemi toplum karşısında özerkleşiyor. Pazar için, dolayısıyla kâr amacıyla üretim, giderek sermaye üretimi, sermayenin yeniden üretimi biçimini alıyor ki, sonuç üretim için üretimdir...
Üretimin rekabete dayanması ve her bir kapitalist işletmenin ayakta kalabilmek için daha çok artı değere el koyma zorunluluğu, bir taraftan emek sömürüsünü derinleştirmeyi, diğer taraftan da yeni teknolojilere ve daha büyük sermayeye sahip olmayı gerektiriyor. Kapitalistler arasındaki toplam artı değerden pay alma yarışı, teknolojinin sürekli yenilenmesini zorluyor. Bu niteliği itibariyle kapitalist üretim tarzı teknikçi bir tarzdır. Kapitalizmle birlikte emek üretkenliği, kapitalizm öncesi dönemin insanlarının havsalasının almayacağı boyutlara ulaşmış bulunuyor. Bu da bu günkü teknik seviyenin insan ihtiyaçlarını 'büyük bir rahatlıkla' karşılama potansiyeline sahip olunduğu anlamına gelir. Fakat, kapitalist üretim ilişkileri altında teknolojik gelişmenin birincil veya aslî amacı sömürüyü, dolayısıyla kârı artırmaktır...
Bu niteliği itibariyle kapitalizm 'müthiş yaratıcı' bir sistemdir. Ama aynı zamanda 'müthiş yıkıcı' bir sistemdir de. Ücretli emek sömürüsü ve her seferinde üretim sürecine sokulan yeni teknolojiler zenginliği artırıyor ama üretilen bu zenginlik giderek dar bir kapitalist sınıfın ve çevresinin (burjuva sınıfının) elinde toplanıyor. Bu niteliği itibariyle de kapitalist üretim kutuplaştırıcıdır.
Bunun anlamı her ileri aşamada zengin-yoksul farkının mutlak veya göreli olarak büyümesidir. Fakat, sadece dar anlamda sermaye sahibi sınıfla üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun (kavramın gerçek anlamında proletarya) işçi sınıfı arasındaki kutuplaşma derinleşmekle kalmıyor, dünya ölçeğinde emperyalist merkezlerle 'bağımlı çevre' arasında da daha kapsamlı bir kutuplaşma ortaya çıkıyor. Söz konusu kutuplaşma ancak işçi sınıfı ve 'bağımlı çevredeki' emekçilerin mücadele ve müdahaleleriyle sınırlanabilir veya ortadan kaldırılabilir ki, bu da sınıfsal güç dengelerinin kısmen veya tamamen sömürülen sınıflar ve halklar lehine döndüğü durumda mümkündür.
Kapitalist üretim tarzının bir özgünlüğü de ekonomi- toplum ilişkisinin ters-yüz olmasıdır. Bu durum, yukarda sözünü ettiğimiz, üretimle ihtiyaçlar arasındaki ilişkinin kopmasıyla, üretimin kendi başına bir amaç durumuna gelmesiyle doğrudan ilgilidir.
Kapitalizm öncesi üretim tarzlarında veya uygarlıklarda, ekonomi toplumun içine yerleşmişti ve onun hizmetindeydi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki ters-yüz oldu ve toplum bir bakıma ekonominin hizmetine sokuldu. İşte bu durum, ya da başka türlü ifade etmek istersek, üretim sisteminin toplum karşısında özerkleşmesi, sayısız kötülüklere ve olumsuzluklara kaynaklık etmektedir. Şimdilerde bir gezegen riskinin ortaya çıkarak insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşması, araçlarla amaçların yer değiştirmesinden, ters-yüz olmasındandır. Kapitalizm varolmaya devam ettikçe ne onun kutuplaştırıcı niteliğiyle başa çıkılabilir ne de üretimin insan ihtiyaçlarından bağımsızlaşmasının ortaya çıkardığı olumsuzluklar ortadan kaldırılabilir.
Fakat, kapitalizmin en belirgin niteliği, onun bir meta uygarlığı olması ve her şeyi metalaştıran niteliğidir. Sadece üretilen mal ve hizmetler değil, doğayı ve insan emeğini, toplumsal yaşama dahil olan ne varsa (insan ilişkileri, aile içi ilişkiler, bilimsel ve estetik faaliyet, eğlence alanı, insan yaşamının tüm vehçeleri.) metalaşıyor, paralılaşıyor, soysuzlaşıyor, anlamsızlaşıyor. Ve bütün bunlar da ilerleme, kalkınma, vb. olarak sunuluyor... Burada bir benzetme yapabiliriz. Nasıl kapitalizm merkezden çevreye (kapitalizmin ilk geliştiği bölgelerden henüz kapitalist olmayan coğrafi bölgelere) doğru genişleyip yayılıyor ve söz konusu bölgeleri etkisi altına alıp sömürgeleştiriyorsa, insan yaşamının veya aynı anlama gelmek üzere sosyal yaşamın tüm veçhelerini de aynı biçimde sömürgeleştiriyor.
Bir başka özellik ekonomi-politika ilişkisiyle ilgilidir. Bilindiği gibi kapitalizm öncesi toplumsal formasyonlarda veya uygarlıklarda belirleyicilik ilişkisi siyasetten ekonomiye doğruydu. Siyasi gücü elinde bulunduran sınıf, ekonomik güce de sahip oluyordu. Başka türlü ifade edersek, servete ve zenginliğe giden yol siyasetten geçerdi. Kapitalizmle birlikte bu ilişki de ters-yüz olmuştur. Artık siyaseti belirleyen ekonomidir, ekonomik gücü elinde bulunduranlardır. Bu durumun etik sorunlar yaratması kaçınılmazdı.
Üretim araçlarının kapitalist sınıfın elinde toplanması, zenginliği üreten işçi sınıfının da hem üretmek hem de yaşamak için gerekli araçlardan yoksun olması, yaşamını sürdürebilmek için, işgücünü kapitaliste satma zorunluluğu, kapitalizme özgü bir yeniliktir.
Kapitalistler arasındaki rekabet üretim tekniklerini yenilemeyi zorluyor ve bu durum gelir bölüşümünün sürekli olarak doğrudan üretici olan işçi sınıfı aleyhine bozulmasıyla ve kapitalist sınıfın işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin artmasıyla sonuçlanıyor. Velhasıl her ileri aşama, sınıflar, bölgeler ve ülkeler arasındaki kutuplaşmanın, zenginlik-yoksulluk farkının derinleşmesi anlamına geliyor. Bu durum kapitalizmin yapısında ve mantığında içerilmiş eşitsiz gelişmenin bir tezahürüdür. Fakat, sorun sadece eşitsiz ilişkilerin yaygınlaşması değildir. Aynı zamanda melez üretim ilişkileri de ortaya çıkıyor ki, bu sadece ekonomik bir kategori değildir. Sosyal ve kültürel yaşamı da aynı biçimde angaje eden bir şeydir. Marksist literatürde eşitsiz ve bileşik gelişme denilen süreç veya eğilim.
