Kitleleri hükmü altına alan bir zorbalık çağının en karanlık günlerini yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde acı var. Yegâne erdemin kâr tutkusu olduğu bu düzenin en etkili aracı ise medya. Bir an önce bizden çalınan sözcükleri geri almalıyız. Yoksa bize tek bir sözcük kalacak: Utanç.
Günümüz dünyasının üstüne çöreklenen acı ile ilişkili en azından birkaç kelime söylemek istiyorum. Kimi yönleriyle eşi görülmedik bir acı bu.
2002 Kasım ayının bu ilk günlerinde, şu an gündüzü yaşamamıza karşın, ben yazımı gece karanlığında kaleme alıyorum. Neredeyse bir haftadır Paris’te gök masmaviydi. Güneş her gün biraz daha erken battı ve yine her gün göz kamaştırıcı güzelliğini bize bağışladı. Pek çok kimse Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri güçlerinin, Irak’a karşı önleyici bir savaşa atılacağından korkuyor. Amaç, bu ülkenin büyük petrol şirketlerine daha garantili ek kaynaklar sağlamak. Birçok kişi de bu saldırının yapılmamasını umuyor. Dile getirilen kararlar ile gizli hesaplar arasında her şey karanlıkta bırakılmış; yalanlar füzeleri ateşe hazırlıyor. Utanç gecesinin orta yerinden yazıyorum.
Utançtan, kendi suçluluğumu göremeyecek haldeyim. Kavradığım kadarıyla utanç, uzun vadede umut besleyemez hale gelip, bizi karşımızdaki ufka bakmaktan alıkoyan, insan türüne özgü bir duygu. Gözlerimizi ayaklarımıza dikmiş öylece duruyor, bir sonraki küçük adımdan ötesini düşünemiyoruz.
Farklı yerlerde ve birbirinden çok farklı konumlardaki insanlar kendilerine “Neredeyiz?” diye soruyorlar. Soru coğrafyaya değil, tarihe yönelik. Bu yaşadığımız nedir? Nereye sürükleniyoruz? Yitirdiğimiz nedir? Gerçekleşebilir bir gelecek vizyonu olmadan yaşam nasıl sürdürülür? Tek bir insan ömrünü aşan tüm perspektifleri neden yitirdik?
Bankada kabarık hesapları bulunan uzmanlar yanıt veriyorlar: küreselleşme, postmodernizm, iletişim devrimi, ekonomik liberalizm. Bu totolojik terimlerle, sorunun içinden ustalıkla sıyrılıyorlar. “Neredeyiz?” kaygısına karşılık, uzmanlar mırıldanıyorlar: “Hiçbir yerde.”
Gelmiş geçmiş en zorba kaosun ortasında yaşadığımızın ayırdına varmak ve bunu daha yüksek sesle dile getirmek daha iyi olmaz mıydı? Bu zorbalığın doğasını anlamak kolay değil. Gücü, iki yüz çokuluslu dev şirketten Pentagon’a uzanan yapısı, birbirine bağımlı ve dağınık öğelerden oluşuyor. Bu yapı diktatörlüğe benziyor, ancak diktatör yok; her yere yayılabilme yetisine sahip ama merkezden yoksun bir güç. Bu iktidar, sadece vergi hukuku değil, kendisi haricinde kalan tüm güçler bağlamında “offshore” bir zorbalık. Sahip olduğu ideolojik stratejinin yanında Bin Ladin’inkinin peri masalı gibi kalır. Var olan her şeyi çökertip, kendi sanal versiyonunda, yani milli marşı ‘tükenmez kâr kaynağı’ olan krallıkta eritme stratejisi bu. Aptalca geliyor, ancak tüm zorba düzenler de aptalcadır zaten. Bu durum da, aslında kendi eylem sahası olan gezegene her aşamada zarar vermekte.
İdeolojiyi bir kenara bırakırsak, gücü iki tehdit üzerine kurulu. Birinci tehdit, dünyanın en büyük silahlı gücüne sahip devletin, havadan52 tehdidi” diyelim. İkincisi ise acımasızca borçlanma, hileli iflas ve bunun sonucunda, dünyanın güncel üretim raporlarına bakılırsa, kıtlık. Bu da “Sıfır tehdidi”.
