Dil düşüncemizin aynasıdır derler. Türkiye’deki seçim meydanlarında, medyada, hatta internetteki tartışma gruplarında söylenenlere ve yazılanlara bakınca, insandan ve akıldan umut kesmemek olanaksız gibi.
AKP, CHP, MHP ve diğer partilerin liderlerinin meydanlarda sarf ettikleri sözleri »seçim heyacanıdır, salt oy kaygısı ile böyle konuşuyorlar« veya neoittihatçı gürûhun sözcüsü durumundaki ordu yönetiminin savaş çığırtkanlığını »ülke güvenliğinden duyulan aşırı kaygıdır« diye geçiştirme yanılgısına düşülmemeli bence. Ne parti liderlerinin, ne Genelkurmay başkanının, ne de diğer elit kesimlerin söylemleri, basitçe sarf edilmiş laflar değil, aksine egemenlere hakim olan düşüncelerin dışa vurumudur.
Dikkat edilirse son günlerde seçim meydanlarında öne çıkan savaş ve ölümdür. Ha çıktı, ha çıkacak tezkere tartışmaları, »sen asarsın, ben asarım« iğrençliği, »gündüz imam, gece terörist« demagojisiyle yargısız infazlara davet çıkarmalar ve daha nicesi, yangına körükle giden egemenlerin rasyonelliği ve aklı bütünüyle terk ettiklerini göstermektedir. Ülkeyi yönetenler ve yönetmeye aday olanlar, politikalarını kin ve nefret üzerine kurmakta, çıkardıkları yangının milyonları ateşe atacak olmasından hiç mi hiç rahatsızlık duymamaktadırlar.
Tarihi az çok bilenler, Türkiye’deki bu gelişme ile 1933 öncesi Almanya’daki nasyonalsosyalizmin gelişmesi arasında birçok paralellikler görebilirler. Hitler faşizminin, iktidarını halk kitleleri içerisinde kökleştirmek ve emperyalist emellerini teşvik etmek amacıyla kullandığı araçlardan bir tanesi de, dildi. Naziler, Yahudilerin ve kendilerinden olmayanların »kökünü« sanayileşmiş imha yöntemleriyle, kitlesel bir biçimde »kurutmadan« önce, kurbanlarına »lağım fareleri, parazitler« ile eşanlamlar yükleyerek, insan olmaktan çıkarmışlardı. Alman halkının büyük bir kesimi, toplama kamplarında insanların fırınlara atıldığını bilmelerine rağmen, seslerini çıkartmadı. Yok edilenler insan değildi ki. Sonucu biliniyor: 50 milyon ölü, cehenneme dönen bir kıta ve son ana kadar Führer’i için kurşun sıkan Alman halkı.
Söylemdeki manipülasyon, kullanılan dilin propaganda aracı haline getirilmesi, kavramlara egemenlerin çıkarlarına yarayan yeni anlamlar yüklenmesi, toplum bilincine nüfuz etmektedir. Böylelikle »terör« propagandası ve sunî laik-antilaik çatışması bir egemenlik ve yönetme aracına dönüşmektedir. Aslına bakılırsa, Türkiye’deki egemenlerin irrasyonelliklerinde belirli bir rasyonellik unsuru da bulunmakta. Örneğin büyük kentlerdeki - asayiş yöntemleri ile üstesinden gelinebilecek - kriminalitenin etnikleştirilmesi, »geri kalmış« Kürtler arasındaki aşırı nüfus artışı suçlaması, Kürtlere potansiyel suçlu ve “terörist” muamelesi yapılması, Türk milliyetçiliğinin »iyi« ve »makul«, ama etnik milliyetçiliğin »kötü« ve »bölücü« olduğu söylemi, v.s. bilinçli bir »ötekileştirme«, insan olmaktan çıkarma politikasıdır. Bu da, »hain mahlûkatın« ve ona »yataklık eden sözde vatandaşın« kökünün »kurutulmasına« giden yolu açmaktadır.
Körüklenen kin ve nefret ortamı, cellatlığa soyunmuş egemenlerin savaş naraları, ülkenin ve dolayısıyla Ortadoğu’nun karşı karşıya olduğu sorunların gerçek nedenlerinin görülmesini engellemektedir. Halbuki tarihten çıkarılacak onca ders var. Nasıl nasyonalsosyalizmde egemenlerin çıkarları, halkın çıkarları ile bir değil idiyse, bugün de Türkiye’deki egemenlerin çıkarları, Türkü, Kürdü, Arabıyla bölge halklarının geniş kesimlerinin çıkarlarıyla örtüşmemektedir. Asıl önemli olan, kan, barut ve dezenformasyon dumanları arasından bu gerçeği görebilmektir.
Bunu görebilmenin yegâne yolu demokrasidedir. Demokrasinin tüm kurumları ile kökleştiği, hukukun her alanda üstünlüğünün tesis edildiği bir Türkiye, hem kendi sorunlarının çözümüne, hem de Ortadoğu’da barış ve refahın sağlanmasına yönelik adımların atılmasını olanaklı kılabilir. Böylesi bir gelişme yolunu arzulayanlar, 22 Temmuz’da oylarını, dillerinden barış ve demokrasiyi düşürmeyen bağımsız adaylara vermelidirler.