Kapitalizmin kendini önceleyen üretim tarzlarından ayrıldığı bir husus da bireyin toplumdaki konumuyla ilgilidir. Bilindiği gibi, kapitalizm öncesi dönemde birey-toplum çelişkisi toplum lehine olarak 'çözülmüş' bulunuyordu. Kapitalizmi önceleyen uygarlık modellerinde veya sosyal formasyonlarda birey topluma tabi kılınmıştı. Tâbir maruz görülürse, birey, ait olduğu toplum veya topluluk tarafından ehlileştirilmiş durumdaydı. Dolayısıyla birey aile içindeki, klandaki veya topluluktaki statüsüne göre ve onun aracılığıyla tanınıyordu. Kapitalizmle birlikte veya burjuva toplumunda, birey-toplum ilişkisi de ters-yüz olmuştur. Modern çağların burjuva ideolojisi topluma karşı bireyin haklarını ve özgürlüğünü ön plana çıkarıyor.
Elbette bu retorik düzeyde olumludur ama kapitalist ilişkiler geçerliyken iki sorun söz konusudur: Birincisi, üretim araçları, yaşam araçları veya zenginlik dar bir ayrıcalıklı egemen sınıfın elinde toplandığı sürece, bireysel özgürlükler ve sivil haklar söylemi son tahlilde içi boş bir söylem olarak kalmaya mahkumdur, nitekim öyle oluyor; ikincisi, Samir Amin'in de belirttiği gibi, ilişkinin bu biçimde ters yüz olması, insan özgürlüğünün gerçekleşmesi için bir önkoşul olmakla birlikte, bu insan ilişkilerinde sürekli saldırganlığı da özendirebiliyor. Zira, kapitalist ideoloji rekabeti yüceltiyor ve ancak güçlünün yaşama hakkı olduğunu vazediyor. Bu da kaçınılmaz olarak etik sorunlar ortaya çıkarıyor ve etik kaygıların yokluğunda zincirlerinden boşanmış saldırganlığın ne tür vahşetlere kaynaklık ettiği biliniyor.
Bir ücretli kölelik rejimi olan kapitalist üretim tarzı varolabilmek için, üretim araçlarını sürekli yenilemek, devrimcileştirmek durumundadır ve yayılma ve genişleme eğilimi sisteme içkin bir özelliktir. Bu niteliğinden ötürü emperyalizm kapitalizme içkindir, dolayısıyla da kapitalizm varsa emperyalizm de vardır.
Elbette kapitalist saldırının derinleştiği dönemler söz konusudur ama bu sadece ilişkilerin yoğunlaşmasıdır. Bu yüzden de emperyalizm kapitalizmin bir aşaması değildir. Kapitalist üretim tarzı kendini sürekli olarak yeniliyor ve her aşamada sömürü ilişkileri (özü aynı kalmak koşuluyla) değişime uğruyor, kapitalist egemen sınıfla ezilen - sömürülen sınıf arasındaki ilişkiler, aynı şekilde kapitalist dünya sisteminin çevresiyle merkezi arasındaki ilişkiler biçim değiştiriyor, üretim tekniklerindeki her yenilik, işçi sınıfının yapısını ve sermaye sınıfıyla ilişkisini, mücadele yöntem ve araçlarını yeniden biçimlendiriyor.
Ama bütün bu değişiklikler sistemin özünü ve mantığını angaje etmiyor. Bu yüzden artık emperyalizm döneminin geride kaldığı, onun yerini imparatorluğun aldığı biçimindeki değerlendirmeler hem gerçek duruma denk düşmüyor hem de kapitalizmi aşma, 'başka bir şey yapma', 'sınıfsız toplumu kurma' perspektifi bakımından itibar edilmesi gerekmeyen yaklaşımlardır. Kapitalizmin her alt-evresinin özgünlüğünü kavramak son derece önemlidir ama onu yeni ve orijinal bir şeymiş gibi sunmak sınıf mücadelesinin başarısı bakımından itibar edilmesi sakıncalı bir şeydir. Tekellerin ortaya çıktığı döneme ve sadece o döneme emperyalizm denilirse, onu önceleyen sayısız saldırı ve yıkımlara da bir ad takmak gerecektir, mesela yayılmacılık gibi... Oysa yayılmacılık kapitalizmde içerilmiş bir eğilimdir. Aynı şekilde kapitalizmin son dönemini tanımlamak için 'emperyalizmin en yüksek aşaması' ya da onun yerine 'küreselleşmenin' kullanılması gibi... Elbette bir kavram yaygın kullanıma ulaştığında sizin de o kavramı kullanmanız gerekebiliyor ama her seferinde kavrama yüklediğiniz anlamı gözden uzak tutmamak önemlidir.
Kapitalist üretimde içerilmiş genişleme ve yayılma eğilimi, yine kapitalist üretimde içerilmiş başka bir eğilimin doğrudan sonucudur ki, bu merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimidir. Birbirinden bağımsız binlerce, yüzbinlerce kapitalist işletme, keskin bir rekabet ortamında varolmak durumunda ama daha önce de değindiğimiz gibi, rekabete karşı koyabilmek ancak sürekli büyümekle mümkün. Zayıflar güçlüler tarafından yutuluyor. Daha güçlü olmak için firmalar birleşiyor (füzyon) veya anlaşmalar ve uzlaşmalar yoluyla rakipleri karşısında üstünlük sağlama yoluna gidiyorlar. Bu eğilim, giderek sermayenin belirli ellerde toplanmasıyla sonuçlanıyor.
Dolayısıyla, kapitalist birikimin her ileri aşaması tekelleşmenin yoğunlaşmasıyla ve az sayıda tekelin dünya pazarına hakim olmasıyla sonuçlanıyor. Bu durum, başlangıçta ulusal ölçekte (ulus-devletin sınırları içinde) faaliyet gösteren kapitalist işletmelerin neden uluslararası arenada boy göstermek zorunda olduğunu, giderek küresel planda faaliyet gösterdiklerini de açıklar. Şimdilerde 200 kadar çokuluslu şirketin (bunlara transnasyonal firmalar da deniyor) dünya pazarına yön verecek güce ve etkinliğe ulaşması, sözünü ettiğimiz eğilimin bu gün ulaştığı düzeyden başkası değildir.