Gerçekçi ve görece basit önlemler alındığında bu acının büyük oranda giderileceğini, hiç yaşanmamasının olası olduğunu kavradığımızda utanmaya başlıyoruz. Aslında bu saptamayı hepimiz şu ya da bu şekilde yapıyoruz, ancak güçsüz olduğumuz için bunu kaygılarımıza dahil edemiyoruz. Bugün, yapılan toplantıların tutanakları ile bu dayanılmaz acı anları arasında doğrudan bir bağlantı var.
Günde iki dolar tutan bir tedaviyi yaptıramadığı için ölüme mahkûm edilmeyi hak eden tek bir insan var mıdır? Bu, geçtiğimiz Temmuzda Uluslararası Sağlık Örgütü (WHO) başkanının ortaya attığı sorulardan biri. Afrika’da ve dünyanın geri kalanında önümüzdeki 18 yıl içinde 68 milyon insanı öldürecek olan AIDS salgınını anlatıyordu. Günümüz dünyasında yaşayanların acılarından bahsediyorum.
Süregelen olayların analiz ve teşhisleri açıklandı ve incelendi. Bu inceleme ve saptamalar, iktisat, siyaset, medioloji, halk sağlığı, mili savunma, eğitim vb. çeşitli alanlar bağlamında normal olarak nitelendirilebilir. Somut olarak; bu alanların her biri bir diğerine bağlanıp, yaşam deneyiminin gerçek sahasını oluşturur. Gerçek yaşamda insanların çektiği acılar sınıflandırılabilir, ama bu acılara aynı anda herkes maruz kalmaktadır.
Bunlara bir örnek vermek gerekirse; geçen hafta Cherbourg’a kaçan ve Fransa kendilerine sığınma hakkı vermediği için Türkiye’ye geri gönderilme riski içinde bulunan Kürtleri ele alabiliriz. Fakirler, siyasal yönden istenmiyorlar, toprakları yok, güçleri tükenmiş, gayri meşru konumdalar ve kimse onlara alıcı olmuyor. Bu farklı şartların tümüne birden maruz kalıyorlar.
Olup biteni kavramak için bilimlerarası bir bakış açısı edinmek yerinde olur, böylece resmen ayrılmış “alanlar” bir araya getirilebilir. Böyle bir bakış açısı, kelimenin temel anlamıyla ‘siyasal’ olmak durumundadır.
Küresel ölçekte bir siyasal düşüncenin oluşabilmesi, bu gereksiz acının birleşmiş bir süreç tarafından yaratıldığının farkedilmesine bağlıdır. Bu başlangıç noktasıdır.
Gecenin içinden yazıyorum, ancak tek gördüğüm zorbalık değil. Öyle olsaydı kendimde yazmaya devam etme gücünü bulamazdım. Bağdat’ta ve Chicago’da uyuyan, uyanan, su içmeye kalkan, planlarından ya da korkularından bahseden, dua eden, ailenin geri kalanı uyurken bir şeyler pişiren insanlar görüyorum. (Tabii asla yenilmez Kürtleri de görüyorum, Amerika Birleşik Devletleri’nin onayıyla Saddam Hüseyin’in aralarından 4000'ini gazla öldürdüğü Kürtleri.) Mali’de bir anneyi, adı “Cuma günü doğmuş” anlamına gelen Aya’yı görüyorum, uyusun diye bebeğini sallıyor; Kâbil’deki yıkıntıları ve evine girmekte olan bir adamı görüyorum ve biliyorum ki acıya rağmen hayatta kalanlar hâlâ mahir, güçlerini toplamaya ve yerine koymaya yönelik becerilerini yitirmemişler. Bu maharetin sonsuz kurnazlığında Kutsal Ruh’u andıran bir şeyler var. Gecenin ortasında buna ikna oldum, nedenini bilmeden...
Aşağıdaki yöntem, aslında gayet boş olan bu zorbalık söylemini çıkartıp atmaya yarar.
Onun sonu gelmeyen söylemlerinde, bildirilerinde, basın konferansları ve tehditlerinde tekrar tekrar karşımıza gelen kavramlar şunlardır: Demokrasi, Adalet, İnsan Hakları, Terörizm. Günümüz ortamında bu terimlerin her biri, düne kadar ifade ettikleri kavramların aksine karşılık gelmektedir. İnsanlığı soyup bu kavramları teker teker kaçıran bir haydut, onları parolası haline getirmiştir.