İçerdiği ikili eğilim: Bir taraftan merkezileşme ve yoğunlaşma, diğer taraftan genişleme ve yayılma eğilimi ve dinamiği, kapitalist sistemin daha baştan bir dünya sistemi, küresel bir sistem olarak sahneye çıktığı anlamına gelir. Bu yüzden de ne emperyalizm ne de şimdilerde küreselleşme olarak sunulan yeni ve orijinal değildir. Bu bakımdan 1519 da Meksika'yı fethe giden İspanyol konkistatörü Hernando Cortés'le şimdilerde Irak'ı fethe gideceği söylenen Amerikan generali Tomy Franks, aynı misyonun adamlarıdır ve aynı saiklerle hareket ettiklerinde şek şüphe yoktur.
Bu yüzden kapitalist gelişmenin belirli bir evresini emperyalist olarak tanımlamak, kaçınılmaz olarak bir başka evresini de başka türlü tanımlamayı gerektirir ki, bu kapitalizmin anlaşılması ve anti-kapitalist mücadele bakımından uygun değildir. Zira, amaç her koşulda ve her aşamada aynıdır: Çevre ülkelerin (sömürge ve yarı-sömürge ülkeler) doğal ve beşeri kaynaklarının sömürüsü, bu sosyal formasyonların egemen durumdaki merkez kapitalizminin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirilmesi, biçimsizleştirilmesi, yağması, talanı, vb... Kapitalizm hangi aşamada olursa olsun, hangi gelişmişlik düzeyinde olursa olsun çevrenin zenginliğinin merkeze taşınması süreci devamlılık arz ediyor.
Aşamalar
Şüphesiz kapitalist yayılma askeri güce dayanıyor ama askeri gücün gerisinde de mutlaka ve kaçınılmaz olarak ekonomik güç olmak durumundadır. Ekonomik güce sahip olan ülke, ileri teknolojiye de sahip oluyor. Ancak büyük bir askeri gücü finanse edip dünyanın her yerine ulaştırma yeteneğine sahip olanlar sömürgeci-emperyalist emeller besleyebilirler. Fakat, akıldan çıkarılmaması gereken önemli husus şudur: Emperyalist yayılmanın temel sâiki her zaman ekonomiktir. Bazı tarihçiler ve 'teorisyenler' emperyal yayılmayı başka saiklerle açıklamaya girişmişlerdir ama inandırıcı olmaları mümkün değildir. Doğu Hint Kumparyasının (East India Company) adamları da, ilk defa Orta Amerika ve Karaiblere ulaşan Ispanyol konkistatörleri (Conquistadores) de, köle tacirleri de, paralarını dünyanın şurasında burasındaki madenlere yatıran para babaları da, bu günün 'küresel spekülatörleri' de vb. neyin peşinde koştuklarını gayet iyi biliyorlardı: Zengin olmak, bu amaçla da dünyanın her yerindeki doğal ve beşeri zenginliğe el koymak.
Başlangıçta kimi bölgelerin sömürgeci-emperyalist Avrupalılar tarafından doğrudan sömürge statüsüne sokulmaları gerekliydi. Belirli bölgelerin sömürüye açılması için bazı ülkeler ve bölgeler doğrudan denetime tâbi tutulmak durumundaydı.
Kimi zaman böyle bir durum, sömürgeci-emperyalist Avrupalı güçler arasındaki rekabetin de bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Batılı ülkelerin doğrudan sömürgesi (askeri, ekonomik ve siyasi denetim tekeli anlamında) olan ülkelerin yanında bir de doğrudan sömürge olmamakla birlikte emperyalist sömürüye maruz kalan ülkeler vardı. (Bu tür egemenlik ilişkileri bütününe yarı-sömürge statüsü deniyor). Nitekim eşitsiz ticari ve ekonomik ilişkiler yoluyla söz konusu ülkeler emperyalizme bağımlı hale gelebiliyor. Osmanlı İmparatorluğu bu duruma tipik örnektir. Aynı şekilde Orta ve Güney Amerika'daki İspanyol sömürgelerinin bağımsızlıktan sonraki durumu da Osmanlı İmparatorluğunun durumundan farklı değildi. İspanyolların ve Portekizlilerin doğrudan sömürgesi olan bu ülkeler daha sonra İngilizlerin, daha ileriki aşamada da ABD'nin nüfuz bölgesi ve sömürü alanı haline geldiler. Her aşamada eşitsiz ekonomik-ticari ve yatırım ilişkileri sonucu beşeri ve doğal zenginlikleri emperyalist ülkelere taşındı.
Emperyalizme bağımlılık yarı-sömürge statüsü altında da mümkündür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında doğrudan sömürgecilik tasfiye edildiği halde bu ülkelerin emperyalizmle ilişkilerinde kayda değer bir değişikliğin olmadığını da hatırda tutmak gerekir. Bu gün de emperyalist batının 'eski sömürgeleri' olan siyaseten bağımsız bu ülkelerinin yer altı, yer üstü ve beşeri kaynakları emperyalist sömürüye tâbî olmaya devam ediyor...
Kapitalizmin sahneye çıktığı ilk fetihler dönemi olan 15. yüzyılın sonu ve 16. yüzyılın başında, Batı Avrupalılar Çin ve Hindistan'dan ne daha zengin, ne de teknolojik düzey olarak daha ileriydiler. O dönemde Arap kentleri 'uzun mesafe ticaretini' denetimleri altında tutuyordu. Sadece bazı Batı Avrupa kentleri silah üretimi ve gemi inşasında 'ileriydiler'. Zaten İspanyol ve Portekizlilerin daha sonraki 'deniz üstünlüğü' de bu iki üstünlüğün sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
Ticari sermaye birikimi veya merkantilist dönem de denilen kapitalist gelişme ve yayılma döneminin (kabaca 1500-1800 arası) ilk aşamasında İspanyollar ve Portekizliler egemenliklerini pekiştirdiler. Nitekim İspanyol imparatorluğu esas itibariyle Orta ve Güney Amerika'daki kıymetli madenlerin işletilmesine dayanıyordu. Üretilen altın ve gümüş Panama Kanalı üzerinden İspanyaya ulaştırılıyordu. Elbette İspanyol sömürüsü sadece değerli madenlerle sınırlı değildi. Büyük plantasyonlar da oluşturuldu ve bu her iki alanda 'zora dayalı çalıştırma' veya köle emeği kullanılıyordu.
Portekizlilerse daha çok stratejik öneme sahip ticaret kapılarını denetim altında tutmayı yeğliyorlardı. Baharat ticaretini ellerinde bulunduruyorlardı ama daha sonra Afrika köle ticaretine giriştiler. Bu dönemde Batı Avrupa'nın zenginliği Amerika kıtasından gelen kıymetli madenler, Asya'nın baharatı ve serf emeğine dayalı Doğu Avrupa'nın (Rusya, Polonya , vb.) hububatına dayanıyordu.