Pek pratiğe dökülmese de, demokrasi, aslında karar alma biçimini içeren bir önermedir. Seçim kampanyalarıyla pek de ilgisi yoktur. Siyasal kararların, ancak yönetilenlerin fikrinin alınmasından sonra verilmesini hedefler. Bu sürecin gerçekleşmesi için, yönetilenlerin sorunlar hakkında eksiksiz olarak bilgilendirilmeleri ve karar verenlerin de yönetilenleri dinleme yetenek ve isteğine sahip olmaları ve duyduklarını ciddiye almaları şarttır. ‘Demokrasi’ ile iki olasılık arasında seçim yapma, araştırmaları yayınlama ve halkı istatistik verilere dökme ‘özgürlüğü’nü birbirine karıştırmamak gerekir; bunlar görüntüden başka bir şey değildir.
Günümüzde gezegenin bütünün maruz kaldığı, giderek şiddetlenen bu acıyı yaratan temel ayrımlar çok önceden ortaya çıkmışlardı ve en ufak bir şeffaf katılım ya da danışıma yer bırakmayan bu ayrım tek taraflı olarak sürmektedir.
Bir asırdan biraz daha uzun bir süre önce Dvoràk Yeni Dünya Senfonisi’ni bestelemişti. Eseri bestelediğinde New York’ta Müzik Konservatuarı’nı yönetiyordu. Bugünkü Amerikan vatandaşlarını oluşturan bir çok göçmen nesline ilham vermiş olan inançları -Dvoràk oğlunun kasap olmasını hayal eden köylü bir babanın oğludur-, bu kadar içten ve bu kadar keskin ifade eden bir sanat eserine daha rastlamadım.
Bugün, bir zamanlar onca umudu yeşertmiş olan aynı ülkenin gücü, acımasız B52 komplocularından oluşan bir grup arkadaşın eline geçmiş. Bu grup fanatiktir, paranın gücü dışında her şeyi küçültmek istemektedir; cahildir, bildiği tek gerçek ateşin gücüdür; iki yüzlüdür, ahlak yargıları iki dizi kriterden oluşur, bunların biri bizim, diğeri ise kendileri içindir. Nasıl oldu da bunlar gerçekleşti? Bu soru parlak bir söylem olmaktan öteye gitmez aslında çünkü basit bir yanıtı kabul etmez. Üstelik gereksizdir bu soru çünkü bugüne dek verilen hiçbir yanıt iktidardakilerin gücünü sarsamamıştır. Gecenin bir vakti bu soruyu sormak, ancak olup bitenin devasa kapsamını hatırlatmaya yarar. Burada sözünü ettiğimiz, dünyanın çektiği acıdır.
Bu yeni zorbalığın mekanizması -her ne kadar pek karmaşık bir teknoloji üzerine kurulsa da- görece basittir: Demokrasi, özgürlük gibi kelimeleri gasp edin. Her yere kâr ve sefalet yaratan yeni ekonomik karmaşanızı -sonuçları ne kadar korkunç olursa olsun- yayın. Tüm sınırların tek yönlü olarak yalnızca zorbalığa açık, diğer unsurlara kapalı olmasını sağlayın. Her türlü muhalif gücü terörizm sayıp, ortadan kaldırın.
Hayır, ayrı ayrı yanmamak için İkiz Kuleler’den bir arada atlayan çifti unutmadım.
Oyuncağı andıran bir nesne var, tanesi aşağı yukarı dört dolara geliyor ve kesinlikle terörist bir unsur. Adına antipersonel mayın diyorlar.
Bir kere uçaktan atıldılar mı, bu mayınların kimi ne zaman sakat bırakacağı ya da öldüreceğini bilmeye olanak yok. Şu an, toprağın yüzünde ya da altında, yüz milyonlarca var bunlardan. Bugüne dek kurbanlarının çoğunu siviller oluşturdu ve bu hep böyle devam edecek.
Antipersonel mayın öldürmekten çok sakat bırakmaya yarar. Amacı sakatlar üretmektir, bu yüzden içi maden kırıntılarıyla doludur. Amaç kurbanların tedavisinin uzaması ve zorlaşmasıdır. Hayatta kalanların çoğu en aşağı sekiz-dokuz ameliyat olmak zorundadır. Her ay iki bin sivil bu mayınlarla sakat bırakılıyor ya da öldürülüyor.
Bunları “antipersonel mayın” diye adlandırmak bir dil cinayetidir. Bu deyiş, anonim, isimsiz, cinsiyetsizdir; yaşı belirsizdir. “Personel” halkın karşılığıdır. “Antipersonel” deyimi kan, uzuvlar, acı, kesilen organlar, özel yaşam ve aşkı açmaza sokar. Her şeyi yok sayıp böyle bir patlayıcıya bağlanan bu iki kelime terörist olur.
Yeni zorbalık, tıpkı ardılları gibi, dilin geniş ölçüde ve sistemli bir şekilde kötüye kullanılmasına bağlıdır. Bir olup onların çarpıttığı bütün kelimeleri yeniden ele geçirmemiz ve zorbalığın yaptığı anlam kaydırmacalarını bir kenara atmamız gerek. Yoksa elimizde tek kelime kalacak: “Utanç”.
Kolay iş değil bu çünkü onların resmi söylemleri; görüntüler, fikir oluşumları, kaçak önermeler ve imalar kullanır. Çok az şey siyah-beyaz keskinliğinde ifade edilir. Askeri ve iktisadi strateji uzmanları medyanın esas rolünü yeni kavradılar. Medya, var olan düşmanı yenmek kadar, ayaklanmaları, protestoları ve saf değiştirmeleri de engellemeye veya etkisiz kılmaya yarıyordu. Medyanın zorba düzen tarafından hile yapmak için kullanılıyor olması korkularının bir işareti. Zorbalık, dünyanın içine düştüğü umutsuzluktan korkuyor; bu öyle köklü bir korku ki, umut sözcüğünü, “tehlikeli” anlamını taşıdığı yerler hariç, ortadan kaldırmış.
Para olmayınca insanın en basit günlük gereksinimleri de acıya dönüşüyor.
İktidarı haksız yoldan ele geçirmiş olanların hepsi devletin başında değildir, ancak başkanlık seçimlerinden bağımsız olarak güçlerini sürdürebileceklerine güvenirler. Onlar, dünyayı kurtarmış ve halka da kendilerinin yandaşı olma hakkını bahşetmiş gibi davranırlar. Tüketici küresel boyutta ve kutsaldır, derler; ama söylemedikleri bir şey de vardır ki, o da bunun hiç öneminin olmadığıdır, çünkü tüketici kâr üretir ve kâr onların gerçekten kutsal saydıkları yegâne şeydir. Bu aldatmaca turu bizi sorunun özüne götürür.
Komplocuların dünyanın kurtarıcısı yalanı, dünyanın büyük bir bölümünün -neredeyse tüm Afrika kıtası ve Güney Amerika’nın da hatırı sayılır bir kısmı- çözümsüz bir durumda olduğu gerçeğini gizler. Aslında dünya yüzünde kendi merkezlerine bağlayabilecekleri her yer bu durumdadır. Böyle bir sonuç, kurtuluşu ancak paranın sağlayabileceği ve dünyanın tek olası geleceğinin -kendi önceliklerinden ötürü iyice önemli hale gelen ve farklı adlar altında aynı anlama çıkan- kendi kârları üzerine kurulacağı dogmasıyla sonlanır.
Dünya için farklı bakış açılarını ve umutları besleyenler -tıpkı satın alma gücünden yoksun ve kıt kanaat geçinen dünyadaki 800 milyon insan gibi-, ya zamanını doldurmuş bir devrin eskimiş kutsal kalıntılarıdırlar, ya da -barışçı yollardan veya silahlı olarak hâlâ direniyorlarsa- teröristtirler.
Zorba düzen, onları da “kalıba sokup” (ideolojinin anahtar kelimelerinden biri) dünyada birlik sağlayabileceğine dair safça hayaller kurmakta. Bir mutlu son hayaline ihtiyacı var, öyle bir hayal ki aslında onun yenilgisinin nedeni olacak.
Bu zorbalığa yönelik her türlü karşı çıkış normaldir. Onunla bir diyalog kurmak olanaksızdır. Saygın bir yaşam ve ölüm için, kavramlar kendi adlarıyla anılmalıdır. Sözcüklerimizin bize geri verilmesini ısrarla isteyelim.
Bunları gecenin orta yerinde yazıyorum. Savaşırken karanlık kimseden yana değildir, ama sevişirken birinin ötekiyle olduğunu onaylar.
(Fransızca’dan çev. Işıl Bircan)
|