17. yüzyıldan itibaren İspanyol ve Portekiz imparatorlukları üstünlüklerini önce Hollandalılar daha sonra da İngilizler lehine olmak üzere kaybettiler. Üretim de köle emeğine dayalı plantasyonlardaki şeker üretimine kaydı. Amerikan 'yerli nüfusunun' sistematik jenosit ve katliamlarla hemen hemen yok edildiği koşullarda, emek açığı ortaya çıkmıştı ve kapitalist plantasyonlarda ve madenlerde çalışacak işgücü ancak Afrika'dan getirilecek köle emeğiyle kapatılabilirdi. Avrupalılar, Hıristiyanlaştırma, İspanyollaştırma, ruhları cennete yollama retoriğiyle Kuzey, Orta ve Güney Amerika halklarına yıkımı ve yok oluşu dayattılar.
"Kuzey Amerika'da Yerliler, Sioux'lar, Iroquois'lar, Comanche'lar, Huronlar, Cherokees'ler katledildiler. Orta Amerika'daki krallıklar: Yucatán, Maya ve Aztekler, Toltéques'ler yok edildiler. Aynı şekilde Güney Amerika'daki Chumi'ler, İnka'lar, Tukuna'lar, Tupi'ler vb. kanda boğuldular." (1)
İspanyollar tarafından işletilen Bolivya'daki gümüş madenlerinde 1650 yılına kadar geçen dönemde yaklaşık 8 milyon Kızılderilinin hayatını kaybettiğini hatırlamak (rahatsız edici olsa da ) gereklidir. Fetihin başlamasını izleyen yüzyıldan az bir zamanda Meksika'da yaşayan 'yerli halkın' nüfusu yüzde 90 oranında azalarak 25 milyondan 1.5 milyona düştü, aynı şekilde Peru'daki nüfusun da yüzde 95 oranında azalarak yok olmanın sınırına yaklaştığı biliniyor. İşte bu aşamada 'Atlantik üçgeni' denilen ticari ilişki ağı oluşmuştu. Avrupa'da üretilen sanayi malları (çoğunlukla silah) gemilere yüklenip Afrika'ya, Afrikalı köleler Amerika'ya, Amerika'nın şekeri, vb. de Avrupa'ya taşınıyordu. 18. yüzyıl aynı zamanda İngiliz, Fransız ve Hollandalıların dünyanın geri kalanındaki bir çok bölgeyi denetimleri altına aldıkları bir yüzyıl olmuştu.
Sözünü ettiğimiz merkantilist dönemde kıtalar arası ticaret büyümekle birlikte, kompozisyonu fazlaca değişmiş değildi. Ticaret konusu olan mallar hâlâ lüks sayılabilecek mallardan oluşuyordu: Baharat, tütün, şeker ve tabii kıymetli madenler (altın, gümüş) bir de o dönemin bir özelliği olarak köle ticareti... Elbette merkantilist dönemde en büyük tahribat Amerika kıtasında ortaya çıktı. Amerika halkları yarattıkları uygarlıklarla birlikte neredeyse bütünüyle tarihten silindi... İkinci derece tahribat köle ticareti sonucu Afrika'da ortaya çıktı. Hindistan'ın zenginliğinin yağmalanması dışında Asya'daki tahribat sınırlı kalmıştı.
18. yüzyıl, Batı Avrupa'da özellikle de İngiltere'de pazar için üretim yapan ve ücretli işçi kullanan küçük boyutlu kapitalist işletmelerin sahneye çıktığı yüzyıldı. Emek verimliliği artmaya devam etmekle birlikte hâlâ dünyanın başka bölgelerinden (özellikle Asya'dan) fazla yüksek değildi. Devlet destekli teknik gelişme hızlanmıştı. Zaten on altıncı ve on yedinci yüzyıllar, ticari ve askeri girişimleri destekleyen ve onlarla bağlantılı olarak gelişen "bilimsel devrimler" çağıydı. Astronomideki ve zaman ölçümündeki gelişme gemiciliğin gelişmesini hızlandırırken, fizik biliminde 'Newton devrimi' doğanın ve dünyanın 'algılanışını' baştan aşağı değiştirmişti...
1800'lü yılların başında (19. yüzyıl) kapitalizm merkantilist aşamadan sanayi kapitalizmine sıçradı. Ekonomik plandaki bu 'yeniliğe' siyasal planda burjuva devrimlerinin (Amerikan ama asıl Fransız devriminin) itmesiyle yeni bir siyaset anlayışı eşlik etti. Sömürgeci-emperyalist bir güç olan İngiltere, Fransa aleyhine etkinlik alanını genişletti ve en önemlisi Hindistan'a yerleşerek büyük bir 'hazineye' kavuştu. Zengin Hindistan'nın içi boşaltıldıkça İngiliz imparatorluğu da 'şişiyordu'...
Bu aşamada sanayi devrimi denilenin neden başka yerde değil de İngiltere'de ortaya çıktığı sorusunu tartışmamız gerekmiyor. Ama 'uygun' iç ve dış faktörlerin ve belirleyiciliklerin diyalektik bütünlüğünün böylesi bir oluşumu sağladığını söyleyebiliriz. Ve bu 'uygun' dış koşulların başında hiç şüphesiz 1500-1800 yılarını kapsayan 300 yıllık dönemde başta Amerika kıtası olmak üzere Asya ve Afrika'dan taşınan servet ve zenginlikti. Velhasıl sanayi devrimini finanse eden kaynağın çoğu dünyanın geri kalanın sömürüsünden, yağma ve talanından sağlanmıştı. Bir önceki döneme göre daha büyük ölçekli ve birbirleriyle rekabet halindeki kapitalist işletmeler, pazar için üretim yapıyor ve bunun çoğunu başta İngiliz sömürgeleri olmak üzere dünyanın her yerine ihraç ediyordu. Elbette sermaye büyüdükçe onu üreten işçi sınıfı (proletarya) da büyümek durumundaydı.
İngiltere denetimi altında tuttuğu bölgelerden (sömürgelerden) ucuz hammadde (özellikle de pamuk) sağlıyor ve ürettiği pamuklu mãmulleri tüm dünyaya ihraç ediyordu. Üretim sürecine sokulan her yenilik verimliliği arttırıyor, sömürüyü derinleştiriyor, sermayeyi büyütüyor ve her seferinde yeni pazarlar elde etmek, bu amaçla daha çok alanı denetim altına almak zorunlu hale geliyordu.
Fakat söz konusu süreç sadece İngiltere ile sınırlı değildi. Yeni üretim yöntemleri ve kapitalist ilişkiler, diğer bazı Avrupa ülkelerinde (Fransa ve Almanya...) ve ABD'de hızla gelişiyordu. Nitekim daha on dokuzuncu yüzyılın sonu gelmeden Almanya ve ABD, İngiltere'nin korkutucu rakipleri haline gelmişlerdi ve pazar kavgası kızışmıştı... Onları da Japonya izliyordu. Aslında Japonya'nın durumu ilginçtir. Zira, Japonya kapitalistler arası yarışa katılan yegane Avrupa-dışı ülkeydi. Bilindiği gibi ABD, Avrupa'nın doğrudan uzantısıdır, dolayısıyla onu Avrupa'dan ayrı saymamak gerekir. Bu vesileyle bir tartışmayı hatırlatmak ilginç olabilir.
Avrupa dışı bir ülke olan Japonya'nın kapitalist gelişmeyi sağlamış ve kapitalist ülkelerarası yarışa katılabilmiş olması, bazı teorisyenler tarafından onun dünyanın başka ülkelerinden farklı olarak, Batı'nın sömürgesi veya yarı-sömürgesi statüsüne indirgenmiş olmayışıyla, Batı etkisi dışında kalışıyla açıklamaya çalışılmıştır. Başka bazı teorisyenler de son tahlilde belirleyici olanın iç dinamikler, iç faktörler olduğunu, Japonya'da Batı Avrupa'dakine benzer sosyal ve ekonomik ilişkilerin (Japon feodalizmi) kapitalist gelişmenin yolunu açtığını ileri sürmüşlerdir. Dolayısıyla Japonya feodal geçmişi itibariyle Batı'ya benzediği için kapitalist gelişmenin mümkün olabildiğini ileri sürmüşlerdir.
Kutuplaşma Şekilleniyor
19. yüzyılda kapitalizmin etkisi altına girmeyen, sömürgeci emperyalist ülkelerin doğrudan veya 'yarı-sömürgesi' statüsüne indirgenmeyen bir dünya ülkesi hemen hemen kalmadı. Asya'nın tamamı, Afrika, Latin Amerika kapitalist ekonominin etkinlik ve yayılma alanı haline geldi, dünyanın görüntüsü değişti ve yeniden biçimlendi.
İngilizler Güney Asya'yı sömürgeleştirdiler, Çin'i silah zoruyla afyon ticaretine zorladılar. Fransızlar Hindi Çini'ne, Hollandalılar Doğu Hint adalarına yerleştiler ve Rusya kuzeyde Sibirya, doğuda Orta Asya'ya doğru yayılmasını sürdürdü. Afrika (Osmanlı imparatorluğunun biçimsel hakimiyeti altındaki sınırlı bölgeler dışında) Fransızlar, İngilizler ve Belçikalılar tarafından paylaşıldı. Latin Amerika İspanyollardan ve Portekizlilerden biçimsel olarak bağımsızlaştı ama bu bilinen anlamda kurtuluş savaşı sonucu kazanılmış bir 'bağımsızlık' değildi. Yegane değişiklik 'beyaz egemen sınıfın' yönetimi devralmasıydı. Zaten Orta ve Güney Amerika önce İngilizlerin, arkasından da ABD'nin nüfûz bölgesi (arka bahçesi) durumuna gelecekti...
Osmanlı İmparatorluğu da emperyalist Batı'nın bir yarı-sömürgesi haline geldi. Bu dönemde dünya ölçeğindeki kutuplaşma, çevre-merkez, gelişmiş- azgelişmiş, sanayileşmiş- sanayisizleşmiş ikilemi kesin olarak yerleşti.
Artık dünya ticareti de önceki dönemlerde olduğu gibi lüks mallar ticaretinden sanayi kapitalizminin ürünleriyle hammadde ve tarım ürünlerinin yaygın ticaretine dönüştü. Sanayileşmiş ülkeler sanayi ürünleri ihraç ediyor bunun karşılığında hammaddeler ve tarım ürünleri ithal ediyorlardı ve bu eşit olmayan bir değişimdi. Başka türlü ifade etmek istersek, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı arasındaki ticaret ve yatırım ilişkileri hakim durumdaki ekonomiler lehine işliyordu. Bunu kan kaybının derinleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz.
O dönemden sonra zenginlik-yoksulluk farkı sürekli derinleşecekti. Nitekim, 1800 yılında (bundan 200 yıl önce) 'zengin ülkelerle' 'yoksul ülkeler' arasındaki fark bire iki (1'e 2) iken, şimdilerde bire altmıştır (1'e 60) ve 'modernleşme', 'kalkınma' 'küreselleşme', vb. söylemine rağmen bu fark hızla büyümeye devam etmektedir. Dünyanın Batı Avrupalılar tarafından bu biçimde yağmalanması ve söz konusu halkların kendi kendilerine yeterli olmaktan çıkarılması, toplumsal-kültürel yapılarının aşındırılması, kültürlerinin tahrip edilmesi, emperyalist güçler ve onların sözcüleri tarafından uygarlaştırma misyonu olarak sunulacaktı...
Başlangıçta Amerika halklarını Hıristiyanlaştıranlar, sanayi kapitalizminin yerleştiği dönemde de uygarlaştırıyorlardı... Yazık ki, II. Enternasyonalin sosyalistleri de söz konusu uygarlaştırma misyonu söylemine kendilerini kaptırmışlardı ve bu konuda emperyalist efendilerden pek farklı düşünmüyorlardı...
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başına gelindiğinde, sözünü ettiğimiz Kapitalizme özgü merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin bir sonucu olarak, kapitalist işletmelerin ölçeği büyüdü, Karteller, tröstler, konzernler biçimindeki büyük tekeller dünya pazarında etkinliklerini artırdılar. İşte, tekellerin ortaya çıktığı bu döneme emperyalizm denmiştir. Bu dönemin bir özelliği de mal ihracına sermaye ihracının da eklenmesidir.
Elbette sermaye ihracı mal ihracının yerini almıyordu, tam tersine mal ihracı artmaya devam edecekti. Sermaye ihracı, hükümetlere borç verme bir yana bırakılarsa, daha çok kapitalist hakimiyeti pekiştirecek, sömürüyü derinleştirecek alt-yapı yatırımlarına ve hammadde kaynaklarına (madenler, plantasyonlar, vb.) yöneliyordu. Artık dünyanın tüm doğal ve beşeri zenginliği emperyalist sömürüye açılmıştı. Dünya emperyalist güçler arasında paylaşılmıştı ama pastadan pay alamayan 'yeni yetme güçler'de (Almanya, Japonya) 'paylaşılanı yeniden paylaşmayı' dayatıyorlardı. İşte iki emperyalistler arası savaşın gerçek nedeni bu idi.
Emperyalist saldırı söz konusu olduğunda, saldırıya maruz kalanların bu saldırıyı 'hayır duasıyla' karşılamaları elbette mümkün değildir. Nitekim, ilk emperyalist yayılmanın ardından saldırının ve kutuplaşmanın yıkıcı sonuçlarına karşı sayısız isyanlar oldu. Tarih saldıranlar tarafından yazıldığı için saldırıya uğrayanların hikayesi ya gerektiği gibi anlatılmaz ya da geçiştirilir. Bu isyanların en çok bilineni, 18. yüzyıl sonunda San Domingo'daki (bu günkü Haiti) köle devrimidir. Daha sonra 1900'lerin başındaki Meksika devrimini ve 1950'lerin sonundaki Küba devrimini de aynı çizginin devamı saymak gerekir.
Rus (Bolşevik) devrimi, Çin devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası ulusal halk kuruluş hareketleri de son tahlilde kapitalizmin ortaya çıkardığı kutuplaşmaya tepkiden başka bir şey değildir. Bütün bu devrimlerin kapitalist dünya sisteminin çevresinde patlak vermesi de bir tesadüf değildir.
Sovyet sisteminin daha yüzyılın sonu gelmeden çökmesi, Çin'in 'sosyal piyasa ekonomisi' retoriği altında kapitalizme yelken açmasının nedenlerini tartışmanın yeri burası değil. Kesin olan bir şey varsa, Kristof Kolomb'un macerasıyla başlayan ve yaklaşık 450 yıl devam eden sömürgecilik dönemi sömürge halkların mücadelesiyle İkinci emperyalistler arası savaşı izleyen yaklaşık iki on yılda tarihe karıştı. Sömürgeciliğin doğrudan versiyonundan kurtulan dünya halkları dünyanın zenginliğine ortak olma iddiasıyla ortaya çıksalar da, bu gün durum özde değişmiş değil.
Sömürgecilik tasfiye edildi ama bu emperyalizmden kurtulmak anlamına gelmiyordu. Başka yerde yazdığımız gibi, hem kapitalizmin, emperyalizmin varolmaya devam etmesi hem de dünyanın geri kalanının emperyalist merkezler gibi olması mümkün değildir. Oysa, sömürgeciliğe karşı halk hareketlerine öncülük edenler, kapitalizme rağmen durumlarının iyileşeceğine, 'sofraya dahil olabileceklerine' inanmış gibiydiler...
Elbette bağımsızlığa yeni kavuşan ülkelerin yöneticilerinin yanılsamaya kapılmalarını kolaylaştıran bir şey vardı. 20. yüzyılın ilk yarısında iki büyük savaş ve tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşayan emperyalist dünya sistemi, İkinci Savaşın ardından uzun sürecek (yaklaşık otuz yıl) bir genişleme dönemine girdi.
Bu genişleme dönemi aynı zamanda ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine bir tablonun ortaya çıktığı dönemdi. Faşizmin yenilmesi, Sovyet sisteminin bir çekim merkezi ve sosyalizmin insanlığın umudu haline gelmesi, kurtuluş hareketlerinin sömürgeciliğin doğrudan (klasik) biçimini tasfiye etmesi, güç dengelerini değiştirmişti. Sonuç itibariyle sermaye mevzi kaybetti ve bir dizi ödünler vermek zorunda kaldı. Dünyanın her yerinde emekçi sınıflar lehine bir güç dengesi oluştu.
Bu durum, sömürgecilikten kurtulan ulusların yönetici azınlıklarının veya önderliklerinin "Batı'yı yakalamanın", "Batı gibi olmanın" mümkün olduğu yanılsamasına kapılmalarını kolaylaştırmıştı. Her yerde iyimser beklentiler egemendi. Emperyalist ülkelerde 'sosyal devlet', Üçüncü Dünya'da da "ulusal kalkınmacı veya ulusal-popülist" denilen model, İkinci Dünya'da da (Sovyet bloğu) merkezi planlamaya dayalı sistem geçerliydi. Elbette kapitalizmin içine girdiği genişleme döneminin bir sınırı vardı ve o sınıra ulaşıldığında geçerli güç dengelerinin devamı mümkün değildi. "Balayı döneminin" sonu mutlaka gelecekti.
Ve emperyalist dünya sistemi 1970'li yılların ilk yarısında yeniden "yapısal krize" girdi... Sermaye saldırıya geçecekti ama önce 'ideolojik alanın' hazırlanması gerekiyordu. Neoliberal ideolojik tezler mayalandırıldı ve yayıldı. Kapitalist ekonominin krizinin sorumlusu da bulunmuştu: Aşırıya vardırılan devlet müdahaleleri...
Neoliberal tezler her ne kadar 1980'li yılların başından itibaren tam bir etkinlik sağlasalar da, mayalandırılmaya başlandığı tarih 1940'lı yılların ortalarına kadar geriye gidiyordu. Velhasıl sermaye kapsamlı bir saldırıya geçti.
'Küresel Kapitalizmde Yeni ve Orijinal Olan!'
Sermaye kâr oranlarını restore etmek üzere liberalleşme, deregülasyon ve özelleştirme üçlü sloganını ön plana çıkardı. Bunların pratik politikaya tercüme edilmesi, sermayenin önündeki tüm engellerin ve kısıtlamaların ortadan kalkması, dünyanın büyük sermaye ( çokuluslu şirketler veya transnasyonal firmalar) için dikensiz gül bahçesi haline gelmesi demektir.
Bilindiği gibi bu üçlü slogandan birincisi olan liberalleşme, sermayenin uluslararası arenada rahatça hareket etmesinin koşullarının yaratılması demektir. Bu amaçla her türlü gümrük korumasına ve yabancı sermayeyi kısıtlayan önlemlere ve düzenlemelere savaş açıldı. O kadar ki, sermayenin hareketini kısıtlamak, dünya refahını kısıtlamakla özdeş sayılıyordu...
Liberalleşme sermayenin dünya ölçeğindeki hareketini kolaylaştırmayı amaçlarken, deregülasyon da her bir ulus-devlette sermayenin hareketini kısıtlayan düzenlemelerin ortadan kaldırılması demektir. Devlet tarafından sermayeye yönelik düzenlemenin kaldırılması demek, işçi sınıfı, genel olarak emekçi çoğunluk, toplumun 'korumasız' kesimlerine yönelik düzenlemelerin ve kurumsal yapının tasfiyesi anlamına geliyor. Elbette söz konusu deregülasyon kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan 'azgelişmiş' bir ülkede yapılıyorsa, bu her türlü kalkınmacı amaçtan istifa etmek anlamına gelecektir...
Özelleştirme devlet tarafından oluşturulmuş ekonomik amaçlı kamu işletmelerinin özel sektöre satılmasını (değilse tasfiyesi) öngörüyor. Buradaki gerekçe devletin kaynakları verimli kullanamadığı, israf ettiği düşüncesinden hareket ediyor. Elbette özelleştirme lehine ileri sürülen gerekçelerin hiçbir inandırıcılığı ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Buradaki asıl amaç dünya pazarında talebin sürekli daraldığı koşullarda hazır bir iç ve dış talebi olan işletmeleri ele geçirmekle ilgilidir.
Elbette özelleştirme sadece pazar için üretim yapan (bizde KİT denilen) kamu işletmelerini kapsamıyor. Devletin geleneksel olarak üstlenegeldiği bir dizi kamu hizmeti de ( eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.) özelleştiriliyor. Aslında devletin bir yandan kamu hizmetlerini sağlamak için vergi alırken diğer yandan da bu hizmetlerin özelleştirme kapsamına alınması arasındaki tersliğin tartışma konusu yapılmaması düşündürücüdür... Netice itibariyle neoliberal politikalar yaklaşık 150 yıllık dönemde işçi sınıfı, mütevazı toplum sınıfları ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında da Üçüncü Dünya ülkeleri lehine kazanılan mevzilerin düşürülmesini amaçlıyor.
Kapitalizmin küreselleşme denilen (içinde bulduğumuz ) son evresi aslında ileri sürüldüğü gibi bir dizi yeni ve orijinal 'özellik' arz etmiyor. Eğer gerçekten bir yenilikten söz edilecekse, belki bu aynı merkantilist dönemin başındaki, ya da sanayi devrimi sonrasındakine benzeyen kapsamlı bir saldırı olmasıdır. Kapitalist - emperyalist dünya sisteminin son dönem eğilimlerinin hiçbir orjinalliği yok. Yenilik kapitalizme özgü eğilimlerin ve dinamiklerin yeni veçhelerinden ve 'görüntülerinden' başka bir şey değildir.
Yeni teknolojiler ( komünikasyon ve enformasyon) sadece son döneme özgü bir yenilik değil. Teknolojik yenilenme ve gelişme kapitalizmin doğasında içerilmiş bir eğilimin sonucu olarak ortaya çıkıyor ve belirli tarihsel dönemlerde 'sıçrama' söz konusu oluyor. Her dönemde hegemonik bir güç olduğu gibi. Bu bakımdan sanayi devrimine giden yolun aralanmasında belirleyici olan buhar makinaları o dönemin en büyük yeniliğiydi. Kömürün kapitalist üretimin başat enerjisi haline gelmesi, daha sonra petrol ve elektriğin üretim sürecine sokulması söz konusu süreçte hep aynı anlama gelen şeylerdi. Elbette yeni teknolojiler hem kapitalist yayılmayı kolaylaştırıyor hem de emek-sermaye ilişkisini yeniden biçimlendiriyor. Yeni teknolojiler üretimin 'parçalanmasına' ve bir merkezden yönetilmesine olanak veriyor. Finans sermayesinin hareketini kolaylaştırıyor. Sendikaları etkisizleştiriyor.
Kapitalizmin son dönemde adından çok söz ettiren çokuluslu-uluslarüstü veya transnasyonal denilen şirketler de aslında yeni değil. Daha önce sözünü ettiğimiz, merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin ulaştığı bu günkü düzeydir. Tekeller yüzyıl önce de vardı ve bu zaman sarfında büyümeye devam ettiler...
Elbette böyle bir tespit yeni durumu hafife almak anlamına gelmiyor. Nitekim 1970'li yılların başından bu yana söz konusu şirketler çok büyük bir güce ve etkinliğe ulaştılar, o kadar ki, şimdilerde ulus- devletleri 'aşındırır' duruma geldiler. Ama söz konusu 'aşınmayı' nüanse etmek gerekir.
Kimileri bu durumu artık devletin ortadan kalkmakta olduğu biçiminde yorumlama eğilimindedir ki, bu gerçek duruma denk düşmüyor. Devleti küçültme retoriği için de aynı şey söz konusu. Bu gün dünyadaki en büyük 100 ekonomiden 50'si artık devletler değil çokuluslu şirketlerdir. Aynı şekilde en büyük 200 çokuluslu şirketin toplam yıllık iş hacmi insan havsalasını zorlayacak büyüklüğe ulaşmış durumda...
Bir başına General Motors çokuluslu şirketinin yıllık iş hacmi Yunanistan'ın milli gelirinden daha fazla...
Elbette bu kadar büyük bir güce ve etkinliğe ulaşmış söz konusu çokulusluların devlet karşısındaki konumları ve devletle olan ilişkileri yeniden biçimleniyor ama bu devletin 'sönmesi' anlamına gelmiyor. Devlet olmadan yada aynı şeyi başka türlü ifade edersek, siyasi planda bir otorite ve düzenleme olmadan kapitalizmin varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Şimdilerde yaşanan 'gerilim' ulus-devletlerin aşınmasının ortaya çıkardığı boşluğu dolduracak üst-düzey bir siyasi otoritenin yokluğudur. Zira, mevcut uluslararası kurumlar ve aygıtlar ulus-devletten nöbeti devralacak durumda değil.
Ulus-devletin aşınması asıl Üçüncü Dünya Ülkeleri için büyük önem arz ediyor. Nitekim, söz konusu ülkeler emperyalist merkezlerce dayatılan neoliberal politikaları benimsediklerinde kompradorlaşma tercihi yapmış oluyorlar ki, bu bir bakıma bağımsızlık öncesi döneme geri dönmek anlamına geliyor. Ya da geleceklerini çokuluslu şirketlere 'emanet etmiş oluyorlar'.
Emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkenin kendi geleceğini 'pazar ekonomisine', dolayısıyla çokuluslu şirketlerin insafına bırakması sömürgeciliğin yeni versiyonunu kabullenmek demeye gelir.
Şimdilerde Üçüncü Dünya'daki devletler (elbette hepsi değil) emperyalist merkezlerin ve onların çokuluslu şirketlerinin ayak işlerine koşulmuş aygıtlara dönüşmüş durumdalar. Bütünüyle kompradorlaşmış bu devletler zaten hiçbir zaman gerçek anlamda ulus-devlet tanımına uygun bir yapıyı temsil etmediler. İçi boş kabuktular. Şimdilerde 'kendi ülkelerinde' emperyalizmin, çokuluslu şirketlerin 'zabıta işlerine' koşulmuş durumdalar. Bu yüzden de artık hiçbir meşruluk temeline dayanmaları mümkün değildir. Türkiye söz konusu kompradorlaşmış rejimlerin tipik bir örneğini oluşturuyor...
Son dönemin bir özelliği de finans sermayesinin etkinliğinin artması ve üretimle söz konusu sermaye arasındaki bağın büyük ölçüde kopması, değilse de ilişkinin biçim değiştirmesidir. Fakat söz konusu finanslaşma kapitalizmin krizi aşmak için yaptıklarından bağımsız değildir. Nitekim, mevcut koşullarda "verimli bir biçimde kullanılması" mümkün olmayan devasa bir para sermayesi, finans sermayesi birikmiş durumda.
Pazarın daraldığı, işsizliğin, yoksulluğun derinleştiği, dolayısıyla talebin dünya ölçeğinde yeteri kadar büyümediği koşullarda, gelir bölüşümü de ulusal ve küresel planda hızla varlıklı kesimler lehine daha çok bozulurken, söz konusu sermayeyi bilinen anlamda 'verimli yatırımlarda' kullanmak mümkün olmuyor. Dolayısıyla sermayenin potansiyel 'toplu değersizleşme' riski ortaya çıkıyor. İ
şte sermaye böyle bir riske karşı kendini koruyabilmek, 'toplu değersizleşme' riskini bertaraf etmek için kısa dönemde yüksek kâr vadeden spekülatif faaliyetlere yöneliyor, başka şirketler satın alınıyor, bizde 'şirket evlilikleri' denilen füzyonlar, Üçüncü Dünya'ya açılan kredilerle (dış borçlar) bu ülkeler yağmalanıyor, borsa oyunları, vb. gündeme geliyor, özelleştirmeleri de bu bütünlük içinde anlamak gerekir.
Böylece 'uçan sermaye' üretim dışı alanlarda bir "değerlenme" olanağına kavuşuyor. Oysa, kapitalizmin mantığı bakımından asıl çözüm bu tür spekülatif arayışlarla mümkün değildir. Bir kere gelir dağılımını sürekli bozan sürece dokunulmuyor. Bunun anlamı üretimin kaçınılmaz olarak 'lüks tüketimi' tatmine yönelmesidir ki, satın alma gücünden yoksun geniş kitleler kapitalist pazarın dışına itiliyor. Yatırım kararlarına müdahale edilmiyor. Pazar ekonomisinin ( aslında sözü edildiği gibi kendi kendini düzenleyen bir pazar ekonomisi zaten mümkün değildir) sorunları çözeceği söyleniyor. Sonuç 'yapısal krizin' müzminleşmesidir. Gerçekten her gün devasa bir finans sermayesi (uçan sermaye) bir borsadan diğerine,bir döviz piyasasından diğerine spükülatif amaçlarla hareket halinde. Döviz piyasanında dönen günlük sermayenin yaklaşık 1.5 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyor...
Geçerli eğilimler ve süreçler giderek daha çok insanın dışlanması, satın alma gücünden mahrum edilmesiyle sonuçlanıyor. Bir taraftan küreselleşmenin sunuluşu, diğer yandan ortaya çıkan tablo tam bir çelişki tablosudur.
İnsanların sistem tarafından dışlandığı, marjinalleştiği, işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin büyüdüğü, doğal çevre tahribatının derinleştiği, gezegen riskinin tehlikeli bir eşiğe doğru ilerlediği, insânî değerlerin aşındığı durumun insanlığın nihai kurtuluşu olarak sunulması ibret vericidir. Dolayısıyla gerçek durum tevatür edilenden çok farklıdır. Asıl söz konusu olan kriz yönetimidir ve krizi yönetmek üzere uygulanan neoliberal politikalar işçi sınıfı ve Üçüncü Dünya halkları için bir yıkıma dönüşüyor. Elbette sınıflı toplumda kavramlar herkes için aynı anlama gelmiyor.
Küreselleşme denilen mevcut süreç dar bir dünya elitini, küresel ayrıcalıklılar sınıfını hızla zenginleştiriyor. Zenginleşen bu kesime Üçüncü Dünya'nın ayrıcalıklı azınlıkları da dahildir. Zaten Üçüncü Dünya'nın 'egemenleri' doğrudan emperyalizmin bu ülkelerdeki uzantılarından başka bir şey değildir... Her gün yoksulların sayısı artarken zenginlerin sayısı da artıyor. Her yıl yeni dolar milyarderleri türüyor ve bunların 'başarı öyküleri' dillerden düşmüyor.
Kapitalizmin yapısal krizine eşlik eden kominikasyon ve enformasyon devrimi bir taraftan gelir dağılımını hızla varlıklı sınıflar lehine bozarken, diğer yandan da işçi sınıfının geleneksel mücadele yöntem ve araçlarını işlevsizleştiriyor. Dolayısıyla yeni mücadele yöntem ve araçlarının oluşturulması ve bunun evrensel planda bir karşı- harekete, küresel muhalefete dönüştürülmesi bu günden yarına mümkün değildir ama gereklidir. Zira, ezilen, sömürülen, dışlanan, aşağılanan emekçi çoğunluğun küreselleşme olarak sunulun bu kapsamlı saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir.
Eğer, sömürü ve yoksulluk küreselleşiyorsa ve sorunlar ancak küresel düzlemde çözülebilir hale geliyorsa, mücadelenin de küresel plana taşınması işin doğası gereğidir. Son yıllarda ortaya çıkan süreç yeni bir "bilincin" ve "mücadele üslubunun" mayalanmakta olduğunun işaretlerini veriyor.
Saldırı bundan önce olduğu gibi bundan sonra da mutlaka karşılık bulacaktır. İnsanlık aşınan değerlerini tamir etme olanağına mutlaka kavuşacaktır. Zira, sadece sömürü ve baskıya maruz değiller. Kapitalist yağma düzeni toplumsal yaşamın tüm veçhelerini metalaştırıp özelleştirme kapsamına sokuyor. Başta doğal çevre olmak üzere, sağlık, eğitim, sosyal güvenlik, bilimsel ve estetik faaliyet, bilimsel araştırmalar, velhasıl insan yaşamını ve onu çevreleyen, ona anlam ve değer katan ne varsa paralılaştırıyor, metalaştırıyor, soysuzlaştırıyor, anlamsızlaştırıyor. Böylesi eğilimlerin ve süreçlerin geçerli olduğu bir dünyada mutlu küreselleşme şarkıları söylemenin bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi?
Şimdilik ideolojik alan büyük sermayenin adamlarının tekelinde ve uyuşturucu etkisi yaratıyor ama bu nihai bir durum değildir. Tam bir yalan, manipülasyon, dezenformasyon makinasına dönüşen medya tekeli de daha uzun süre etkili olamaz. Ezilenler yeni mücadele araçlarını yaratırken, nasıl olsa medyanın iktidarına da son vereceklerdir.
Araç mutlaka ona asıl sahibi olması gerekene iade edilecektir. Zira gerçeğin bir aracı olması gereken medya şimdilerde yalana ihtiyacı olanların elindedir...
Öyleyse kapitalizmi ve emperyalizmi aşmaya yönelik mücadelenin başarısı sadece barbarlığa son vermek için değil, insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmanın da güvencesidir. Elbette bu süreçte en kritik sorun ütopyanın yeniden inşasıdır...
* Kardelen, Mart 2003
(1) Bu konuda son derecede ilginç bir eser için bkz: Rosa Amelia Plumelle-Uribe, La Férocité Blanche - Des Non - Blancs aux non- Aryens Génocide Occultés de 1492 à nos jours, Albin Michel, Paris, 2001, s. 35...
|